Osmanlı’dan Cumhuriyet'e Millî İradenin cazibesi
Her seçim döneminde “millî irade”, “halkın iradesi” ve “millet hakimiyeti” kavramları siyasetçiler tarafından sıkça kullanılır. Son yerel seçimlere giderken de ziyadesiyle vurgulandı. Tabii ilk önce şunu sormak gerekiyor: Bu kavramın cazibesi ne ola ki, bir meşruiyet ölçütü olarak Türk siyasetçilerinin gündeminde sürekli yer almakta?
Böylece genel iradeye riayet eden birey -artık yurttaş- hem katkı verdiği, hem de eşitlikçi niteliği sebebiyle kendi iradesine riayet etmiş olur. Aynı zamanda bu durum genel iradenin bireyler nezdindeki meşruiyetini de sağlamış olur. Bundan dolayı Rousseau'ya göre egemenlik genel iradenin uygulanmasıdır. Egemenlik ise genel irade gibi mutlak, devredilemez ve bölünemez nitelikte olup daimî olarak temsil edilemez.“Millî irade” ve “millî hakimiyet” siyaset biliminin temel kavramlarından olup bilhassa Jean-Jacques Rousseau'nun “genel irade” kavramına dayanır. Söz konusu irade kamu yararını gözeten, ortak iyilik adına iş gören soyut bir iradedir. Bölünmez, değişmez, şaşmaz/yanılmaz ve en önemlisi, eşitlikçi bir irade.
Rousseau'nun görüşleri 1789 Fransız İhtilali'nin önderleri için mutlak hükümdarın egemenliğinin sınırlandırılması yolunda oldukça çekici gelmiş ve sonraki süreçte toplum kavramının yerini “millet”, genel irade kavramının yerini de “millî irade” almıştır.
Özellikle bu durum ilk önce Avrupa'da, daha sonra da diğer toplumlarda millî devletlerin ortaya çıkmasında “siyasî meşruiyetin kaynağı anlamında” etkili olmuştur. Millî irade 19. ve 20. yüzyıla damgasını vuran millî devletlerin kurulma çağının en cazip siyasî kavramlarından biri, belki de en önemlisidir.
1808 tarihli Sened-i İttifak'dan Cumhuriyet'in ilanına kadar geçen sürede Osmanlı aydın ve siyasetçilerinin ana tartışma konularından biri, tıpkı Avrupa'da ve Osmanlı dışı toplumlarda olduğu gibi hükümdarın mutlak otoritesinin sınırlandırılmasıydı. Gerçi Tanzimat döneminde Avrupa'daki aydın despotizminin teorik ifadesi olan kameralizmin etkisiyle “güçlü devlet ve güçlü orta sınıf” anlayışı egemen olmuşsa da, “otorite sınırlandırması”nı sağlayacak Avrupaî yeni fikir ve kurumların Osmanlı düşünce ve siyasî hayatına taşınması canlılığından hiçbir şey kaybetmiyordu.
Bu dönemde devleti güçlendirecek kurumlarla bu kurumları yaşatacak dünya görüşleri/hayat anlayışları geliştirilmeye çalışılıyordu. Ancak esas mesele, bunun hangi ilkeler çerçevesinde ve nasıl yapılacağıydı.
Şerif Mardin ve Şükrü Hanioğlu'ndan öğrendiğimize göre Yeni Osmanlılar'dan itibaren Osmanlı aydınları çıkardıkları dergiler ve yayımladıkları kitaplarla hürriyet, terakki, anayasa, parlamento, meşrutiyet gibi Avrupaî kavramların Osmanlı toplumunda tanınmasını sağlamaya çalışmışlar, bazen de bu uğurda siyasî mücadelelere girişmişlerdi. Hatta Osmanlı aydını çoğu kez bu kavramların İslamî karşılıklarını bulmaya çalışarak adeta “İslamî meşrulaştırma” yapıyordu. Bunda amaç, Osmanlı Devleti'ni anayasalı parlamenter bir sisteme kavuşturmak suretiyle “devleti kurtarmak”tı.
Böylece klasik dönemin millet sistemine endeksli anlayışından Tanzimat Fermanı ile gerçekleşen müslim ve gayrimüslim eşitliğine endeksli “Osmanlı vatandaşlığı” anlayışına geçiş sağlanacaktı. Bu yolda ilk ciddi adımın 23 Aralık 1876'da Kanûn-ı Esâsî (Anayasa)' nin ilanı ile atıldığını biliyoruz.
Peşinen söyleyelim ki, I. Meşrutiyet anayasası, “hatt-ı hümayun” formunda ilan edilmiş bir metindi. Bunun anlamı, söz konusu anayasanın ilanının herhangi bir halk desteği veya Avrupa'da görüldüğü gibi ihtilal baskısı sonucunda gerçekleşmediğiydi. Bundan dolayı 1876 Anayasası ferman-anayasa niteliğindeydi ve tek taraflı bir siyasî duyuruydu.
Hal böyle olunca hiç şüphesiz “hakimiyet” Padişah'ındı. Nitekim saltanat, yani egemenlik İslam hilafeti uhdesinde bulunmak kaydıyla “Sülale-i Âl-i Osman'dan usul-i kadimesi vechile ekber evlada aittir” (md. 3). Hatta Padişah, hilafet sebebiyle “Din-i İslamın hamisi ve bi'l-cümle tebea-i Osmaniyye'nin hükümdar ve padişahıdır” (md. 4). En önemlisi, Padişah'ın “nefs-i hümayunu mukaddes ve gayr-i mes'ûldur” (md. 5). Ayrıca 46. maddesinde Meclis-i Umumî üyeleri de başkanı dahil göreve başlarken “Zat-ı hazret-i Padişahî'ye ve vatanına sadakat ve Kanûn-ı Esâsî ahkâmına ve uhdesine tevdi olunan (üzerine verilen) vazifeye riayetle hilafından mücanebet eyleyeceğine (kaçınacağına)” yemin etmek zorundadırlar.
Ortada bir anayasa olmasına rağmen Padişah'ın “gücü ve otoritesi” yukarıda yazılı maddelerde görüldüğü gibi “anayasal güvence” ye kavuşmuştu. Padişah anayasa sayesinde deyiş yerindeyse “yetkili ama sorumsuz” konuma getirilmişti. Sadece yürütmenin değil, yargının da başıydı. Sadrazam, Şeyhülislam ve Heyet-i Vükela'nın tayin ve azil yetkisi Padişah'ındı. Daha da ilginci, hükümet Meclis yerine Padişah'a karşı sorumluydu.
'Kansız darbe'
Sonunda hasret dinmiş ve 23 Temmuz 1908'de II. Abdülhamid “Meclis-i Mebusan'ın toplantıya davet olunması” ve “Meclis-i Mebusan'ın toplantıya davetinin Dersaadet havadisiyle resmen ilan edilmesi” ile ilgili iki irade-i seniyye yayımlayarak Meşrutiyet'i ilan etmişti. Bunun anlamı, Osmanlı Devleti'nde ikinci kez Kanûn-ı Esâsî'nin -anayasa- yürürlüğe girmiş, seçim davetiyle de parlamentolu bir siyasî hayata yeniden başlanmış olmasıydı.
Meşrutiyet'in ilanının ardından hafiyelik kaldırıldı ve genel af ilan edildi. Birçok siyasî tartışmaya sebep olsa da her iki olay da serbest ve hür bir siyasî hayat için elzemdi.
Şurası bir gerçek ki, Meşrutiyet'in ilanı Jön Türklerin hayaliydi. Sonunda ilan edilmişti. Aydınlar başta olmak üzere Osmanlı toplumunun Meşrutiyet'ten beklentisi yüksekti. Meşrutiyet, anayasa ve hürriyet sihirli kelimelerdi sanki ve Meşrutiyet ilan edilince bütün sorunlar çözülecekti. Mesela Ahmed Rıza için Meşrutiyet “zafer tacı”, Hüseyin Cahid için ise “gençlik hülyaları” idi. Ramseur'a göre Meşrutiyet'in ilanı “Jön Türklerin düşlerinde görseler inanamayacakları kansız bir darbeydi”.
Bu beklentiler ortamında yapılan Kasım-Aralık 1908 seçimlerinden sonra Meclis-i Mebusan 17 Aralık 1908'de resmen açıldı. Tabiatıyla açılışa Padişah'ın söylemi ve Mabeyn Başkâtibi Cevad Bey'in konuşması damgasını vurdu.
Padişah'ın konuşmasında dikkat çeken en önemli husus, 1876 Anayasası'nın uygulamadan kaynaklanan “müşkilat” ile “rical-i devlet tarafından gösterilen lüzum üzerine” Meclis-i Mebusan'ın “muvakkaten” tatil edildiğinin vurgulanmasıydı. Ayrıca Padişah, Bulgaristan'ın bağımsızlığı ve Avusturya'nın Bosna Hersek'i ilhakını hatırlatarak “hukuk-ı devletin muhafazası” için Meclis-i Umumî'nin “muavenet ve müzaheretini (yardım ve desteğini)” istediğini belirtmişti.
Her ne kadar seçimler yapılmış ve Meclis-i Mebusan açılmışsa olsa da belirttiğimiz gibi Padişah siyaseten hâlâ güçlü bir konumdaydı.
1860'tan bu yana Osmanlı aydınının esas amacı Osmanlı Devleti'nin anayasalı parlamenter bir siyasî yapıya kavuşmasıydı. I. Meşrutiyet'in ilanı ile bu gerçekleşmemiş, II. Meşrutiyet'in ilanı ile de durum değişmemişti. Artık yapılması gereken, 1876 tarihli mevcut anayasada Padişah'ın otoritesini sınırlayan ve aldığı kararların kontrolünü sağlayan köklü değişikliklere gidilmesiydi.
Zaten İttihad ve Terakki'nin 1908'deki gizli kongresinde kabul edilen siyasî programında “Heyet-i Vükela'nın (Bakanlar Kurulu) Meclis'e karşı sorumlu olması, Meclis'ten güvenoyu almayan bir kabinenin istifa etmiş sayılması ile Meclis-i Ayan (senato) seçiminde üyelerin sadece üçte birinin Padişah tarafından, geri kalanının da millet tarafından seçilmesi” yazılıydı.
Açıkçası İttihad ve Terakki, hükümetin Padişah'a karşı değil, Meclis'e karşı sorumlu olmasını istiyordu. Aynı şekilde Ahrar Fırkası da 1 Eylül 1908'de yayımladığı programında Kanûn-ı Esâsî, Meclis ve hükümetle ilgili yeni düzenlemeler yapılacağını vaadediyordu. Bu vaadler İttihad ve Terakki'nin taleplerinden farklı değildi.
Görüldüğü gibi bütün anayasal değişiklik taleplerinde amaç, Padişah'ın “gücü ve otoritesi”ni sınırlayarak millî iradenin tecelligâhı kabul edilen Meclis-i Mebusan'ı güçlü ve yetkili kılmaktı. Böylece “hakimiyet-i milliye” sağlanmış olacaktı.
Artık bu konudaki tartışma zemini Meclis- i Mebusan idi. Nitekim 25 Aralık 1908'de Başkanlığa seçilen Ahmed Rıza, 26 Aralık'taki teşekkür konuşmasında Meclis'in esas görevinin hakimiyet-i milliyeyi sağlamlaştırmak olduğunu söylemişti. Aynı şekilde 28 Aralık 1908'de Meclis-i Mebusan'da “Nutk-ı hümayuna cevab” görüşmeleri de hakimiyet-i milliye tartışmaları içinde geçti.
Hazırlanan “Ariza-i Cevabiyye”de Meşrutiyet'in “hakimiyet-i milliye” esasına dayalı yeni bir hükümet şeklini öngördüğüne temas edildikten ve I. Meşrutiyet'in kısa sürmesinden Padişah sorumlu gösterildikten sonra Padişah'ın yetkileri tartışılmış, hükümetin ona karşı değil, öncelikle Meclis-i Mebusan'a karşı sorumlu olması gerektiği üzerinde durulmuştu.
Mebusan makinası
Anlaşılan Meclis anayasal değişiklikler yapmakta kararlıydı. Süreç 10 Ocak 1909'da “Kanûn-ı Esâsî'nin tadiline dair üç mebus tarafından verilen takrir (önerge)” ile başladı. Ancak iki gün sonra anayasa değişikliklerine ilişkin sadece İstanbul milletvekili Feraci Efendi'nin teklifi okundu. Bu, daha sonra yapılacak anayasa değişikliklerinin yol haritası gibiydi.
Her şeyden önce Feraci Efendi için bu değişikliklerin sebebi hakimiyet-i milliye ile Meşrutiyet'e uymayacak bazı maddelerin anayasadan çıkarılması zorunluluğuydu. Ona göre “Meclis-i Mebusan, Hakimiyet- i Milliye'ye ve Meşrutiyet'e tamamen vâkıftır. Hakimiyet-i Milliye'ye uymayan maddelerin değiştirilmesini Padişah da tasdiklemiş ve açılış nutkunda devlet ve milletin kurtarıcısının önce Allah, sonra millet ve Meclis-i Mebusan olduğunu söylemiştir.”
Nitekim, Feraci Efendi anayasanın özellikle hakimiyet- i milliyeye ilişkin 7, 35, 53, 54 ve 116. maddelerinin aşağıdaki gibi değiştirilmesini teklif etmişti:
1. Padişah sorumsuz olduğundan her irade-i seniyyenin (fermanın) hangi kanuna dayandığının gösterilmesi ile Heyet-i Vükela'dan konuyla ilgili vekilin imzasının iradenin altında olma şartı (md. 7)
2. Padişah'ın Meclisi fesih yetkisinin kaldırılması ve bakan veya bakanlar kuruluna güvenoyu şartının getirilmesi (md. 35)
3. Yeniden kanun düzenlemesi veya mevcut kanunlardan birinin değiştirilmesinde gerek Heyet-i Vükela ve gerekse Heyet-i Mebusan'dan bir veya birkaç üye tarafından teklif olunması. Her bir kanun teklifinin Meclis-i Mebusan ve Ayan tarafından kabulünden sonra anayasa gereği Padişah'ın iradesiyle yayımlanması (md. 53 ve 54)
4. Bakanlar Kurulunun Meclis-i Mebusan'a karşı sorumlu olması, Ayan seçim ve tayininin hakimiyet-i milliyeye göre yapılması (md. 116),
Hüseyin Cahid (Yalçın) için Feraci Efendi'nin teklifleri, Meclis-i Mebusan'ın “kendi kuvve-i teşriiyesiyle deruhde ettiği (yasama kuvvetiyle üstlendiği) en mühim iş”ti. Anayasa değişiklik teklifleri, kurulan Anayasa Komisyonu tarafından Şubat-Mayıs 1909 tarihlerinde görüşülmüştü. İlginçtir, toplam 41 madde, hiçbir görüşme yapılmadan kabul edilmişti. Meclis-i Mebusan'ın bu hızlı çalışması Babanzade İsmail Hakkı tarafından “Mebusan makinesi” şeklinde tanımlanmıştı. 2. Padişah'ın Meclisi fesih yetkisinin kaldırılması ve bakan veya bakanlar kuruluna güvenoyu şartının getirilmesi (md. 35)
3. Yeniden kanun düzenlemesi veya mevcut kanunlardan birinin değiştirilmesinde gerek Heyet-i Vükela ve gerekse Heyet-i Mebusan'dan bir veya birkaç üye tarafından teklif olunması. Her bir kanun teklifinin Meclis-i Mebusan ve Ayan tarafından kabulünden sonra anayasa gereği Padişah'ın iradesiyle yayımlanması (md. 53 ve 54)
4. Bakanlar Kurulunun Meclis-i Mebusan'a karşı sorumlu olması, Ayan seçim ve tayininin hakimiyet-i milliyeye göre yapılması (md. 116),
Görünen o ki, II. Meşrutiyet'in ilanı ve ardından yapılan anayasa değişiklikleri, yasama yetkisinin Meclis'e, yürütmenin Heyet-i Vükela'ya, yani hükümete verilmesinin yanı sıra Padişah'ın anayasaya sadakat yemini etmesi ve en önemlisi de bu yemini tahta çıkış sırasında Meclis önünde yapacak olması, “hakimiyette bir sahip değişikliği”nin ispatı idi.
Bunda millî hakimiyetçi tavır sergileyen Meclis-i Mebusan'ın büyük rolü vardı. Bu tarihten sonra meşrutiyet, parlamento, hakimiyet-i milliye ve irade-i milliye kavramları Osmanlı siyasî literatürüne girmiş ve büyük oranda benimsenmişti.
Millî irade vaazı
Millî Mücadele dönemine gelindiğinde Padişahlık, yetkileri açısından adeta sembolik bir makama dönmüştü. Bunu Sultan Vahdettin, “Ben meşrutî bir hükümdar olduğum halde güya mutlak bir hükümdar imişim gibi muamelede bulunuyorlar” şeklinde ifade etmişti.
Ne olursa olsun, hakimiyet- i milliye ve irade-i milliye kavramları Osmanlı insanının zihninde olumlu anlamda makes bulmuş ve İtilaf devletlerinin işgalleri karşısında “kurtuluş yolunda” birer meşruiyet kaynağı haline gelmişti. Öyle olmasaydı Amasya'da Sultan Bayezid Camii Vaizi Abdurrahman Kâmil Efendi gibi bir din adamının 13 Haziran 1919 tarihli Cuma hutbesinde işgalin sona erdirilmesinde, “Yegâne çare-i halas (kurtuluş çaresi) halkımızın doğrudan doğruya hakimiyetini ele alması ve iradesini kullanmasıdır” demesi mümkün değildi.
Bu “irade-i milliye” vurgusu Amasya genelgesiyle Erzurum ve Sivas kongreleri beyannamelerinde de yapılmış, Mustafa Kemal Paşa'nın başkan seçildikten sonra TBMM'deki 24 Nisan 1920 tarihli konuşmasına da yansımıştı. Ona göre irade-i milliye, vatan ve milletin gayelerine yürüme yolunda bir dayanak noktasıydı.
Yine aynı gün hükümet teşkilatı hakkında verdiği bir önergede “Meclis-i âlinizde tekâsüf eden irade-i aliye-i milliyeye istinad etmek (Yüce Meclisinizde yoğunlaşan yüce milli iradeye dayanmak) suretiyle meşruiyet ve kanuniyetini ve yine heyet-i muhteremenizde tecelli eden vicdan-ı milletin muhakemesine merbut (bağlı) bulunmak cihetiyle de mesuliyetini takdir ve tesbit edecek bir kuvvetin idare-i umur etmesi (yönetmesi) zarurîdir, bu kuvvetin şekl-i tabiîsi bir hükümettir” diyerek TBMM bünyesinde meşruiyet ve kanunîlik ile mesuliyeti üstlenecek bir hükümetin kurulması zaruretine değinmiş ve bunun kaynağının irade-i milliye olduğunu ifade etmişti. Ayrıca Meclisin üzerinde herhangi bir gücün olmadığı da açıkça belirtilmişti.
Böylece Mustafa Kemal Paşa bir nevi önderi olduğu Millî Mücadele ile başkanı bulunduğu TBMM'nin dayandığı meşruiyet kaynağına -irade-i milliyeye- işaret etmiş, onun üzerinde herhangi bir gücün bulunmadığını vurgulamış oluyordu.
Ancak onun “reissiz bir hükümet”e taraftar olması; bir başka deyişle, Meclis başkanı dışında ayrı bir hükümet başkanını istememesi ve bunu da irade-i milliyeye aykırılıkla izah etmesi ilginçtir. Daha da ilginç olanı, Paşa'nın bu hususu, Saltanat ve Hilafet makamlarının ayrılmazlığıyla açıklamasıydı:
“Mücahedatımızın birinci gayesi ise Saltanat ve Hilafet makamlarının tefrikini istihdaf eden (ayrılmasını hedefleyen) düşmanlarımıza irade-i milliyenin buna müsait olmadığını göstermek ve bu makamat- ı mukaddeseyi esaret-i ecnebiyeden tahlis ederek (kurtararak) ulü'l-emrin salahiyetini düşmanın tehdit ve ikrahından azade kılmaktır.”
Halife-Padişah kurtuluncaya kadar
Mustafa Kemal Paşa TBMM'nin üzerinde herhangi bir gücün bulunmadığını ilan eder ve meşruiyet kaynağının “irade-i milliye” olduğunu açıklarken hem “halife-padişah kurtulana kadar” demekte sakınca görmüyor, hem de ülke içi ve dışı siyasî aktörlere irade-i milliyenin somutlaşmış varlığı olan Meclisin Türkiye'nin en meşru siyasî gücü olduğu/ olacağı hatırlatmasında bulunuyordu.
Bunun diğer anlamı, I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinden itibaren yoğunlaşan iktidarın/egemenliğin kaynağı şeklindeki fikrî ve siyasî mücadeleler sürecinde irade-i milliye lehine en önemli ve somut adımın atılmış olmasıydı. Bu “irade-i milliyenin zaferi” ydi bir anlamda. Öyle ki, bu irade 23 Nisan 1920 ile 20 Nisan 1924 arasında TBMM'de “kuvvetler birliği” (yasama-yürütme ve yargının meclis gibi bir kurumda toplanması) şeklinde tecelli edecekti.
Her şeyden önce 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasî Kanunu tam bir anayasa değildi. İktidar düzeni ve yerel yönetimler konularına yer verilmiş ise de kişi hak ve hürriyetleri ile yargılama konularına girilmemişti. Bu konularda 1876 Anayasasının çelişmeyen hükümleri geçerliydi.
Buna rağmen 1921 Anayasası, 23 Nisan 1920'den sonra bizatihi TBMM ve onun varlığından meşruluk alan/kazanan uygulamalarına hukukî bir çerçeve veya meşruiyet sağlaması bakımından önemliydi. O da meşruiyetini millî iradeden almaktaydı.
Nitekim 1921 Anayasası'nda “Hakimiyet bilâkayd ü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müsteniddir” (md. 1), “İcra kudreti (yürütme gücü) ve teşri selahiyeti (yasama yetkisi) milletin yegane ve hakiki mümessili olan TBMM'nde tecelli ve temerküz eder (gerçekleşir ve toplanır) (md. 2)” ve “Türkiye, TBMM tarafından idare olunur, hükümeti TBMM Hükümeti ünvanını taşır (md. 3)” hükümlerinin yer alması bunu destekler nitelikteydi.
Her ne kadar 1921 Anayasası kuvvetler birliğini esas alıyorsa da, millî mücadele verilmesi sebebiyle meclis içi muhalefetle karşılaşmadı. Esas amaç, vatanın düşman işgalinden kurtarılmasıydı.
Ancak 1924 Anayasası Cumhuriyet'i kuran iradenin, Atatürk'ün deyimiyle “Türkiye halkını modern, çağdaş bir toplum haline getirme” idealini gerçekleştirmeye koyulduğu dönemin başlangıcına denk gelir.
Millî iradenin kuşatılması
Aynı zamanda bu dönem Cumhuriyet rejiminin kendisini tam anlamıyla ikâme etmeye çalıştığı, her türlü muhalif hareketin “rejim karşıtı” görüldüğü bir dönemdi. Bundan dolayı sözünü ettiğimiz iradeye göre böylesine radikal ve topyekûn bir değiştirme/ dönüştürme hamlesi kuvvetli bir devlet düzeniyle mümkündü ve kesinlikle muhalefeti barındırmamalıydı.
Bu husus Afet İnan'ın ifadesiyle “bir düzen ve nizam adamı olan Atatürk”ün tavrına da uygun düşüyordu. Ne var ki, muhalefet, “rejimi koruma” adına “rejim karşıtı” görülerek barındırılmadı. Nitekim esas kaygının “rejim meselesi/ kaygısı” olduğu gün gibi aşikârdı.
Bunun en somut delilleri 1924 Anayasası'nın “Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki 1. maddesinin tâdil ve tağyiri hiçbir suretle teklif dahi edilemez (madde102)” ile “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun hiçbir maddesi hiçbir sebep ve bahane ile ihmal ve tatil olunamaz (md. 103)” hükümleriydi.
Unutmayalım ki, bütün bunlar millet hakimiyetini ifade eden millî irade ve buna dayanan Meclis üstünlüğü söylemlerine dayanılarak gerçekleştirildi. 1876'dan beri Padişah'ın güç ve otoritesini sınırlayarak milletin üstünlüğünü ifade eden millî irade, Cumhuriyet'in ilanından sonra Tek Parti döneminde (1925-50), Cumhuriyet'i kuran, tek seçicilerin hakimiyeti altında, onun ideallerini benimseyip gerçekleştiren “kurucu irade” olarak anlaşıldı. Tabiatıyla uygulamaları otoriter ve zaman zaman da totaliter nitelikler kazanan bu dönem, vesayetçi olarak adlandırıldı.
Mete Tunçay, Tarık Zafer Tunaya'yı referans göstererek bu dönemi/rejimi “hukukî olmayan fiilî bir tek parti rejimi”, Cumhuriyet Halk Partisi'ni de “demokratik bir sistemin hazırlayıcısı” (vesayet partisi) diye tanımlamaktadır.
Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle vesayet partisi iktidardan düşmüşse bile, devletin diğer kurumlarıyla birlikte iktidar partisine yönelik bir nevi “vesayet kuşatması”ndan vazgeçmemişti.
Nazmi Eroğlu'na göre bu durum “Millî İradenin kuşatılması” idi. Bunun asıl sebebi, Demokrat Parti ile birlikte “gerçek millet”in taleplerinin karşılanmaya başlanmasıydı.
Bugünkü millî irade tartışmalarını bir de bu tarihî fotoğrafın ardından değerlendirmek bizi yeni ufuklara taşıyacaktır.