Osmanlı İstanbul'unda mesire yerleri
İstanbul halkı yeşile çıkma isteğini cevaplayacak yerleri Haliç’e kuzeyden bakan Kağıthane Deresi civarında buldu. Burası, en güzel mesireliklerden biri olmasının yanında İstanbul tarihinde başlı başına bir bölüm teşkil edecek derecede ün kazanmış, gerek sanat tarihi, gerekse Osmanlı edebiyatı açısından önemli bir yere sahip olmuştur.
Prof. Dr. Semavi Eyice
—
Fethin hemen ardından hızla Türkleşmeye başlayan İstanbul’da halkın yeşillik alanlara ve açık havaya çıkma ihtiyacı baş göstermişti. Bu yerlerde aranan şartların başında, içinden bir akarsuyun geçmesi geliyordu. Ayrıca serin gölgelikler sağlayan ağaçlar ve yeşil çimenlerin bulunması da önemliydi.
Bazı kaynaklardan anladığımıza göre şehrin içinde en eski mesire yeri, Trakya yönünden gelerek Aksaray Meydanındaki bir vadinin dibinde 90 derecelik dönüşle Marmara’ya akan derenin kenarında bulunuyordu. İlk çağda Latince adı Lycus olan, sonraları Ligos’a dönüştürülen bu akarsu 17. yüzyıldan itibaren Bayrampaşa Deresi olarak anılmıştır. Bugünse yatağından metro hattı geçmekte, üstünde de Vatan Caddesi bulunmaktadır.
Bu derenin çevresinde, bilhassa batıya yakın kesiminde vaktiyle yoğun ağaçlık alanların bulunduğu tahmin ediliyor. Nitekim 10. yüzyılın başlarında burada Hz. Meryem’e ithaf edilmiş bir kilise olan Lips Manastırı kurulmuştu. Sonraları bu dinî tesis daha da genişletilmiş, bitişiğine ikinci bir kilise daha yapılarak büyütülmüş, hatta Bizans’ın 13. ve 14. yüzyıllardaki hanedan soyundan birçok kişi bu tesisin içine gömülmüştür.
Fetihten sonra ulemâ ailesinden Fenârîzade Alaaddin Ali Efendi tarafından tekkeye dönüştürülen tesisin kilisesi de cami yapılıp Fenari İsa Camii adını almıştır. (Bugün Vatan Caddesi kenarında bulunmaktadır.)
Osmanlı döneminin başlarında sakin ve huzurlu bir koruluk bölge olduğundan olsa gerek bu bölgede Halıcılar Köşkü diye adlandırılan bir yapı inşa edilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın (1521-1566), babası Yavuz Sultan Selim İstanbul’da olduğunda vaktini burada geçirmeyi çok sevdiğinden dolayı bu köşk civarında onun adına Mimar Sinan’a bir cami ile medrese yaptırmıştır.
Osmanlı tarihi boyunca Haliç kıyılarından başlayıp Marmara kıyılarına kadar uzanan büyük yangın afetlerinde bu semt de defalarca yanmış; ne bir yeşillik, ne de bir ağaç kalmıştır. İstanbul’un Türk devrinde ilk kurulan mesire yerinin burası olduğunu tahmin etmekteyiz. Hızla gelişen ve iskânın yoğunlaştığı şehrin içinde burasının benzeri bir yeşillik ve ağaçlığın oluşmasına imkân olamamıştır.
İstanbul halkı zamanla yeşile çıkma isteğini cevaplayacak yerleri, Haliç’e kuzeyden bakan iki tatlı suyun kenarlarında bulmuştur. Bunlardan biri Alibey Köyü adı verilen akarsu ve bunun yakın çevresidir. Burada bir mesire yeri ortaya çıkmış ise de fazla itibar görmemiştir. Buna karşılık ikinci akarsu olan Kağıthane Deresi İstanbul tarihinde başlı başına bir bölüm teşkil edecek derecede ün kazanmış, gerek sanat tarihi, gerekse Osmanlı edebiyatı açısından önemli bir yer almıştır.
Kağıthane Deresi’nin iki yanı oldukça gür yetişen çayırlar halindeydi. Bu çayırların bilhassa bahar aylarında hayvanlar için çok besleyici hassaları olduğuna inanılıyordu. Nitekim kış biterken Saray-ı Hümâyûn’un has ahırlarındaki hayvanlar bu çayırlara getirilerek otlatılırdı. Sarayda önemli bir görevi olan Mir Âhur veya İmrahor denilen, gerçekte Emir Âhur olan “ahırların emiri” için bu çayırda bir kasır yaptırılmıştı. Yüzyıllar içinde mimarisi değişerek yenilenen İmrahor Kasrı son olarak 19. yüzyılda tümüyle Batı mimarisinde, muhteşem bir köşk olarak yeni baştan yapıldı.
Dere kıyısında mermer döşeli bir rıhtımı olan ve etrafı bahçe duvarı ile sınırlanan bu kasrın içinin de zengin bir şekilde bezenmiş olduğu bilinir. Mimarî bakımdan bir özelliği de yukarı katlara çıkan merdivenlerin tırabzanlarının bohem kristalinden oluşu idi.
İmrahor Kasrı’nın ihtişamını gösteren pek çok eski fotoğraf varsa da, Cumhuriyet döneminde tamamen ortadan kaldırılan bu kasra dair bugün bir iz kalmamıştır.
Çevre duvarının dışındaki 16. yüzyılın sonlarına ait mermer çeşme, kasrın vaktiyle buradaki varlığına işaret eden tek belgedir. Uzun manzum kitabesi, Mimar Sinan’ın yakın dostu olan, hatta onun türbesinin manzum kitabesini de yazmış olan şair Sâî Çelebi’nindir.
Kağıthane Deresi’ndeki mesire yerinin en eski tarihî belgesi olan ve klasik üslupta bir mimariye sahip bu güzel çeşme ne yazık ki 15 yıl kadar önce kitabesini götürmek isteyen bazı hırsızlar tarafından büyük ölçüde tahribe uğramış, kitabesi de parçalanmıştır.
Kağıthane’nin neşeli çayırları
17. yüzyılda Kağıthane çayırları İstanbul halkının açık havaya çıkmak için en fazla itibar gösterdikleri yer olarak kaydedilir. Top dökümü için bu derenin çamurundan kalıp yapıldığına dair bir kayda rastlanmaktadır. Bu da serbest akımı sağlayacak biçimde derenin dibinde biriken çamurun devamlı alındığını gösterir. 17. yüzyıla ait olduğunu tespit ettiğimiz bir minyatürde ise Sultan II. Osman’ın (1618-1622) dere kıyısında bir koltuğa oturmuş olarak çayırda pehlivanların yaptıkları güreşi seyredişi tasvir edilmiştir.
Kağıthane mesire yerinin en parlak çağı, Sultan III. Ahmed (1703-1730) döneminde yaşanmıştır. Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa derenin bir kısmını iki taraftan birer taş rıhtımla sınırlandırmış ve bu rıhtımın ucundaki bir alana da çok kısa süre içinde bir saray yaptırmıştır. Sa’dâbad adı verilen bu saray, Hindistan’da ve bazı Batı şehirlerinde benzerleri olan, çeşitli su oyunlarıyla bezenmiş sarayların bir benzeriydi.
Dere dört kat halinde sıralanan dalgalı mermerlerden işlenmiş bir kaskat, yani bir şelaleden süzülerek akar, yoluna devam ederdi. Bu mermer şelalenin kenarında ve sarayın ana binasının hemen yanında, geniş bir saçakla üstü örtülmüş ve sütunlara oturduğu için etrafı açık olan bir de yuvarlak planlı kasır bulunuyordu. Sarayın çevresinde, geniş ölçüde sahayı içine alan bir duvarın bulunmasından başka bunun içine bir koruluk teşkil edecek şekilde ağaçlar dikilmişti. Bunların arasında Fransa kralı tarafından elçinin aracılığıyla gönderilmiş nadide ağaçlar vardı.
Sarayın karşı tarafında mermerden bir de çeşme yapılmış olup manzum kitabesi dönemin ünlü şairi Nedim’e aitti. Onun ihtişamını ve güzelliklerini mısraları ile geleceğe bıraktığı Sa’dâbad Sarayı tek değildi. Derenin iki tarafındaki yamaçlarda da devletin ileri gelenleri tarafından pek çok köşk ve kasır yaptırılmıştı.
İstanbul halkının başlıca eğlence yerleri Kağıthane Çayırlarıydı bu dönemde. Halk gelip çeşitli gösterileri seyrederken bir taraftan da Haliç’ten dereye kayıklarla gelindiği bilinir.
Sa’dâbad’ın bu ihtişamlı görünüşü ve çayırlarda cereyan eden neşeli canlılık, 1730’da Patrona Halil’in başını çektiği kalabalık bir asi topluluğunun ayaklanmasıyla kan ve ateş içinde son buldu. Asiler sadrazamı öldürürken III. Ahmed’i de tahtından indirmiş, Kağıthane’deki mesire yerlerinin iki tarafındaki köşk ve kasırları yağmalayıp yakmış ancak Sa’dâbad Sarayı’nın sadece pencere camlarını kırmakla yetinmişlerdi.
III. Ahmed’den sonra Sultan I. Mahmud, şair Nedim’in her tarafını ayrı ayrı övdüğü Sa’dâbad Sarayı ve Kağıthane çayırındaki mesire yerini yeniden düzene koymuş, sarayı restore ettirmiş, böylece burası yine İstanbul halkının bilhassa bahar aylarında akın ettiği mesire yeri olmuştur.
Kağıthane Deresi’nin iki yanındaki çayırlar halkın belirli aylarda akın ettiği en büyük ve en hareketli mesire yeri olma özelliğini uzun yıllar korudu. Sa’dâbad Sarayı 100 yıl kadar sonra II. Mahmud döneminde yıktırılarak yerine daha farklı bir mimaride yeni bir saray yaptırıldı. Mermer şelale ve etrafı açık kasır aynen korunmuştu. Fakat II. Mahmud’dan sonra gelen Sultan Abdülmecid (1839-1861) Boğaziçi kıyılarında Batı mimarî üslubunda saraylar yaptırmayı tercih ettiğinden buraya pek iltifat etmedi. Dolayısıyla II. Mahmud’un inşa ettirdiği saray da kısa bir süre sonra harap oldu.
19. yüzyılın ikinci yarısında Sultan Abdülaziz (1861-1876) bu sarayı da yıktırarak yerine mimar Sarkis Balyan’a bütünüyle Batı mimarî üslubunda ‘L’ biçiminde gayet büyük bir saray binası inşa ettirdi. Çağlayan Sarayı adı verilen yine ahşaptan, içi çok müzeyyen (süslü, bezeli) bir saray binası yaptırdı. Yanındaki camiyi de yeniledi. Böylelikle İstanbul halkı karadan arabalarla, denizden de kayıklarla Kağıthane çayırlarına gelme geleneğini kaybetmedi. Tiyatro gösterilerinin buradaki salaş sahnelerde oynanması gibi kimi yeniliklerin ortaya çıkmasına rağmen 1. Dünya Savaşı yıllarına kadar rağbet gören mesire yeri karakteri devam etti.
19. yüzyılda Batılı örneklere göre kurulmuş sivil veya askerî okulların öğrencilerinin Mayıs başına denk gelen Hıdrellez’de Kağıthane çayırlarına gelip kuzu çevirmeleri usulden olmuştu. Bu vesileyle burada öğrencilerin toplu fotoğrafları çekilirdi.
Sultan II. Abdülhamid Kağıthane’nin şenlenmesine yardımcı olmuştu. Şişli’den inen yolun dere kıyısındaki ucuna mermerden bir çeşme yaptırmasından başka Kağıthane Köyü’nün karşısında kâgir iki büyük kasır da inşa ettirmişti. Ancak bu kasırları saray olarak kullanmak kısmet olmadı. Bunlar önce astsubay okulu yapıldı, sonra yıkılıp kendi hallerine bırakıldılar.
Sa’dâbad’ın üçüncü aşaması olan Sultan Abdülaziz’in yaptırdığı Çağlayan Kasrı ise 1. Dünya Savaşı’ndan sonra kaderine bırakıldı. Onarılması için işlemler yapılıp kesin karar alındığı sırada 2. Dünya Savaşı başlayınca General Fahrettin Altay tarafından hiç kimseye danışılmadan yıktırıldı, yerine de istihkâm okulu olan beton bir bina inşa ettirildi.
Büyük bir ağaç fırtınada Kasr-ı Nîşad’ın üzerine devrilerek yapıyı tamamen dağıtırken 1955 sonbaharında yağan şiddetli yağmurda da yıllardır sağlam duran şelalenin mermer çanakları akımı kolaylaştırmak için askerler tarafından parçalandı. Böylece eski Sa’dâbad da tarihte ve edebiyatta kalmış oldu.
Çayırlar ise daha çok buradaki istihkâm okulunun talim ve tatbikat yeri olarak kullanıldığından mesire yeri olmaktan çıktı.
Çayırdaki namazgâh çeşme
Şehrin Avrupa tarafındaki diğer büyük mesire yerlerinden biri de Boğaz kıyısında Büyükdere’dir. Buradaki düz arazi bilhassa Galata tarafında oturanların tercih ettikleri bir mesire yeriydi. En önemli özelliği, 700-800 yıllık olduğu söylenen muazzam büyüklükteki çınar ağacıydı.
1. Haçlı Seferi (1095) ordusu batıdan gelip Bizans önlerinde konakladığında başlarındaki Godfrey de Bouillon, yaygın bir söylentiye göre bu ağacın altında konaklamıştı. Bu bakımdan İstanbul’da, bilhassa Galata ve Beyoğlu’nda yaşayan yabancıların Büyükdere mesiresine büyük bir ilgileri vardı. Hatta Beyoğlu’nun zengin bankerlerinden Baron Von Hübsch unvanını Baron Von Grossthal (büyük vadi) olarak değiştirmişti.
İstanbul’a gelen pek çok seyyahın anlattıkları bu dev çınar da ne yazık ki korunamadı. Bir kovuk halinde oyulmuş gövdesinde kurulan kır kahvesi ocağından sıçrayan ateşle 1. Dünya Savaşı yıllarında yandı. Bugün elimizde sadece bazı resimleri kalmıştır. Fransız ressam Jules Laurens tarafından 1840’larda yapılmış bir resmi bu tabiat harikasını mükemmel bir surette aksettirmektedir.
Büyükdere mesiresinin biraz daha güneyinde, Tarabya’da Alman elçiliğine bir yazlık inşa edilmek üzere bağışlanan büyük çayır ve koruluğun da aslında Boğazdaki mesire yerlerinden biri olduğu bir hatırattan anlaşılmaktadır. Hatıratın yazarı bu ağaçlı mesire yerinin halk tarafından serbestçe kullanılırken, padişah iradesiyle bir yabancı elçiliğe verilmesini ve etrafının duvarla çevrilerek halka kapatılmasını acı bir dille tenkit etmektedir.
Daha güneyde, Dolmabahçe Sarayı’nın hizasında ise sarayın bir bakıma eki gibi küçük bir kasır inşa edilmişti. Adeta basit bir çiftlik evinin saraylaşmış örneği olan bu küçük kasır ağaçlarla kaplı çukur bir arazinin içinde bulunuyordu.
Önünde büyük bir süs havuzu da bulunan bu kasır Cumhuriyet döneminde Küçük Çiftlik Parkı adıyla halka açık şarkılı bir gazino haline getirilmiş ve işletecek kişilere kiralanır olmuştu. Bu satırların yazarı olan ben 1930’larda ufak bir çocukken büyüklerle birlikte bu gazinoya gitmiş ve havuzun başındaki masalardan birinde oturmuş, hatta kasrın içini de gezip dolaşmıştım. Ünlü ses sanatkârımız merhum Safiye Ayla Hanım da o zaman burada şarkı söylüyordu.
Dolmabahçe’deki stadın yerindeyse sarayın ahırları bulunuyordu. Bu ahırların gerisindeki bu çiftlik parkının bir kısmı üzerine de gazhane yapılmıştı. Ahırlar yıkılıp yerine bir İtalyan mimar tarafından bugünkü stadyum yaptırıldı. Bugün bu mini mini saray ile bahçesinden en ufak bir iz dahi kalmamıştır.
Boğaziçi’nin Anadolu yakasında mesire yeri denildiğinde ise akla ilk olarak Beykoz çayırı gelir. En önemli özelliklerinden biri, Beykoz’un merkezinde 18. yüzyılda yapılıp İstanbul’da bir benzeri olmayan muhteşem çeşmenin gümrük emini İshak Ağa’nın bu çayırda da obelisk biçiminde yapılmış bir çeşmesinin bulunmasıdır. Bunun bir yüzünde çeşmenin lülesi bulunurken, arka tarafı bir mihrap şeklinde işlenmiştir. Kısacası çeşme, çayırda bir namazgâh vazifesi görüyordu.
Seneler evvel buradan geçerken birilerinin çeşmeyi kırmakta olduğunu gördüm. Derhal müdahale edip Beykoz emniyetinden polis getirterek tahribi o an için önlemeye çalıştım. Sonradan öğrendiğime göre bu kazıları yapan, şehrin çeşitli yerlerinde define bulmak amacıyla kazılar gerçekleştiren Karadenizli profesyonel bir defineciymiş.
Boğaziçi’nin Anadolu yakasının en büyük mesire yerlerinden bir diğeri de Göksu ve Küçüksu derelerinin çevresinde bulunmaktadır. Göksu’nun yanına, padişahın halkın yanına gelebilmesi için bir biniş kasrı niteliğinde olan, günübirlik kaldığı Göksu Kasrı yapılmıştır. Bu kasrın yanında, çayırın denize yakın bir kesiminde, güzel bir mermer çeşmeden başka evvelce iki adet kıble taşı olan büyük bir de namazgâh vardır.
Bu çayırın nihayetinde 1970’lere kadar duran, ahşaptan yapılmış bir gazino ve küçük bir otelin de varlığı dikkat çekiyordu. Üst katın ön cephesinde eski yazıyla Türkçe ve Fransızca olarak otel ve gazino olduğu yazılıydı. 1970’lerde harap halde gördüğüm bu binanın bugün ayakta olduğunu sanmıyorum.
Göksu mesiresinin çayırlarının deniz taraflarındaki ucunda, eskiden beri bir gelenek olarak mısır kaynatılırdı. Bu adet Boğaziçi’ne köprü yapılıncaya kadar sürdürüldü. Akşamüstü bu çayırlara çıkan halkın en büyük zevki, kazanlarda kaynatılan mısırları alıp yemekti.
Göksu Çayırı, Boğaziçi Köprüsü yapılırken şantiye haline getirildi ve uzun bir geçmişi olan mısır kazanları ortadan kalktı. Çok yıl önce tanımış olduğum ve bir Türkle evli olduğu için İstanbul’a yerleşmiş Belçikalı bir hanım, gençlik yıllarında Beyoğlu sosyetesinden diğer yabancı hanımlarla birlikte Göksu Deresi kıyısında kurbağa avladıklarını ve butlarını da çayırda yaktıkları ateşte ızgara yaparak afiyetle yediklerinin anlatmıştı.
Adile Sultan’ın kır düğünü
Anadolu yakasının büyük çayırlı mesire yeri ise Haydarpaşa çayırıydı. Kadıköy ile Karacaahmet Kabristanı arasında arkalara doğru uzanan bu düz arazide ince bir dere Kadıköy Koyu’na akardı. Haydarpaşa garının 20. yüzyılın başında yapımıyla demiryolu şebekesinin buradan geçmesi sonucu bu çayır ikiye bölünmüştü.
Bir ucu Kadıköy Koyu’nda sahile kadar inen, arkası ise hayli gerilere uzanan çayır bilhassa 19. yüzyılda halkın rağbetiyle karşılaşmış ve bu o derecede genişlemişti ki, Sultan II. Mahmud’un kızı Adile Sultan (1826-1899) ile Mehmed Ali Paşa’nın yedi gün yedi gece süren düğünü bu çayırda çeşitli eğlentiler halinde yapılmıştı.
Bu eğlenceler arasında en dikkat çekeni, Comaschi adında bir İtalyanın burada balon uçurmasıdır. Çayırdaki halk havalanan balonu ve sepetindeki İtalyanı hayretle seyretmişti. Başarılı geçen ilk iki denemeden sonra aynı İtalyan üçüncü denemesinde balonuyla havalanmış fakat maalesef geri dönememiştir. Herhalde sert poyrazın tesiriyle balon Marmara’nın ortalarına bir yerlere sürüklenmiş, oralarda baloncusuyla birlikte düşerek Marmara Denizi’nde kaybolmuştur.
Haydarpaşa çayırının demiryolundan denize kadar olan bölümü üzerine demiryoluna ait tesisler yapılmakla beraber büyük bir kısmı çayır olarak kaldı. Haydarpaşa tarafında yaşayan Kadıköylü hanımlar bilhassa akşamüstleri çocuklarıyla beraber buraya çıkarlardı. Hatta uçurtma uçurmak gibi masum eğlenceler olduğu gibi karpit patlatmak gibi muzır eğlenceler de yapılırdı burada.
Bu çayırın denize yakın kısmında çok büyük bir ahşap konak 1930 yıllarının sonlarına kadar ayaktaydı. Devlet Demir Yolları personelinin kiracı olarak oda oda kullandığı bu bina, bu tarihten sonra yıkıldı. Yaşlıların anlattıklarına göre Çanakkale Savaşları sırasında oradan getirilen yaralılardan bir kısmı, Haydarpaşa hastanelerinde yer kalmadığından bu çayırda tedavi edilmişti. Çayırın demiryolundan yukarıda kalan kısmında son yıllarda dev bir alışveriş merkezi inşa edildi.
Bu çayırın Bizans tarihinde yaşanan önemli bir olayla da ilgisi vardır. 1203 tarihinde Konstantinopolis’i kuşatmak üzere Venedik’ten gelen 4. Haçlı Ordusu gemilerini Haydarpaşa ile Kadıköy arasındaki burna demirlemişlerdi. Uzun deniz yolculuğunda ambarlarda bunalan hayvanlarını burada gemilerden boşaltarak Haydarpaşa çayırının otlarından faydalanmak üzere salıvermişlerdi. Bugün bu çayırdan geriye bir şey kalmamıştır.
Kadıköy’ün diğer bir mesire yeri ise Kuşdili Çayırı olarak adlandırılan ve Yoğurtçu Deresi ile sulanan düzlüktür. Osmanlı döneminin sonlarına doğru sosyetenin tercih etmeye başladığı ve Kağıthane Deresi’nin demode olduğu yıllarda bu geniş çayırlık alan çok beğeniliyordu. Bu çayırda bazı gösteriler yapılırdı; yurt dışından gelen cambaz kumpanyalarının yine burada direklere çakarak marifetlerini gösterdikleri bilinir.
Bu çayırın dere kıyısında bir tane de Fenerbahçe Kulübü’nün ahşap binası vardı. (Bir yangında bu bina da yandı.) Bugün Yoğurtçu Deresi’nin üzerindeki beton köprü yapılıncaya kadar bir sandal yolcuları bir yakadan diğerine birkaç kuruş karşılığında geçirirdi. Esas köprü, bugün izi bile kalmayan Söğütlü Çeşme Mezarlığı ile Mahmut Baba Kabristanı’nın arasından geçen yol ve E-5 çevre yoluna geçişin yapıldığı yoncanın bulunduğu yerdeki üç gözlü köprü idi ki, buna Taş Köprü denirdi.
Kuşdili çayırının Altıyol’a giden anayol üzerindeki bir parçası bostan olarak düzenlendi ve Çukurbostan olarak adlandırılarak bir süre sebze ekilip satılan bir tarım bölgesi şeklinde kullanıldı. Aynı şey Haydarpaşa çayırında da 1930’lara kadar yapılıp bir süre bostan olarak kullanıldı.
Kuşdili çayırının parlak döneminde Söğütlüçeşme Caddesi kenarında bir de sahne binası yapılmıştı. Her tarafı, hatta döşemesi bile ahşap olan bu salaş bina 1930’larda çok eski sessiz filmlerin oynatıldığı Kuşdili Sineması adıyla epey yıl çalıştı. Bu pek ilkel sinemanın sesli film göstermesine imkân olmadığından sahnesinin önünde bulunan çukurdaki bölmesinde ihtiyar bir kemancıyla bir piyanist sessiz filmin temposuna göre güya müzik yaparlardı. Kuşdili Çayırı bir gösteri yeri olarak uzun zaman kullanıldı.
Abdülaziz’in güreştiği çayır
Yoğurtçu Deresi’nin daha gerilerinde ikinci bir mesire yeri daha vardı. Fikirtepesi eteğinde akan derenin yanında ve tepenin alt kısmında büyücek bir çayır vardı ki burada, tam derenin kenarında olmak üzere bir de kasır yapılmıştı. Sultan Abdülaziz’in güreş kasrı olarak adlandırılan bu kasrın önündeki çayır, onun güreş tuttuğu yer olarak bilinirdi.
Kasır uzun süre yaşadı hatta bölüm bölüm kiraya verilerek kullanıldı. Bu çayırın üzerinde Kadıköy gazhanesi yapıldığı için burası mesire yeri olmaktan çıktı. Ancak araziye hâkim olan Fikirtepesi adı verilen yükseklik yine bölge halkının hava almaya hatta piknik yapmaya gittikleri bir yer olarak bir süre daha kaldı.
Sultan V. Murad’ın şehzadelik zamanında oturduğu ahşap köşk, iki cumartesi pazar arasına kurban bayramının da girmesiyle yapılan uzunca resmî tatil süresinden faydalanılarak hiçbir neden yokken yıkılıp kaldırıldı. Bugün yerinde Marmara Üniversitesi’nin çeşitli binaları vardır.
Anadolu yakasının II. Abdülhamid döneminde en gözde ve işlek mesire yeri Fenerbahçesi olmuştur. Osmanlı devrinin daha önceki dönemlerinden itibaren Fenerburnu denilen ve denize doğru uzanan bu yarımadada bir padişah kasrı vardı. Padişahlar sefere çıkan orduyu selametlemeye veyahut karşılamaya saraydan deniz yoluyla buraya gelirler, buradaki kasırda bir süre istirahat edip selametlenecek veya karşılanacak orduyu burada selamlarlardı. Sonra bu kasır ortadan kalkmış, yerine de bir şey yapılmamıştır.
Ancak denize doğru uzanan bu çayırlı ve ağaçlı burun üzerinde Osmanlı döneminin son yıllarında en sevilen mesire yeri yapıldı. Burada hiçbir sabit tesis yoktu, sadece iki yanında deniz olup bir ucunda fener bulunan bir yarım ada vardı. Gayet tabii olarak burada bir de kır kahvesi de kurulmuştu.
İstanbul sosyetesinin büyük bir kısmı burada açık havaya çıkmayı bir eğlence olarak kabul ediyordu. Osmanlı döneminin son yıllarına ait bazı hatıra yazılarında, hatta romanlarda buranın adına rastlanır. O kadar revaç bulmuş bir yerdi ki Feneryolu’na demiryolundan bir hat ayrılmıştı.
Bu mesire yerine İstanbul tarafından gelenler için Haydarpaşa Garı’ndan makasla ayrılan bu hat Fenerbahçe’ye bağlanmıştı. Bağdat Caddesi’ni keserek geçen bu demiryolu hattı 1960-70’li yıllar arasında tamamen kaldırıldı. Bir süre tabii bir ağaçlı yeşil saha olarak herkese açık duran Fenerbahçe Burnu, birtakım kulüp binalarının yapılması suretiyle bir müddet kapalı kaldıktan sonra inşa edilen tesislerle tekrar halka açılmıştır. Bugün bu mesire yerlerinden sadece Fenerbahçe park olarak halkın kullanımına açıktır. Bir de Yoğurtçu Parkı kenarında küçük bir alan park olarak kullanılmaktadır.
Fetih’ten sonra İstanbul’da halkın açık havaya çıkması için tercih edilen belli başlı mesire yerleri hakkında daha çok şeyler yazılabilir. Bu sadece özetten ibaret bir yazıdır.
Bir de şehrin içinde bazı büyük bahçeler vardır. Kadıköy ile Haydarpaşa arasındaki Haydarpaşa Bahçesi, Beykoz’un arkalarında kurulmuş olan Tokat Bahçesi, IV. Murad’ın tercih ettiği Anadolu yakasındaki İstavroz Bahçesi, bugün bir semte adını veren Hezarfen Ahmed Paşa’nın yalısının bulunduğu arazinin bahçe kısmı olan Paşabahçesi ile Kadıköy’de Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadyumu’nun arkasındaki, Ahmed Rasim’in bilhassa yaz aylarında gitmeyi tercih ettiği ve burada mevsim meyveleriyle rakısını içtiği Papazın Bağı’ndan burada bahsedilmediğini hatırlatalım.