Osmanlı hanedan ailesine kayıtlı son ismi kaybettik
Enver Paşa ve Naciye Sultan’ın torunu Arzu Enver Eroğan, 2012 yılının Nisan ayında kaybettiğimiz halası Neslişah Sultan’ı Derin Tarih’e anlattı.
2 Nisan 2012 sabahı huzur içerisinde aramızdan ayrılıp terk-i dünya eyleyen, doğumu Hanedan Defteri'ne kayıtlı son kişi olan Halamın Fatma ismi dedesi VI. Mehmed Vahidettin Han tarafından, Neslişah ismiyse büyük babası Halife Abdülmecid Efendi tarafından verilmişti. Ailemizin geleneği olarak baba tarafından hanım bireyler “Hala", anne tarafından hanım bireyler ise “Teyze" olarak adlandırılır. Neslişah Sultan Efendi, babam Beyzade Ali Enver Bey'in annesi Naciye Sultan'ın yeğenidir.
3 Mart 1924 tarihli kanun gereği Osmanlı hanedan ailesinin tüm bireylerine “Türkiye Cumhuriyeti memaliki dahilinde" ikamet yasağı getirildiğinden 3 yaşında memleket haricine çıkarılmış ve ailemiz üyeleri o şartlarda bulabildikleri ülkelerde geçici olarak ikamet etmişler, Sultan Efendi kanadı ise annesiyle babası San Remo şehrinde yaşamını sürdürdüğünden yakınlığı dolayısıyla Nice şehrini seçmişlerdir. Babasının babası Abdülmecid Efendi önce Paris'te yaşarken sonra Nice'e taşınmış, bu vesileyle ailenin diğer bir bölümü de, çocukların birlikte büyümeleri, iklim vs. sebeplerle bu şehri ikametleri için seçmişlerdir. Babaannem Naciye Sultan da Berlin'deki çalkantılı siyasî gelişmeler ve çocuklarının güvenliği nedeniyle önce Paris'e, sonra da Nice'e yerleşmiştir.
Zorunlu gurbet yaşamı, aile büyükleri için azaplı ise de, onlar maddî ve manevî sıkıntıların, hatta açlığın dahi çocuklara yansıtılmadığını, aile büyüklerinin gösterdiği muhabbet sonucu bütün yeğenlerin birlikte mutlu addedilebilecek bir çağ yaşadıklarını anlatırlardı. Bilhassa babam, Enver Paşa'nın oğlu Ali Enver Bey ile saygı ve sevgiye dayalı derin kardeşlik ilişkilerini hasretle ve uzun uzun naklederdi.
Neslişah Sultan da diğer yeğenleriyle birlikte disiplinli devlet okullarında lise tahsilini tamamlayıp aynı zamanda evinde, büyüklerinden aldığı derslerin de neticesi olarak Osmanlıca, Fransızca, İngilizce, Almanca ve Arapça öğrenmiş; felsefe, edebiyat, din, müzik ve spor dallarında çok derin bir eğitim almıştı. Yahya Kemal'e göre annesi Sabiha Sultan, devrinin Türkçeye en mükemmel bir şekilde vakıf şahsiyetiydi.
Nice'deki çocukluk dönemini bizlere anlatırken Abdülmecid Efendi'nin kendilerine şöyle dediğini naklederdi: “Telkin edilen vazifelerinizi yapın, Sultan olduğunuzu hiç unutmayın."
Anlattıklarından biri de şuydu: “Büyükbabam beni Fransa'da liseye kendisi gönderdi. Orada Fransızlar gibi yaşamamızı istedi. Büyükbabam, babamdan çok daha modern görüşlüydü. Babam Ömer Faruk Efendi ise okuldaki müsamerelere çıkmamıza dahi müsaade etmezdi."
Babası Ömer Faruk Efendi'nin, çocuklarının tahsillerinin bitiminde Kahire'ye yerleşme kararı neticesi Hıdiv ailesinden gelen, sonra Mısır Kral Naibi olan muhterem eşiyle ilgili şöyle derdi: “Adetlere göre ailelerimizin kararına uydum. Ama sonradan anlaştık, arkadaş olduk. Çocuklarımızı beraber büyüttük. Problemleri birlikte göğüsledik. Annelik mesuliyet ve saadet demektir. Annelik çok güzel bir his bence."
İstanbul'da yaşadığı günlerde mevsiminde Boğaz'ı yüzerek geçen ve iyi bir binici olan Halam “Mısır'da yaşamaya başladığımdan itibaren at biniyordum. Zaten çok genç yaşta Avrupa'da kayak yapmayı öğrenmiştim. Kayak, at binme ve deniz sporlarına 60 yaşıma kadar yoğun bir şekilde devam ettim" diye anlatırdı.
Mısır günlerini sorduğumda ise şöyle cevap vermişti:
“Hıdiv ailesinin yönettiği (fakirler için) Mubarra Muhammed Ali adlı teşkilatta çalıştım. İki hastanenin başkanlığını yaptım. Beni 5 hastaneye başkan yaptılar. Her gün gider, çalışırdım. Bir kısmı ise İskenderiye'deydi. Kliniklerde bizimle çalışan eczacılar tarafından Mısır'da sık rastlanan hastalıklar için ilaçlar imal edilirdi. Denetimleri de habersiz yapardık.
Komite Mısır'ın ileri gelen Müslüman, Kıpti ve Yahudi hanımları, kardeşlerim Hanzade ve Necla ile Türkiye Sefiresi Emine Tugay, eski İmparatoriçe Fevziye ve kardeşi ve Kralın kızkardeşi Prenses Faize'den oluşurdu.
O sıralarda İsrail Devleti kurulmuştu. Fena muamele gören Filistinliler kaçmaya başladılar. Kanaldan istifade ederek Mısır'a geçtiler. Biz de Komite olarak onlara kamplar kurarak mesken ve gıda temin ettik.
Mısır'da Zagazig adında Süveyş'e yakın bir kasaba vardır. Orada da bir hastanemiz mevcuttu. Süveyş'te İngilizlerle çıkan bir çatışma sonucunda yaralanan Mısırlılar hastanemizde tedavi edildi. Hastaları ziyaret etmek istedik ama Kral Faruk İngilizlerle ilişkilerinin bozulmaması için bizlerin gitmesine mani oldu. Daha sonra gittiğimizde güzelim Süveyş şehrinin mahvolduğunu gördük."
Mısır Sarayı'nda hissettikleri ve adetlerimizle ilgili anlattıklarını da sizinle paylaşmak istiyorum: “Hıdiv Hanedanı Türk kökenli bir aile olduğundan adetleri Osmanlı teşrifat adetleriyle aynıdır. Zira Mısır 1914'e kadar Osmanlı teb'asıdır."
Hanedan ailesinden bir hanım olarak Mısır'da neler yaşadığını sorduğumuzda şöyle demişti: “Her Hanedan gibi diyebilirim. Ailemin tarihiyle her zaman iftihar ettim. Mısır'da kocamın Hidiv ailesi bana her zaman Sultan muamelesi ederdi. Saraya gittiğimde ve Mubarra'da Mısır Prensesi olarak sıramı alırdım. Türkiye'ye döndüğüm zamansa insanlar beni Sultan olarak görüp saygı gösterdiler."
Mısır'da, başlarında General Necib'in bulunduğu genç subaylar darbesini müteakip eşi Kral Naibi, kendisi de bir anlamda Kraliçe olduğu günlerde iktidara el koyan Nasır tarafından ağır suçlamalarla tutuklanıp uzun süre yargılandığı günlerde vakur duruşuyla yaptığı savunmalar neticesi canlarını kurtarabilmişler, ancak tüm varlıklarına el konularak eşi ve iki çocuğuyla birlikte Mısır'ı terk etmek mecburiyetinde kalıp geçici olarak İsviçre'ye yerleşmişlerdi.
Üst üste iki ihtilal görmüş olmanın bir hanım olarak kendisini nasıl etkilediğini öğrenmek istediğimde “Bu herkese nasip olmuyor, böylelikle kendimi müdafaa etmeyi öğrendim" diye veciz bir cevap almıştım.
Ne mutlu bana ki, bu sohbetlerde onu uzun uzun dinleme fırsatını bulmuşum.
Tarihte en sevdiği kadını sorduğumda, “Melek gibi annem Sabiha Sultan", hangi yemekleri iyi yaptığını sorduğumdaysa “Çerkez tavuğu, saray limonatası, kızarmış pilav, saray usulü su böreği (kaynar suya elleriyle dizerdi), sufle, pate, velhasıl alaturka ve alafranga mutfağı bilirim" diye cevap verirdi. Kendisine imrendiğimiz moda ve giyim kuşam hakkında “İnsan yakışanı giymeli ve kendi tarzını yaratmalı" derdi.
Klasik Batı ve Türk musikisini iyi bilirdi ve hayranıydı. Bir soruyu “Şan dersleri aldım. Daha çok Alman bestecileri severim" diye cevaplamıştı. Zamanının dünyaca meşhur sanatçıları kendisiyle tanışmışlar, her biriyle güzel hatıraları olmuştu. Son gününe kadar daima okurdu.
Son yıllarında daha çok tarih kitaplarını tercih ediyordu. Güncel gelişmeleri alışkanlık olarak takip eder, muhteşem analizler sunardı. Nice akademisyen vs. önemli kişi kendisine fikir danışırdı.
Günün birinde “Bu hayat size ne öğretti?" diye sormuşlardı da, “Her hadiseyi olduğu gibi kabul ve Allah'a tevekkül etmeyi öğretti" cevabını vermişti.
Asaleti nasıl tanımladığı sorulduğunda cevabı şu olmuştu: “Sadelik ve hürmet telkin etmektir."
Her daim minnetle hatırlayacağım, şefkat dolu, ömr-ü hayatımda gördüğüm en vakur ve kâmil insan, sevgili Halacığım, hissiyatı Doğulu, dağarcığı Batı ve Doğu kültür ve felsefesiyle dolu, kadirşinas, rikkatli ve çok zarif bir Sultan Efendi'ydi.
“Devlet-i ebed-müddet", ailemizin diğer azalarının olduğu gibi kendisinin de hassasiyetle üzerinde durduğu bir mefhumdu. Ailenin kurduğu ve büyüttüğü devletin devam ettiği ilkesinden hareketle bazı önemli konuların canlı şahidi olduğu halde hiçbir zaman Mütareke sırası, İstiklal Savaşı ve sonrası dönemle ilgili, devlete zeval gelir endişesiyle hiç bilgi vermezdi, özellikle de çok sevip saysa dahi dışarıdan gelen kişilere karşı bu tavrına hassasiyetle riayet ederdi.
Sadece bir kez, bir dönemde bazı hainliklere şahit olduğunu kısaca aktarmıştı, o kadar. Bir televizyon mülakatında “Dışarıya çıktığım zaman hayran kaldığım bütün güzel şeylerin ailem tarafından yapıldığını görmek beni çok mutlu ediyor" diye veciz bir ifadesi olmuştu.
Geçtiğimiz yıllarda Rus Çariçesi, yanında Devlet Başkanının yakınları ve Duma üyelerinden oluşan bir heyetle İstanbul'u ziyaret etmişti. Bu esnada eşim (Ömer Eroğan) ile birlikte öğle yemeğinde kendileriyle buluştuğumuzda bize uzun uzun Rusya'da açtıkları ve kazandıkları davayla ilgili bilgiler verdiler. Birkaç gün sonra Çariçe'nin (diğer ülkelerde her şeye rağmen hanedan sıfatları devam etmektedir) saygı ve muhabbetlerini Halama iletmek üzere ziyaretine gittiğimde bu konuyu da anlatmıştım. Cevabı şu olmuştu: “Yanlış yaptılar. Ailemizden örnek almaları gerekirdi".
Diğer bazı Batı ülkelerinin örneklerine karşı Hanedan ailemiz her siyasî yönetime saygılıdır. Fakat Cumhuriyetin nadide çocuğu demokrasinin, uzun yıllardır memleketimizde daha tam olarak yerleşememiş olması, bundan dolayı halkımızın büyük zarar görmesi çok büyük bir üzüntü kaynağı olmuştur.
Halam Neslişah Sultan Efendi'nin vefatı dolayısıyla ailemize gösterilen nazik ve yakın ilgilerin yoğunluğu eminim ki, merhumenin ruhunu şad, bizleri de mütehassis etmiştir. Bunu sonsuza dek unutmayacağız.
Dedenizin mesleği ne? Padişah!
Halam, resmi bir ziyaret nedeniyle Mısır Kral Naibi Prenses olarak Osmanoğlu Hanedan azalarıyla ilgili yasak devam ederken Türkiye'ye gelmiş ve protokol kaideleri içerisinde karşılanmıştı. İkamet ve vatandaşlıklarıyla ilgili kanun düzenlemesi sonrası memleketine gelişinde vatandaşlık başvurusuyla ilgili emniyet birime başvurduğunda kendisine muhtelif sorular yöneltilmiş. Mesela Dedenizin ismi? Mesleği? Halamın cevabı şöyle olmuş: “VI. Mehmed Vahidettin Han, mesleği Padişah." Soru: “Diğer dedenizin ismi ve mesleği?" Cevap: “İsmi Abdülmecid, mesleği ise Meclis kararı ile Halife." Mukabil soru: “Dinleri ne idi?" Elcevap: “Eee, Müslümanların Halifesi olduklarına göre, lütfen siz karar verin." Tabii memurun ayağa kalkarak gösterdiği mahcubiyeti hiç unutmadığını söylerdi.
3 Mart 1924 tarihli kanun gereği Osmanlı hanedan ailesinin tüm bireylerine “Türkiye Cumhuriyeti memaliki dahilinde" ikamet yasağı getirildiğinden 3 yaşında memleket haricine çıkarılmış ve ailemiz üyeleri o şartlarda bulabildikleri ülkelerde geçici olarak ikamet etmişler, Sultan Efendi kanadı ise annesiyle babası San Remo şehrinde yaşamını sürdürdüğünden yakınlığı dolayısıyla Nice şehrini seçmişlerdir. Babasının babası Abdülmecid Efendi önce Paris'te yaşarken sonra Nice'e taşınmış, bu vesileyle ailenin diğer bir bölümü de, çocukların birlikte büyümeleri, iklim vs. sebeplerle bu şehri ikametleri için seçmişlerdir. Babaannem Naciye Sultan da Berlin'deki çalkantılı siyasî gelişmeler ve çocuklarının güvenliği nedeniyle önce Paris'e, sonra da Nice'e yerleşmiştir.
Zorunlu gurbet yaşamı, aile büyükleri için azaplı ise de, onlar maddî ve manevî sıkıntıların, hatta açlığın dahi çocuklara yansıtılmadığını, aile büyüklerinin gösterdiği muhabbet sonucu bütün yeğenlerin birlikte mutlu addedilebilecek bir çağ yaşadıklarını anlatırlardı. Bilhassa babam, Enver Paşa'nın oğlu Ali Enver Bey ile saygı ve sevgiye dayalı derin kardeşlik ilişkilerini hasretle ve uzun uzun naklederdi.
Neslişah Sultan da diğer yeğenleriyle birlikte disiplinli devlet okullarında lise tahsilini tamamlayıp aynı zamanda evinde, büyüklerinden aldığı derslerin de neticesi olarak Osmanlıca, Fransızca, İngilizce, Almanca ve Arapça öğrenmiş; felsefe, edebiyat, din, müzik ve spor dallarında çok derin bir eğitim almıştı. Yahya Kemal'e göre annesi Sabiha Sultan, devrinin Türkçeye en mükemmel bir şekilde vakıf şahsiyetiydi.
Nice'deki çocukluk dönemini bizlere anlatırken Abdülmecid Efendi'nin kendilerine şöyle dediğini naklederdi: “Telkin edilen vazifelerinizi yapın, Sultan olduğunuzu hiç unutmayın."
Anlattıklarından biri de şuydu: “Büyükbabam beni Fransa'da liseye kendisi gönderdi. Orada Fransızlar gibi yaşamamızı istedi. Büyükbabam, babamdan çok daha modern görüşlüydü. Babam Ömer Faruk Efendi ise okuldaki müsamerelere çıkmamıza dahi müsaade etmezdi."
Babası Ömer Faruk Efendi'nin, çocuklarının tahsillerinin bitiminde Kahire'ye yerleşme kararı neticesi Hıdiv ailesinden gelen, sonra Mısır Kral Naibi olan muhterem eşiyle ilgili şöyle derdi: “Adetlere göre ailelerimizin kararına uydum. Ama sonradan anlaştık, arkadaş olduk. Çocuklarımızı beraber büyüttük. Problemleri birlikte göğüsledik. Annelik mesuliyet ve saadet demektir. Annelik çok güzel bir his bence."
İstanbul'da yaşadığı günlerde mevsiminde Boğaz'ı yüzerek geçen ve iyi bir binici olan Halam “Mısır'da yaşamaya başladığımdan itibaren at biniyordum. Zaten çok genç yaşta Avrupa'da kayak yapmayı öğrenmiştim. Kayak, at binme ve deniz sporlarına 60 yaşıma kadar yoğun bir şekilde devam ettim" diye anlatırdı.
Mısır günlerini sorduğumda ise şöyle cevap vermişti:
“Hıdiv ailesinin yönettiği (fakirler için) Mubarra Muhammed Ali adlı teşkilatta çalıştım. İki hastanenin başkanlığını yaptım. Beni 5 hastaneye başkan yaptılar. Her gün gider, çalışırdım. Bir kısmı ise İskenderiye'deydi. Kliniklerde bizimle çalışan eczacılar tarafından Mısır'da sık rastlanan hastalıklar için ilaçlar imal edilirdi. Denetimleri de habersiz yapardık.
Komite Mısır'ın ileri gelen Müslüman, Kıpti ve Yahudi hanımları, kardeşlerim Hanzade ve Necla ile Türkiye Sefiresi Emine Tugay, eski İmparatoriçe Fevziye ve kardeşi ve Kralın kızkardeşi Prenses Faize'den oluşurdu.
O sıralarda İsrail Devleti kurulmuştu. Fena muamele gören Filistinliler kaçmaya başladılar. Kanaldan istifade ederek Mısır'a geçtiler. Biz de Komite olarak onlara kamplar kurarak mesken ve gıda temin ettik.
Mısır'da Zagazig adında Süveyş'e yakın bir kasaba vardır. Orada da bir hastanemiz mevcuttu. Süveyş'te İngilizlerle çıkan bir çatışma sonucunda yaralanan Mısırlılar hastanemizde tedavi edildi. Hastaları ziyaret etmek istedik ama Kral Faruk İngilizlerle ilişkilerinin bozulmaması için bizlerin gitmesine mani oldu. Daha sonra gittiğimizde güzelim Süveyş şehrinin mahvolduğunu gördük."
Mısır Sarayı'nda hissettikleri ve adetlerimizle ilgili anlattıklarını da sizinle paylaşmak istiyorum: “Hıdiv Hanedanı Türk kökenli bir aile olduğundan adetleri Osmanlı teşrifat adetleriyle aynıdır. Zira Mısır 1914'e kadar Osmanlı teb'asıdır."
Hanedan ailesinden bir hanım olarak Mısır'da neler yaşadığını sorduğumuzda şöyle demişti: “Her Hanedan gibi diyebilirim. Ailemin tarihiyle her zaman iftihar ettim. Mısır'da kocamın Hidiv ailesi bana her zaman Sultan muamelesi ederdi. Saraya gittiğimde ve Mubarra'da Mısır Prensesi olarak sıramı alırdım. Türkiye'ye döndüğüm zamansa insanlar beni Sultan olarak görüp saygı gösterdiler."
Mısır'da, başlarında General Necib'in bulunduğu genç subaylar darbesini müteakip eşi Kral Naibi, kendisi de bir anlamda Kraliçe olduğu günlerde iktidara el koyan Nasır tarafından ağır suçlamalarla tutuklanıp uzun süre yargılandığı günlerde vakur duruşuyla yaptığı savunmalar neticesi canlarını kurtarabilmişler, ancak tüm varlıklarına el konularak eşi ve iki çocuğuyla birlikte Mısır'ı terk etmek mecburiyetinde kalıp geçici olarak İsviçre'ye yerleşmişlerdi.
Üst üste iki ihtilal görmüş olmanın bir hanım olarak kendisini nasıl etkilediğini öğrenmek istediğimde “Bu herkese nasip olmuyor, böylelikle kendimi müdafaa etmeyi öğrendim" diye veciz bir cevap almıştım.
Ne mutlu bana ki, bu sohbetlerde onu uzun uzun dinleme fırsatını bulmuşum.
Tarihte en sevdiği kadını sorduğumda, “Melek gibi annem Sabiha Sultan", hangi yemekleri iyi yaptığını sorduğumdaysa “Çerkez tavuğu, saray limonatası, kızarmış pilav, saray usulü su böreği (kaynar suya elleriyle dizerdi), sufle, pate, velhasıl alaturka ve alafranga mutfağı bilirim" diye cevap verirdi. Kendisine imrendiğimiz moda ve giyim kuşam hakkında “İnsan yakışanı giymeli ve kendi tarzını yaratmalı" derdi.
Klasik Batı ve Türk musikisini iyi bilirdi ve hayranıydı. Bir soruyu “Şan dersleri aldım. Daha çok Alman bestecileri severim" diye cevaplamıştı. Zamanının dünyaca meşhur sanatçıları kendisiyle tanışmışlar, her biriyle güzel hatıraları olmuştu. Son gününe kadar daima okurdu.
Son yıllarında daha çok tarih kitaplarını tercih ediyordu. Güncel gelişmeleri alışkanlık olarak takip eder, muhteşem analizler sunardı. Nice akademisyen vs. önemli kişi kendisine fikir danışırdı.
Günün birinde “Bu hayat size ne öğretti?" diye sormuşlardı da, “Her hadiseyi olduğu gibi kabul ve Allah'a tevekkül etmeyi öğretti" cevabını vermişti.
Asaleti nasıl tanımladığı sorulduğunda cevabı şu olmuştu: “Sadelik ve hürmet telkin etmektir."
Her daim minnetle hatırlayacağım, şefkat dolu, ömr-ü hayatımda gördüğüm en vakur ve kâmil insan, sevgili Halacığım, hissiyatı Doğulu, dağarcığı Batı ve Doğu kültür ve felsefesiyle dolu, kadirşinas, rikkatli ve çok zarif bir Sultan Efendi'ydi.
“Devlet-i ebed-müddet", ailemizin diğer azalarının olduğu gibi kendisinin de hassasiyetle üzerinde durduğu bir mefhumdu. Ailenin kurduğu ve büyüttüğü devletin devam ettiği ilkesinden hareketle bazı önemli konuların canlı şahidi olduğu halde hiçbir zaman Mütareke sırası, İstiklal Savaşı ve sonrası dönemle ilgili, devlete zeval gelir endişesiyle hiç bilgi vermezdi, özellikle de çok sevip saysa dahi dışarıdan gelen kişilere karşı bu tavrına hassasiyetle riayet ederdi.
Sadece bir kez, bir dönemde bazı hainliklere şahit olduğunu kısaca aktarmıştı, o kadar. Bir televizyon mülakatında “Dışarıya çıktığım zaman hayran kaldığım bütün güzel şeylerin ailem tarafından yapıldığını görmek beni çok mutlu ediyor" diye veciz bir ifadesi olmuştu.
Geçtiğimiz yıllarda Rus Çariçesi, yanında Devlet Başkanının yakınları ve Duma üyelerinden oluşan bir heyetle İstanbul'u ziyaret etmişti. Bu esnada eşim (Ömer Eroğan) ile birlikte öğle yemeğinde kendileriyle buluştuğumuzda bize uzun uzun Rusya'da açtıkları ve kazandıkları davayla ilgili bilgiler verdiler. Birkaç gün sonra Çariçe'nin (diğer ülkelerde her şeye rağmen hanedan sıfatları devam etmektedir) saygı ve muhabbetlerini Halama iletmek üzere ziyaretine gittiğimde bu konuyu da anlatmıştım. Cevabı şu olmuştu: “Yanlış yaptılar. Ailemizden örnek almaları gerekirdi".
Diğer bazı Batı ülkelerinin örneklerine karşı Hanedan ailemiz her siyasî yönetime saygılıdır. Fakat Cumhuriyetin nadide çocuğu demokrasinin, uzun yıllardır memleketimizde daha tam olarak yerleşememiş olması, bundan dolayı halkımızın büyük zarar görmesi çok büyük bir üzüntü kaynağı olmuştur.
Halam Neslişah Sultan Efendi'nin vefatı dolayısıyla ailemize gösterilen nazik ve yakın ilgilerin yoğunluğu eminim ki, merhumenin ruhunu şad, bizleri de mütehassis etmiştir. Bunu sonsuza dek unutmayacağız.
Dedenizin mesleği ne? Padişah!
Halam, resmi bir ziyaret nedeniyle Mısır Kral Naibi Prenses olarak Osmanoğlu Hanedan azalarıyla ilgili yasak devam ederken Türkiye'ye gelmiş ve protokol kaideleri içerisinde karşılanmıştı. İkamet ve vatandaşlıklarıyla ilgili kanun düzenlemesi sonrası memleketine gelişinde vatandaşlık başvurusuyla ilgili emniyet birime başvurduğunda kendisine muhtelif sorular yöneltilmiş. Mesela Dedenizin ismi? Mesleği? Halamın cevabı şöyle olmuş: “VI. Mehmed Vahidettin Han, mesleği Padişah." Soru: “Diğer dedenizin ismi ve mesleği?" Cevap: “İsmi Abdülmecid, mesleği ise Meclis kararı ile Halife." Mukabil soru: “Dinleri ne idi?" Elcevap: “Eee, Müslümanların Halifesi olduklarına göre, lütfen siz karar verin." Tabii memurun ayağa kalkarak gösterdiği mahcubiyeti hiç unutmadığını söylerdi.