Nurhan Atasoy: Harem askerî bir kurum, komutanı ise Valide Sultandı
Türkiye’nin en önde gelen sanat tarihçilerinden, BKG Yayınları’ndan çıkan Harem kitabının yazarı, Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un görüşleri Derin Tarih dergisinde yer aldı.
Kapısını çaldığımız Atasoy, yoğun çalışmalarına rağmen bizi home ofis olarak kullandığı evinde ağırladı. Biz de fırsat bu fırsat deyip haremle ilgili köşe bucakta biriken ne varsa sorduk kendisine. O önde, biz arkada haremin gizli köşelerine süzüldük. İşte bitmeyen enerjisiyle bizi haremin bilmediğimiz pek çok yüzüyle buluşturan Nurhan Atasoy'un rehberliğinde sıcacık bir harem gezisi! (DT)
Osmanlı'nın en tartışmalı konularından olan haremi nasıl anlamalıyız?
Harem, adı üstünde 'haram'dan geliyor. Osmanlı'da özel hayat son derece mahrem, bir o kadar da üstüne düşülen bir mevzudur. Hocam Hayrullah Örs gençlik zamanlarıyla ilgili bir hatırasında babasının, bir arkadaşının eşinin hasta olduğunu bildiği halde ona doğrudan “Refikanız nasıl?" diye eşinin sağlık durumunu sormaktan hicap ettiğini anlatmıştı.
Bugüne dek Osmanlı hayatına ilişkin epey kaynak okudum ancak bunlarda özel hayatla ilgili hemen hemen hiç kayıt yok. Tesadüfen karşımıza çıkan birkaç noktadan hareketle bu alanda bilgilenmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla özel hayatla ilgili kaynaklar bu kadar kıtken, mahremin mahremi olan saray haremi hakkında uzun uzadıya konuşmak oldukça zor.
“Tesadüfen karşılaştığımız kayıtlar" derken kastettiğiniz ne?
Osmanlı kaynaklarında tek tük rastladığım bazı hadiseler var. Mesela III. Ahmed'in annesi Rabia Gülnûş Sultan Osmanlı ordusu ile sefere gidiyor. Üstelik o sırada hamile. III. Ahmed çadırda bu sefer sırasında doğmuştur. Veyahut haremle ilgili olmasa da, III. Murad'ın oğlu şehzade Mehmed'in sünnet düğününde erkek kıyafetine bürünmüş bir kadını yakaladıkları bilgisine ulaştım. Komşusu bu kadını tanıyor ve kadıya şikâyet ediyor. Kadın da “Ben namuslu ve iffetli bir kadınım, şenliği daha iyi göreyim diye erkek kıyafetine girdim. Benim hiçbir yerim görünmüyor" diye kendini savunuyor. Kadı da “Haklısın" diyerek herhangi bir ceza vermeksizin kadını salıveriyor. Eğer böyle şeyler bir şekilde kayda geçmişse araştırırken yakalayabiliyoruz. Bu hadise 1582 yılında gerçekleşiyor. O zamanda bunu yapmaya cesaret edebilecek bir Türk kadını olması çok enteresan geliyor bana açıkçası.
“Harem hakkında uzun uzadıya konuşmak mümkün değil" diyorsunuz ancak kitap piyasasına baktığımızda eski dönemde yazılanlardan tutun da günümüze değin harem hakkında kaleme alınmış çokça kitap var. Nasıl oluyor bu peki?
Bugün harem hakkında yazılan kitapların çoğunun ana kaynağı yabancı seyyahların hatıratlarıdır. Bu seyyahların dayanakları ise hiç sağlam değildir. Bırakın saray haremini, ailelerin haremine dahi girmiş değillerdir. Durum böyle olunca onlar da ikinci el kaynaklardan topladıkları bilgileri kendileri görmüş gibi anlatmışlardır. Bu ihtiyacı doğuran, Avrupa'nın harem merakıdır. Elbette ki gerçeğe olan bir meraktan ziyade fantezi dünyasına açılan ve hayal gücünü kamçılayan masalları arzuluyorlardı. Tabii harem kavramı onların kültürüne alabildiğine uzak; çünkü çeşitli milletlerden çok güzel kadınların bir arada yaşadığı bir yer olan harem var ortada ve bunların tek sahibi bir Sultan. İşte bu düşünce hayal güçlerini fevkalade alevlendiriyordu.
Aşırma seyahatnameler
Bu çıkarımları yapabiliyor olmak seyahatnameler üzerine epey çalıştığınızı gösteriyor. Gerçek ile hayalin birbirine bu kadar yaklaştığı bir konuda işin içinden nasıl çıktınız?
Seyahatnameler üzerine çokça çalıştım. Türkiye'de bulamadıklarım dahil elime geçen tüm seyahatnameleri gözden geçirip Türkiye ile ilgili kısımlarını kayıt altına alarak kendi arşivimi oluşturdum. Tüm bu kayıtlardan bir çıkarım yapmam gerekiyorsa bugün nasıl yazarlar kaynak belirtmeden bir metni aşırıyorlarsa onların seyahatnamelerinde de çok fazla aşırma olduğunu fark ettim. Mesela aynı olay iki farklı seyyah tarafından sanki kendileri yaşamış gibi anlatılıyor. Tablo böyleyken bu seyyahların yazdıklarına ne kadar güvenebiliriz? Tabii yazılanlar tümden işe yaramaz değil. Sonuçta elçi heyetinde zoologlar ve botanikçiler de yer alıyor. Bu bilim adamları Osmanlı'daki bitki ve hayvanlara dair incelemelerde bulundukları gibi gözlemlerini bilimsel olarak da yazıyorlar. Bize düşen, elimizdeki tüm yazılı malzemeyi kendi filtremizden geçirerek anlamaya çalışmaktır.
Harem nerededir, tarif edebilir misiniz?
Topkapı Sarayı'nda birinci avludan, Bab-ı Hümayun'dan giriyorsunuz. Tabii bu ilk kapıdan herkes girebiliyor. Sabah ezanı ile açılıyor dış kapı. Bugün nasıl biletsiz girilebiliyorsa o gün de herkes atla girebiliyordu bu kapıdan. Babüsselam'dan, yani bugünkü Müze girişinden padişah hariç kimse atla giremezdi. Törenle rin yapıldığı, yalnızca görevlilerin girebildiği bir alandır ikinci avlu. Girdiğinizde hemen sol tarafta Adalet Kulesi'ni görüyorsunuz. Bu kulenin dibinde Kubbealtı var; buraya kadınlar da girebiliyor, davalarını takip edebiliyorlardı. Minyatürlerden görüyoruz ki, yalnızca harem halkı değil, dışarıdan gelen kadınlar da yapabiliyordu bunu.
Kubbealtı'nın 2 kapısından biri Zülüflü Baltacılar Koğuşu'na iniyor. Bu ağalar haremin ağır işlerini görüyorlardı, odun ve su taşımak gibi… Saç örgüleri keçi kılından yapılan Zülüflü Baltacılar, ağır şeylerin taşınması için hareme girdiklerinde yüksek yakaları nedeniyle sağa sola bakamıyor, dolayısıyla etrafta olan bitenleri de göremiyorlardı. Diğer kapı haremin Araba Kapısı'dır. Bugün harem ziyaretine gelenler bu kapıdan giriyorlar. Haremden çıkacak kadınları almak için araba kapının önüne kadar geliyor ve kadınlar bir paravanla sokaktan gizlenerek arabaya biniyorlardı. Buraya Araba Kapısı denilmesinin sebebi buydu.
Topkapı Sarayı'nın arazisi tam bu noktadan aşağı, Gülhane'ye doğru büyük bir meyille iner ve harem burada gelişir; yani bu kısımda karmaşıklaşır. Bir kere burası düz bir alan değil, bu yüzden planını çıkarmak zor. Burası, her padişahın düzenlemeleri ve yaptırdığı has odalar eklene eklene, mantar nasıl ürerse, yan yana öyle gelişmiş. Bu bakımdan bir labirent gibidir harem. Tümünü çok az kişi kaybolmadan gezebilir.
Peki bu sıkışık alanda yeni daireler nasıl yapılmış?
Yeni yapılar meyilli arazide destek sütunlarıyla bir platform oluşturularak yapılmış ve eklemenin arkasında kalan yapının pencereleri bloke olmuştur. Bu şekilde bir kompleks halinde hamam ve havuz gibi parça parça yapılmıştır. Topkapı Sarayı Avrupa'daki saray anlayışından çok farklıdır; örneğin Versailles Sarayı ile karşılaştıramazsınız bile. Mimari açıdan epey komplike ve müşkil inşaatlar yapılmıştır.
Her yeni daire beraberinde mimari açıdan problemlerle geliyor. Su sistemi, aydınlatma, ısıtma...
Hareme devamlı surette önü kesilerek yeni odalar inşa edilirken, karanlıkta kalan daireler tepe pencereleri açılarak ferahlatılmıştır. Haremdeki su sistemi ise ayrı bir inceleme konusudur. Çünkü hamam var ve devamlı surette abdest alınıyor; dolayısıyla her yerde akar su olmak zorunda. Bu sistemlerden su nasıl akıtılmıştır? Merak konusu. Renkli bir su söz konusu ki, nereden çıktığı epey enteresan. Topkapı Sarayı mühendislik açısından çok daha fazla çalışılmalı. İnanılmaz çözümler bulunmuş, çünkü çözümlenmesi çok zor bir yer burası. Isıtma meselesine gelirsek, haremin rutubetli ve soğuk havasından ötürü içeride manto ve kürk ile dolaşırmış hanımlar. Odalar mangalla ısıtılırdı.
Buradan yola çıkarak sorarsak, TV dizilerindeki Osmanlı Sarayı'nda bırakın kürkü, salon kıyafeti diyebileceğimiz göğüs dekolteli kadınlar var. Bunların gerçeklik payı nedir?
Neresinden tutacaksınız ki bu yapımları? Bırakın kıyafetleri, o kavuklar, masaların kullanılışı tam anlamıyla rezalet!
Harem fazla çıplak!
Bugün Topkapı Sarayı'ndaki Harem Dairesi'ni gezmek onu anlamamızı sağlamıyor ne yazık ki. Bunun sebebi ne? Yalnızca okumamak veya araştırmamak değil sanırım.
Bugün hareme girdiğimizde son derece yanlış bir izlenim ediniyoruz. Çok çıplak, döşemelerden mahrum. Aslında her oda klasik bir zengin Türk evi olarak düşünülmeli. Ve bir Türk evinde bugünkü Batılı anlamda mobilya yoktur. Yüklükler vardır, hepsi de mimarinin bir parçası olarak bulunur. Sedirler ise çok kaba ahşaptan yapılmıştır; ancak onları güzelleştiren şey, mefruşat, kumaş, yani tekstildir. Halıdan başlayın, perde, divan örtüleri, yastıklar... hepsi bunlarla güzelleşirken en zarif şekilde dokunmuştur. İşte haremin bugün gözlerimize fakir gelmesi bu mahrumluk sebebiyledir. Hem bugün içinde insan da yok; o günkü kıyafetleriyle insanların dolaştığını düşünün bir, tabloyu ne kadar güzelleştirir, canlı tutardı. Bu bakımdan kendi kitabıma haremde kullanılan eşyalarla ilgili çok şey koydum. Okuyucunun bu ayna, tarak, mücevher, nalın, kıyafetler gibi eşyalar sayesinde bir parça hayal gücünü de kullanıp orayı olduğu gibi hayal etmesini istedim.
Bazıları da hayal gücünü biraz fazla kullanıyor sanırım.
Minyatürlere bakıyoruz, kadınların kıyafetleri böyle ama şunu da unutmamak gerekir ki, tüm bu giyim tarzı sadece padişah içindir. İzlediğimiz yapımlarda her önüne gelen, haremden içeri giriyor. Asıl olmayacak şey budur.
Kim girebilir haremden içeriye?
Erkek olarak padişah ve buluğ çağına ermemiş şehzadeler girer. Belli bir yaştan sonra zaten bu şehzadeler de haremden çıkarlar. İşlerin aksamadan görülmesi için harem ağaları girer. Ama paldır küldür değil ve belli bir yere kadar... Onlar da çirkin ve hadım edilmiş, görüntüleriyle çekiciliklerini kaybetmiş insanlardır. Has Odacılar zaten harem dairesinden ayrılırlar. Daireleri hareme bitişiktir ancak dışındadırlar.
Haremdeki bir pencere Ağalar Camii tarafına bakar. Bir tarafta erkekler, pencerenin arkasında da kadınlar namazlarını kılarlar. Yani saray eşrafının toplu olarak bulunduğu alanda bile ayrılırlar. Bunun haricindeki her türlü ifade ve yorum başlı başına harem kelimesinin anlamı dışına düşmektedir.
Harem deyince ilk akla gelen cariyelik oluyor. En tartışmalı konulardan biri olan cariyelik hakkında neler biliyoruz?
Haremi öncelikle bir kurum olarak değerlendirmek lazım; hatta askerî bir kurum olarak düşünmek onun zihnimize yakınlaşmasını sağlar. Bu kurumun başında komutan olarak Valide Sultan bulunur. Kethüda çok önemlidir. Bu hiyerarşinin altında hasekiler, gözdeler, kadın efendiler vs. var. Yüzyıllar içinde isimler ve mevkilerin aldıkları payeler değişmiştir. Yani 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar harem hiyerarşisi için aynı şemayı kullanamazsınız. Maaşları rütbelere oranla değişir; imtiyazları, hatta kendilerine verilen yemek de… Tabii odaları değişir. Bunlar çok sıkı kurallara bağlı olarak işlemektedir.
Aldıkları maaşları ne yapıyorlardı? Sonuçta her şey harem bütçesinden karşılanmıyor muydu?
Bu kadınlardan bir kısmı parasının bir bölümünü mücevher ve giyim kuşama harcardı. Peki nereden alış veriş ediyorlardı? Bunun cevabı aslında çok eski bir gelenekte saklı: Bohçacı kadın geleneği. Şimdi kaybolmuş olsa da, o dönemde saraya gelip cariyelere ellerwindeki ürünleri sunuyordu bohçacı kadınlar. Maaşın bir kısmı da biriktirilip hayır işlerinde kullanılıyordu. Lakin bunun için padişahın iznini almaları gerekirdi. Kaçırmamamız gereken nokta, bu kadınların her anlamda padişahın kulu olmalarıydı. Öldükten sonra da malları ait olduğu yere, yani devlet kasasına aktarılırdı.
Haremdeki cariyelerin sayısıyla ilgili rivayetler arasında uçurumlar var. 300, 500, hatta 800 gibi rakamlar veriliyor. Bunun sebebi ne?
Sayı dönem dönem değişiyor, bu nedenle farklı rakamlarla karşılaşıyoruz. Padişaha bağlı olarak değişirdi bu sayı. Örneğin Nuruosmaniye Camii'nin banisi III. Osman kadından nefret ediyor, “Gözüme gözükmeyin" diyor ama III. Murad için tam tersi geçerli. Tabii harem bir hayat alanı olduğu için belli bir kadrosu vardı.
Hıristiyan cariye mümkün değildi
Haremde iş bölümü nasıl yapılıyordu? Herkes yatkın olduğu işe mi koşuluyordu? Bunun bir usulü var mıydı?
İş bölümü haremdeki yıl kıdemine göre belirlenirdi genelde. Temizlik gibi düşük işleri genç cariyeler üstlenirdi. Ağır işleri daha önce değindiğimiz gibi Zülüflü Baltacılar yapardı. Bu, kademeye göre bir iş bölümüydü. Bir de yeni gelen cariyelerin eğitimi var tabii. Burası bir okuldu, dolayısıyla genel olarak verilen dersler vardı. Öncelikle İslamiyet'i öğreniyorlardı. Hıristiyan kalmak gibi bir durum kesinlikle söz konusu değildi. Elbette bu sistem içinde Hıristiyan kalmış olanlar da vardır, orasını Allah bilir. Ancak bu kişinin kendini o vasfıyla ortaya koyması mümkün değildi. Belli ölçüde dil, yani Türkçe öğrenmek zorundaydılar. Padişahın kızının cariyesi olacak kişinin de onunla konuşabilecek düzeyde kültürlü olması gerekliydi. Saray terbiyesi alması, protokol, davranış, oturma kalkma, kime nasıl hitap etmesi gerektiği gibi kuralları öğrenmesi lazımdı. Bu terbiye kendi kendine edinilecek bir şey değildir; ancak saraylılarda bulunabilecek bir vasıftır. Ben pek çok saraylıyı tanıma fırsatını elde ettim, kendileriyle çeşitli temaslarım oldu. Allah kısmet ederse onlarla yaptığım söyleşileri derleyip yayınlamak istiyorum.
Cariye haremin normal bir üyesi yani?
Cariyeleri bir de ev eşrafı gibi düşünmek lazım. Harem dediğimiz büyük evde yaşayan, iş gören, temizlik yapan, eğitim alan insanlardır bunlar. Yani cariyeden anlamamız gereken, haremin hizmetlileri olduklarıdır. Tabii bunlardan bir kısmı da özel olarak padişahın eşi oluyor. Bu elbette belli bir eğitim seviyesinin üstünde olma, edebiyat ve tarih bilgisi ile ilgiliydi.
Padişahın eşlerini kim belirliyordu peki?
Çok istisna var aslında. Valide Sultan belirleyebilir. 'Belirleyebilir' diyorum çünkü 'şunu yapmıştır' gibi bir ibare yok elimizde. Kız kardeşleri, hatta evlenip saraydan çıkmış olan kız kardeşleri ve kızları iyi yetiştirdikleri cariyelerini padişaha hediye edebiliyorlardı. Hatta erkekler bile ona cariye sunuyorlardı. Bunları kaynaklardan biliyoruz. Padişahların nasıl davranacağıyla ilgili tavır da önemli. Mesela paldır küldür gidiyor hareme ve bir kızı beğenip alabiliyor. Her şeyin bir usulü olduğu kadar istisnası da elbette mevcuttu.
Nev-i şahsına münhasır harem ağaları
Geç Osmanlı dönemine ait bu fotoğrafta bir harem ağası görülüyor. Küçük yaşta hadım edilen harem ağalarının bu sebeple sesleri ince, mizaçları huysuz ve dengesiz olurdu. Ayrıca kemik yapılarındaki bozukluktan ötürü bastona gerek duyarlardı. İşlerin yürümesi için hareme sınırlı da olsa girme hakları vardı.
Cariyeler arasındaki terfi sistemi nasıl işliyordu? Kumanda kimin elindeydi?
Kumandan tabii Valide Sultan'dı. Sempatiklik, zekâ, işe yarama gibi vasıfları cariyelerin Valide Sultan'ın gözündeki değerini artırırdı. Bu sayede yükselirlerdi.
Peki siyasete müdahale ediyorlar mıydı?
Bazı Valide Sultanların 'Kadınlar Saltanatı' denilecek kadar yönetime etkisi olmuştur. Bir de çocuk yaşta tahta çıkan padişahlar var, onların anneleri bir naibe gibi müdahalede bulunmuşlardır.
Haremin sosyal hayatına biraz daha eğilirsek, doğum ve ölüm ritüelleri nelerdi? Harem sakinleri hasta olduklarında nereye gidiyorlardı?
Bu konuda işin aslını yansıtan günlük hayat örnekleri Batılı ressamların çizdiği resimler değil, Osmanlı döneminde yapılan minyatürlerdir. Örneğin Batılı bir ressamın çiziminde kucağında bebekle bir kadın göremezsiniz. Çünkü böyle bir kadın imajı, Batılıların önemsediği erotizmi çağrıştırmaz, fantezilerini süslemez. Dolayısıyla öncelikle bu hayatı yansıtması bakımından minyatürler iyi incelenmeli. Cariyelerin hastalandıklarında ne yaptıkları konusuna gelirsek, haremin içinde bir hastane mevcuttur. Orada erkek doktorlar var ama büyük çoğunlukla işlerini hastabakıcı diyebileceğimiz kadınlar görüyordu. Erkek doktorların muayene etmesi söz konusuysa elin çıplak tene değmemesi için ince bir 'hekim örtüsü' kullanılırdı. Eskiden duvak olan bu bez doktorun muayenesinde örtü vazifesi görürdü. Bulaşıcı bir hastalığa yakalanan cariyeler tedavileri boyunca haremden uzaklaştırılır, daha önce çırak edilmiş bir cariyenin evine gönderilirdi. Çünkü sarayın içinde hastalığın yayılması ciddi bir sorundu.
Ya ölümler?
Bu çok acıklı bir tören aslında. Cariyeler hastanesinin bir ucunda Arkeoloji Müzesi tarafına düşen bir kapı vardır. Adı Meyyit Kapısı'dır. Önünde bir mekân var; koskoca bir ocak, üstünde büyük bir kazan kaynıyor. Ve taş üzerinde, cariyenin arkadaşları inerek onu yıkayıp kefenliyor ve tabuta koyuyorlar. Arada ahşap bir bölme, bu bölmede de kafesli pencereler mevcut. İşleri bitince o bölmeyi tıklıyorlar, erkekler de içeri girip tabutu alıp gidiyorlar. Ölen cariyenin arkadaşları parmaklıklar ardında gözyaşlarıyla cenazenin çıkışını izliyorlar. Merhume Meyyit Kapısı'ndan çıkarılıyor. İşte bir cariyenin sonu böyle. Ancak nereye gömülüyorlardı? Mezar taşları nasıldı? Bunları hiç bilmiyoruz.
Son olarak bugünkü insanlara haremi anlamaları için öneriniz var mı?
Eski konak hayatını anlatan Tanzimat dönemi romanları okunmalı. Hayal gücü de abartıya kaçılmadan kullanılırsa o günkü haremin nasıl bir yer olduğu gerçeğine kısmen yaklaşılabilir.
Osmanlı'nın en tartışmalı konularından olan haremi nasıl anlamalıyız?
Harem, adı üstünde 'haram'dan geliyor. Osmanlı'da özel hayat son derece mahrem, bir o kadar da üstüne düşülen bir mevzudur. Hocam Hayrullah Örs gençlik zamanlarıyla ilgili bir hatırasında babasının, bir arkadaşının eşinin hasta olduğunu bildiği halde ona doğrudan “Refikanız nasıl?" diye eşinin sağlık durumunu sormaktan hicap ettiğini anlatmıştı.
Bugüne dek Osmanlı hayatına ilişkin epey kaynak okudum ancak bunlarda özel hayatla ilgili hemen hemen hiç kayıt yok. Tesadüfen karşımıza çıkan birkaç noktadan hareketle bu alanda bilgilenmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla özel hayatla ilgili kaynaklar bu kadar kıtken, mahremin mahremi olan saray haremi hakkında uzun uzadıya konuşmak oldukça zor.
“Tesadüfen karşılaştığımız kayıtlar" derken kastettiğiniz ne?
Osmanlı kaynaklarında tek tük rastladığım bazı hadiseler var. Mesela III. Ahmed'in annesi Rabia Gülnûş Sultan Osmanlı ordusu ile sefere gidiyor. Üstelik o sırada hamile. III. Ahmed çadırda bu sefer sırasında doğmuştur. Veyahut haremle ilgili olmasa da, III. Murad'ın oğlu şehzade Mehmed'in sünnet düğününde erkek kıyafetine bürünmüş bir kadını yakaladıkları bilgisine ulaştım. Komşusu bu kadını tanıyor ve kadıya şikâyet ediyor. Kadın da “Ben namuslu ve iffetli bir kadınım, şenliği daha iyi göreyim diye erkek kıyafetine girdim. Benim hiçbir yerim görünmüyor" diye kendini savunuyor. Kadı da “Haklısın" diyerek herhangi bir ceza vermeksizin kadını salıveriyor. Eğer böyle şeyler bir şekilde kayda geçmişse araştırırken yakalayabiliyoruz. Bu hadise 1582 yılında gerçekleşiyor. O zamanda bunu yapmaya cesaret edebilecek bir Türk kadını olması çok enteresan geliyor bana açıkçası.
“Harem hakkında uzun uzadıya konuşmak mümkün değil" diyorsunuz ancak kitap piyasasına baktığımızda eski dönemde yazılanlardan tutun da günümüze değin harem hakkında kaleme alınmış çokça kitap var. Nasıl oluyor bu peki?
Bugün harem hakkında yazılan kitapların çoğunun ana kaynağı yabancı seyyahların hatıratlarıdır. Bu seyyahların dayanakları ise hiç sağlam değildir. Bırakın saray haremini, ailelerin haremine dahi girmiş değillerdir. Durum böyle olunca onlar da ikinci el kaynaklardan topladıkları bilgileri kendileri görmüş gibi anlatmışlardır. Bu ihtiyacı doğuran, Avrupa'nın harem merakıdır. Elbette ki gerçeğe olan bir meraktan ziyade fantezi dünyasına açılan ve hayal gücünü kamçılayan masalları arzuluyorlardı. Tabii harem kavramı onların kültürüne alabildiğine uzak; çünkü çeşitli milletlerden çok güzel kadınların bir arada yaşadığı bir yer olan harem var ortada ve bunların tek sahibi bir Sultan. İşte bu düşünce hayal güçlerini fevkalade alevlendiriyordu.
Aşırma seyahatnameler
Bu çıkarımları yapabiliyor olmak seyahatnameler üzerine epey çalıştığınızı gösteriyor. Gerçek ile hayalin birbirine bu kadar yaklaştığı bir konuda işin içinden nasıl çıktınız?
Seyahatnameler üzerine çokça çalıştım. Türkiye'de bulamadıklarım dahil elime geçen tüm seyahatnameleri gözden geçirip Türkiye ile ilgili kısımlarını kayıt altına alarak kendi arşivimi oluşturdum. Tüm bu kayıtlardan bir çıkarım yapmam gerekiyorsa bugün nasıl yazarlar kaynak belirtmeden bir metni aşırıyorlarsa onların seyahatnamelerinde de çok fazla aşırma olduğunu fark ettim. Mesela aynı olay iki farklı seyyah tarafından sanki kendileri yaşamış gibi anlatılıyor. Tablo böyleyken bu seyyahların yazdıklarına ne kadar güvenebiliriz? Tabii yazılanlar tümden işe yaramaz değil. Sonuçta elçi heyetinde zoologlar ve botanikçiler de yer alıyor. Bu bilim adamları Osmanlı'daki bitki ve hayvanlara dair incelemelerde bulundukları gibi gözlemlerini bilimsel olarak da yazıyorlar. Bize düşen, elimizdeki tüm yazılı malzemeyi kendi filtremizden geçirerek anlamaya çalışmaktır.
Harem nerededir, tarif edebilir misiniz?
Topkapı Sarayı'nda birinci avludan, Bab-ı Hümayun'dan giriyorsunuz. Tabii bu ilk kapıdan herkes girebiliyor. Sabah ezanı ile açılıyor dış kapı. Bugün nasıl biletsiz girilebiliyorsa o gün de herkes atla girebiliyordu bu kapıdan. Babüsselam'dan, yani bugünkü Müze girişinden padişah hariç kimse atla giremezdi. Törenle rin yapıldığı, yalnızca görevlilerin girebildiği bir alandır ikinci avlu. Girdiğinizde hemen sol tarafta Adalet Kulesi'ni görüyorsunuz. Bu kulenin dibinde Kubbealtı var; buraya kadınlar da girebiliyor, davalarını takip edebiliyorlardı. Minyatürlerden görüyoruz ki, yalnızca harem halkı değil, dışarıdan gelen kadınlar da yapabiliyordu bunu.
Kubbealtı'nın 2 kapısından biri Zülüflü Baltacılar Koğuşu'na iniyor. Bu ağalar haremin ağır işlerini görüyorlardı, odun ve su taşımak gibi… Saç örgüleri keçi kılından yapılan Zülüflü Baltacılar, ağır şeylerin taşınması için hareme girdiklerinde yüksek yakaları nedeniyle sağa sola bakamıyor, dolayısıyla etrafta olan bitenleri de göremiyorlardı. Diğer kapı haremin Araba Kapısı'dır. Bugün harem ziyaretine gelenler bu kapıdan giriyorlar. Haremden çıkacak kadınları almak için araba kapının önüne kadar geliyor ve kadınlar bir paravanla sokaktan gizlenerek arabaya biniyorlardı. Buraya Araba Kapısı denilmesinin sebebi buydu.
Topkapı Sarayı'nın arazisi tam bu noktadan aşağı, Gülhane'ye doğru büyük bir meyille iner ve harem burada gelişir; yani bu kısımda karmaşıklaşır. Bir kere burası düz bir alan değil, bu yüzden planını çıkarmak zor. Burası, her padişahın düzenlemeleri ve yaptırdığı has odalar eklene eklene, mantar nasıl ürerse, yan yana öyle gelişmiş. Bu bakımdan bir labirent gibidir harem. Tümünü çok az kişi kaybolmadan gezebilir.
Peki bu sıkışık alanda yeni daireler nasıl yapılmış?
Yeni yapılar meyilli arazide destek sütunlarıyla bir platform oluşturularak yapılmış ve eklemenin arkasında kalan yapının pencereleri bloke olmuştur. Bu şekilde bir kompleks halinde hamam ve havuz gibi parça parça yapılmıştır. Topkapı Sarayı Avrupa'daki saray anlayışından çok farklıdır; örneğin Versailles Sarayı ile karşılaştıramazsınız bile. Mimari açıdan epey komplike ve müşkil inşaatlar yapılmıştır.
Her yeni daire beraberinde mimari açıdan problemlerle geliyor. Su sistemi, aydınlatma, ısıtma...
Hareme devamlı surette önü kesilerek yeni odalar inşa edilirken, karanlıkta kalan daireler tepe pencereleri açılarak ferahlatılmıştır. Haremdeki su sistemi ise ayrı bir inceleme konusudur. Çünkü hamam var ve devamlı surette abdest alınıyor; dolayısıyla her yerde akar su olmak zorunda. Bu sistemlerden su nasıl akıtılmıştır? Merak konusu. Renkli bir su söz konusu ki, nereden çıktığı epey enteresan. Topkapı Sarayı mühendislik açısından çok daha fazla çalışılmalı. İnanılmaz çözümler bulunmuş, çünkü çözümlenmesi çok zor bir yer burası. Isıtma meselesine gelirsek, haremin rutubetli ve soğuk havasından ötürü içeride manto ve kürk ile dolaşırmış hanımlar. Odalar mangalla ısıtılırdı.
Buradan yola çıkarak sorarsak, TV dizilerindeki Osmanlı Sarayı'nda bırakın kürkü, salon kıyafeti diyebileceğimiz göğüs dekolteli kadınlar var. Bunların gerçeklik payı nedir?
Neresinden tutacaksınız ki bu yapımları? Bırakın kıyafetleri, o kavuklar, masaların kullanılışı tam anlamıyla rezalet!
Harem fazla çıplak!
Bugün Topkapı Sarayı'ndaki Harem Dairesi'ni gezmek onu anlamamızı sağlamıyor ne yazık ki. Bunun sebebi ne? Yalnızca okumamak veya araştırmamak değil sanırım.
Bugün hareme girdiğimizde son derece yanlış bir izlenim ediniyoruz. Çok çıplak, döşemelerden mahrum. Aslında her oda klasik bir zengin Türk evi olarak düşünülmeli. Ve bir Türk evinde bugünkü Batılı anlamda mobilya yoktur. Yüklükler vardır, hepsi de mimarinin bir parçası olarak bulunur. Sedirler ise çok kaba ahşaptan yapılmıştır; ancak onları güzelleştiren şey, mefruşat, kumaş, yani tekstildir. Halıdan başlayın, perde, divan örtüleri, yastıklar... hepsi bunlarla güzelleşirken en zarif şekilde dokunmuştur. İşte haremin bugün gözlerimize fakir gelmesi bu mahrumluk sebebiyledir. Hem bugün içinde insan da yok; o günkü kıyafetleriyle insanların dolaştığını düşünün bir, tabloyu ne kadar güzelleştirir, canlı tutardı. Bu bakımdan kendi kitabıma haremde kullanılan eşyalarla ilgili çok şey koydum. Okuyucunun bu ayna, tarak, mücevher, nalın, kıyafetler gibi eşyalar sayesinde bir parça hayal gücünü de kullanıp orayı olduğu gibi hayal etmesini istedim.
Bazıları da hayal gücünü biraz fazla kullanıyor sanırım.
Minyatürlere bakıyoruz, kadınların kıyafetleri böyle ama şunu da unutmamak gerekir ki, tüm bu giyim tarzı sadece padişah içindir. İzlediğimiz yapımlarda her önüne gelen, haremden içeri giriyor. Asıl olmayacak şey budur.
Kim girebilir haremden içeriye?
Erkek olarak padişah ve buluğ çağına ermemiş şehzadeler girer. Belli bir yaştan sonra zaten bu şehzadeler de haremden çıkarlar. İşlerin aksamadan görülmesi için harem ağaları girer. Ama paldır küldür değil ve belli bir yere kadar... Onlar da çirkin ve hadım edilmiş, görüntüleriyle çekiciliklerini kaybetmiş insanlardır. Has Odacılar zaten harem dairesinden ayrılırlar. Daireleri hareme bitişiktir ancak dışındadırlar.
Haremdeki bir pencere Ağalar Camii tarafına bakar. Bir tarafta erkekler, pencerenin arkasında da kadınlar namazlarını kılarlar. Yani saray eşrafının toplu olarak bulunduğu alanda bile ayrılırlar. Bunun haricindeki her türlü ifade ve yorum başlı başına harem kelimesinin anlamı dışına düşmektedir.
Harem deyince ilk akla gelen cariyelik oluyor. En tartışmalı konulardan biri olan cariyelik hakkında neler biliyoruz?
Haremi öncelikle bir kurum olarak değerlendirmek lazım; hatta askerî bir kurum olarak düşünmek onun zihnimize yakınlaşmasını sağlar. Bu kurumun başında komutan olarak Valide Sultan bulunur. Kethüda çok önemlidir. Bu hiyerarşinin altında hasekiler, gözdeler, kadın efendiler vs. var. Yüzyıllar içinde isimler ve mevkilerin aldıkları payeler değişmiştir. Yani 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar harem hiyerarşisi için aynı şemayı kullanamazsınız. Maaşları rütbelere oranla değişir; imtiyazları, hatta kendilerine verilen yemek de… Tabii odaları değişir. Bunlar çok sıkı kurallara bağlı olarak işlemektedir.
Aldıkları maaşları ne yapıyorlardı? Sonuçta her şey harem bütçesinden karşılanmıyor muydu?
Bu kadınlardan bir kısmı parasının bir bölümünü mücevher ve giyim kuşama harcardı. Peki nereden alış veriş ediyorlardı? Bunun cevabı aslında çok eski bir gelenekte saklı: Bohçacı kadın geleneği. Şimdi kaybolmuş olsa da, o dönemde saraya gelip cariyelere ellerwindeki ürünleri sunuyordu bohçacı kadınlar. Maaşın bir kısmı da biriktirilip hayır işlerinde kullanılıyordu. Lakin bunun için padişahın iznini almaları gerekirdi. Kaçırmamamız gereken nokta, bu kadınların her anlamda padişahın kulu olmalarıydı. Öldükten sonra da malları ait olduğu yere, yani devlet kasasına aktarılırdı.
Haremdeki cariyelerin sayısıyla ilgili rivayetler arasında uçurumlar var. 300, 500, hatta 800 gibi rakamlar veriliyor. Bunun sebebi ne?
Sayı dönem dönem değişiyor, bu nedenle farklı rakamlarla karşılaşıyoruz. Padişaha bağlı olarak değişirdi bu sayı. Örneğin Nuruosmaniye Camii'nin banisi III. Osman kadından nefret ediyor, “Gözüme gözükmeyin" diyor ama III. Murad için tam tersi geçerli. Tabii harem bir hayat alanı olduğu için belli bir kadrosu vardı.
Hıristiyan cariye mümkün değildi
Haremde iş bölümü nasıl yapılıyordu? Herkes yatkın olduğu işe mi koşuluyordu? Bunun bir usulü var mıydı?
İş bölümü haremdeki yıl kıdemine göre belirlenirdi genelde. Temizlik gibi düşük işleri genç cariyeler üstlenirdi. Ağır işleri daha önce değindiğimiz gibi Zülüflü Baltacılar yapardı. Bu, kademeye göre bir iş bölümüydü. Bir de yeni gelen cariyelerin eğitimi var tabii. Burası bir okuldu, dolayısıyla genel olarak verilen dersler vardı. Öncelikle İslamiyet'i öğreniyorlardı. Hıristiyan kalmak gibi bir durum kesinlikle söz konusu değildi. Elbette bu sistem içinde Hıristiyan kalmış olanlar da vardır, orasını Allah bilir. Ancak bu kişinin kendini o vasfıyla ortaya koyması mümkün değildi. Belli ölçüde dil, yani Türkçe öğrenmek zorundaydılar. Padişahın kızının cariyesi olacak kişinin de onunla konuşabilecek düzeyde kültürlü olması gerekliydi. Saray terbiyesi alması, protokol, davranış, oturma kalkma, kime nasıl hitap etmesi gerektiği gibi kuralları öğrenmesi lazımdı. Bu terbiye kendi kendine edinilecek bir şey değildir; ancak saraylılarda bulunabilecek bir vasıftır. Ben pek çok saraylıyı tanıma fırsatını elde ettim, kendileriyle çeşitli temaslarım oldu. Allah kısmet ederse onlarla yaptığım söyleşileri derleyip yayınlamak istiyorum.
Cariye haremin normal bir üyesi yani?
Cariyeleri bir de ev eşrafı gibi düşünmek lazım. Harem dediğimiz büyük evde yaşayan, iş gören, temizlik yapan, eğitim alan insanlardır bunlar. Yani cariyeden anlamamız gereken, haremin hizmetlileri olduklarıdır. Tabii bunlardan bir kısmı da özel olarak padişahın eşi oluyor. Bu elbette belli bir eğitim seviyesinin üstünde olma, edebiyat ve tarih bilgisi ile ilgiliydi.
Padişahın eşlerini kim belirliyordu peki?
Çok istisna var aslında. Valide Sultan belirleyebilir. 'Belirleyebilir' diyorum çünkü 'şunu yapmıştır' gibi bir ibare yok elimizde. Kız kardeşleri, hatta evlenip saraydan çıkmış olan kız kardeşleri ve kızları iyi yetiştirdikleri cariyelerini padişaha hediye edebiliyorlardı. Hatta erkekler bile ona cariye sunuyorlardı. Bunları kaynaklardan biliyoruz. Padişahların nasıl davranacağıyla ilgili tavır da önemli. Mesela paldır küldür gidiyor hareme ve bir kızı beğenip alabiliyor. Her şeyin bir usulü olduğu kadar istisnası da elbette mevcuttu.
Nev-i şahsına münhasır harem ağaları
Geç Osmanlı dönemine ait bu fotoğrafta bir harem ağası görülüyor. Küçük yaşta hadım edilen harem ağalarının bu sebeple sesleri ince, mizaçları huysuz ve dengesiz olurdu. Ayrıca kemik yapılarındaki bozukluktan ötürü bastona gerek duyarlardı. İşlerin yürümesi için hareme sınırlı da olsa girme hakları vardı.
Cariyeler arasındaki terfi sistemi nasıl işliyordu? Kumanda kimin elindeydi?
Kumandan tabii Valide Sultan'dı. Sempatiklik, zekâ, işe yarama gibi vasıfları cariyelerin Valide Sultan'ın gözündeki değerini artırırdı. Bu sayede yükselirlerdi.
Peki siyasete müdahale ediyorlar mıydı?
Bazı Valide Sultanların 'Kadınlar Saltanatı' denilecek kadar yönetime etkisi olmuştur. Bir de çocuk yaşta tahta çıkan padişahlar var, onların anneleri bir naibe gibi müdahalede bulunmuşlardır.
Haremin sosyal hayatına biraz daha eğilirsek, doğum ve ölüm ritüelleri nelerdi? Harem sakinleri hasta olduklarında nereye gidiyorlardı?
Bu konuda işin aslını yansıtan günlük hayat örnekleri Batılı ressamların çizdiği resimler değil, Osmanlı döneminde yapılan minyatürlerdir. Örneğin Batılı bir ressamın çiziminde kucağında bebekle bir kadın göremezsiniz. Çünkü böyle bir kadın imajı, Batılıların önemsediği erotizmi çağrıştırmaz, fantezilerini süslemez. Dolayısıyla öncelikle bu hayatı yansıtması bakımından minyatürler iyi incelenmeli. Cariyelerin hastalandıklarında ne yaptıkları konusuna gelirsek, haremin içinde bir hastane mevcuttur. Orada erkek doktorlar var ama büyük çoğunlukla işlerini hastabakıcı diyebileceğimiz kadınlar görüyordu. Erkek doktorların muayene etmesi söz konusuysa elin çıplak tene değmemesi için ince bir 'hekim örtüsü' kullanılırdı. Eskiden duvak olan bu bez doktorun muayenesinde örtü vazifesi görürdü. Bulaşıcı bir hastalığa yakalanan cariyeler tedavileri boyunca haremden uzaklaştırılır, daha önce çırak edilmiş bir cariyenin evine gönderilirdi. Çünkü sarayın içinde hastalığın yayılması ciddi bir sorundu.
Ya ölümler?
Bu çok acıklı bir tören aslında. Cariyeler hastanesinin bir ucunda Arkeoloji Müzesi tarafına düşen bir kapı vardır. Adı Meyyit Kapısı'dır. Önünde bir mekân var; koskoca bir ocak, üstünde büyük bir kazan kaynıyor. Ve taş üzerinde, cariyenin arkadaşları inerek onu yıkayıp kefenliyor ve tabuta koyuyorlar. Arada ahşap bir bölme, bu bölmede de kafesli pencereler mevcut. İşleri bitince o bölmeyi tıklıyorlar, erkekler de içeri girip tabutu alıp gidiyorlar. Ölen cariyenin arkadaşları parmaklıklar ardında gözyaşlarıyla cenazenin çıkışını izliyorlar. Merhume Meyyit Kapısı'ndan çıkarılıyor. İşte bir cariyenin sonu böyle. Ancak nereye gömülüyorlardı? Mezar taşları nasıldı? Bunları hiç bilmiyoruz.
Son olarak bugünkü insanlara haremi anlamaları için öneriniz var mı?
Eski konak hayatını anlatan Tanzimat dönemi romanları okunmalı. Hayal gücü de abartıya kaçılmadan kullanılırsa o günkü haremin nasıl bir yer olduğu gerçeğine kısmen yaklaşılabilir.