Necip Fazıl’ıntarihlehesaplaşması
Necip Fazıl tarihçi değildi ama tarih hep anailgi sahalarından biri oldu. Okuruna ‘Neredengeliyoruz?’ sorusunun cevabını en keskin hatlarıylaverdi. Derdi tarihçilik yapmak değil,Büyük Doğu davasına yaşanmış örneklerdenbir fikir manzumesi çıkarmaktı.
Semavî öğretiler hariç hiçbir kitabın veya yazarının ebediyen geleceğe intikali diye bir hadise beşerî sınırlar içinde mümkün değildir. Bırakalım ebediyeti, 1000 yıl, 500 yıl veya hatta 50, 100 yıl içinde bile zamanında unutulmaz gibi görünen isimlerin nasıl unutulmuşlar mezarlığına gönderildiğini biliyoruz. “Hâce-i Evvel” diye namı çıkmış olan Ahmed Midhat Efendi gibi bir ‘yazı makinesi’ bile Meşrutiyet devrinde unutulmuş, Darüşşafaka Lisesi’nde gece memurluğu yaparken talebelerin kucağında son nefesini vermişti.Demek ki şahıslar, eserler, kelimeler, fikirler, besteler ve imajlar zaman içindeki yıpratıcı yolculuklarında yorgun düşer, solar ve örselenir; bir başka çağda aynı pırıltılar görülmez olur narin kanatlarında.
Tabii bu arada daha önceki çağların göremediği yüzlerini gösterme fırsatını buldukları da olur büyük kitapların, büyük yazarların, kavramların…
“Normal insanlar hayatlarında bir kere büluğ acısı çekerler” der Goethe, ardından “Fakat” diye de ekler: “Dehanın çocukları bu acıyı birçok kere çekerler, zira böylece her defasında gençleşirler.”
Büyük yazarların büluğ acısını sadece hayatlarında değil, ölümlerinden sonra da yaşadıklarına şahit olunur zaman zaman. Öldükten sonra da gençleşen yazarlar vardır. Yaşadığı günlere ait güncellik kelepçesinin hürriyetlerini sınırladığı fikirler, ölümlerden sonra değişen sosyal atmosfere özgürce yayılır ve kapalı kaldığı zarftan çıkıp başka soluklara değer, yeni adreslerin kapısını çalar. Sabahattin Ali kendi sağlığında bugünkü kadar meşhur değildi mesela. Nietzsche “postmodern dönüş”ten sonra giderek gençleşiyor vb. Demek ki zamanın bulutları aklın bazı dağlarının üzerini örterken diğerlerininkini açıyor.
Bir yazarın bütün yazdıkları yaşayamaz bu yüzden; bütünüyle ölemediği gibi. Büyük yazarların, dâhilerin bile bazı metinleri kısa vadede, diğer bazıları orta vadede ölür, hatta ölmelidir... Bir de yaşayan, yaşaması gereken tarafları olur.
İşte 1940’ların sonu ile 1970’lerin sonu arasındaki 30 çalkantılı yılda veludiyetiyle de büyük bir yazar olduğunu ispatlayan Necip Fazıl Kısakürek’in eserlerinin kısa veya uzun vadede ölen, kaçınılmaz olarak ölecek olan ve bir şekilde yaşayacak olan taraflarını ayırd etmek bu bakımdan önemlidir. Herhalde Çile adıyla topladığı şiirleri yaşayacaktır ama “Raporlar”ı veya Esselam’ı için de aynı şey söylenebilir mi? Herhalde hayır…
1920’li yıllarda Türk şiirine yepyeni bir ses, eda ve soluk getiren Necip Fazıl Kısakürek 1940’lı yıllardan başlayarak bu defa fikir, tasavvuf ve bu arada din ve tarih sahalarında geniş bir okur kitlesi üzerinde uzun vadeli etkiler bırakan eserlerini peş peşe verecek ve muhafazakâr/ İslamcı kesimin tarih görüşünde muhtemelen etkileri bugüne kadar uzanan bir dizi argümanın mucidi olmasa bile savunucusu olarak daima ilk planda hatırlanan şahsiyetlerden olacaktır.
Ne var ki, Yahya Kemal’in “tarih musahabeleri”ne atfen kullanılan “tarihin şiirini yazdığı” yakıştırmasının Necip Fazıl’ın yaptıkları veya yapmak istedikleri için kullanılması pek yerinde olmayacaktır. Her ne kadar şairliğinin onun tefekkür ve felsefe kudretini sonuna kadar beslediği ama öte yandan da sınırlandırdığı, daima etkisi altında bulundurduğu, bu yüzden onun en rahat at oynattığı alanın, şiire açık bir tarafı her zaman olan tasavvufî düşünce ve hikemiyat vadisi olduğunu belirtmekte fayda vardır.
Diğer yandan elimizde hiç de azımsanmayacak miktar ve hacimde tarih üzerine yazılmış kitapları (“tezleri”), yazıları, piyesleri ve “hitabeleri” mevcut. Mesela Yeniçeri, Sultan Vahidüddin, Çöle İnen Nur, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, Sahte Kahramanlar, Tarihimizde Moskof vd. (Vefatından sonra vaktiyle Büyük Doğu dergisine bazen isimsiz, bazen mesela “Dedektif X Bir” gibi müstear adlarla yazdığı yazılar da çeşitli başlıklar altında kitaplaştırılmıştır. Mesela: Vesikalar Konuşuyor, Büyük Doğu: 2009.)
Peki onun bu eserlerini nereye oturtmamız ve nasıl değerlendirmemiz icab eder?
Yukarıda epigraf olarak verdiğimiz cümlelerinde görüldüğü üzere biraz sabırsızca yapılmış görünen aforizmatik değerlendirmesi, onun tarihi ‘tarih’ olarak değil, normatif bir düzeyde ve bir hesaplaşma zemininde ele alacağının ilk işaretlerini verir gibidir.
Aynı şekilde Nuh’un gemisini yeniden inşa etmekten söz edişi de (Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz, b.d.: 1977, s. 51), asırlardır bir kurtarıcı beklediğimizi ısrarla ve defaatla dile getirmesi de sadece bu kaygıdan kaynaklanır. Tarih onun nezdinde bir hesaplaşma zeminidir. Teorinin veya “ideolocya” nın görünen eli, tarihin tozlu perdeleri arasında sürekli deveran halindedir.
1970 yılında bir seçim münasebetiyle gittiği Konya’da ‘beklediği kurtarıcı’nın geleceğinden son derece emin bir eda içinde fikrini şöyle açıklamıştır:
Dâva ve beklenen kurtarıcı
“Bu kurtarıcı gelecektir! Gelmeye mecburdur! Zira gelmeyecek olursa, bütün pısırıklığı ve boyun eğişi içinde olanca iman ve hakikatini muhafaza eden ve izbelerde ağlamaktan gayri elinden bir şey gelmeyen bu mümin ve çilekeş milletin mahvı muhakkaktır! (…) Beklediğimiz kahraman mutlaka gelecektir! İlâhi sünnet böyle gerektirmektedir. (…) Öyleyse beklediğimiz kurtarıcı senin arayıp da bulacağın değil, seni arayıp da bulacak ve localar ve loncaların dışından gelecek olandır” (Hitabe, b.d.:1975, s. 218-19).
Bir konferansında “Bu dava”, demiştir, “ceplerde kaybedilmiş güneştir” (Yolumuz…, s. 16.). Güneş ceplerimizde kaybedilmişse o ceplerin ağızlarını dikmek değil, astarını dışarı çıkarmak, kumaşı ters yüz etmek, gün ışığına çıkarmak, ısrarla halının havını tersine taramak gerekir ki, derinlere kaçan veya kaçırılan hakikati yeniden keşfedebilelim. Cebin neyi örttüğü ve onda neleri kaybettiğimiz anlaşılabilsin diye en azından…
Bu yüzden Necip Fazıl Kısakürek’te tarih, akademisyenlerin faaliyet yürüttüğü türden meslekî ve miyopça bir uzmanlık çalışması ya da fişlerle, dipnotlarla, bibliyografyalarla şekillenen bir araştırma programından ibaret olamaz kesinlikle. Kendisi, bir ‘dava’ uğruna tarihin başına çömelmiştir ve zaten çarpık çurpuk edilmiş, silinmiş, unutturulmuş, hatta akın kara, karanın da ak olarak gösterildiği bir tersine duran ehram (piramit) şeklindeki mevcut (resmî) tarihi yeniden ayakları üzerine oturtmak, ‘dava’nın gerektirdiği hakiki ve aslî haline iade etmek gibi çetin bir vazifeyi gönüllü olarak sırtlanmıştır.
İşte akademik tarihçiliğin tarihlerimizdeki mevcut çarpıklığın ekmeğine yağ sürmekte oluşuna yaptığı sert eleştiri ve onunla arasına koyduğu kalın mesafe tamamen bundan ileri gelir. Davası olmayan tarihçiler mevcut haksızlığın sürmesine yakıt taşımaktadırlar onun indinde. Ya da zaten haksız yere dengesi bozulmuş terazinin karşı kefesine gram olmaktadırlar…
Şimdi şu sorunun sırasıdır: Acaba bir muhasebe/hesaplaşma silahı haline getirilmiş olan bu ‘yeni tarih’in kriterleri neler olacaktır?
Dünyanın tuzu olmak
Necip Fazıl tam burada tuz ve şarap örneğini devreye sokar. Yıllanmış -bu sözü söylediğinde Tanzimat 129 yaşını doldurmuştur- bir haram mâyinin üzerine atılmak üzere yıllarca çekilen ıstıraplar sayesinde Büyük Kapı yoluyla eline verilen “bir avuç tuzu” şaraba döndürülen nesillerin zihinleri üzerine atmaktan söz edecektir. Bir bakıma Tanzimattan beri itinayla oluşturulan şarap fıçısının içine atılan bir avuç tuzdur kendisi. (Age, s. 50.) Lakin bu kadarı bile yetmiştir onun haramlığını gidermeye, onu helal bir içecek kılmaya… ‘Olma’ya!
O bir avuç tuz, nicedir bu şarapla yıkanmakta bulunan tarihimizin damarlarına bir kez karıştığında onun içindeki haram unsurları temizleyecek ve aynı malzemeyi bu defa faydalı, kullanılabilir ve helal bir içecek haline getirecektir.
Tam bu noktada Fransız Katolik filozofu Georges Bernanos’un “Bir Hıristiyan dünyanın balı değil, tuzu olmalıdır” vecizesini hatırlamak gerekir. (Nakl.: John Lukacs, At the End of an Age, Yale University Press, 2003.)
Bernanos’a göre dünya, Hz. Adem ve Havva’nın işlediği ‘ilk günah’ yüzünden en baştan yaralıdır. İnsan yaralı ve alnındaki ilk günahından ötürü günahkâr olarak dünyaya gelmiştir. Hıristiyan ise tıpkı Hz. İsa gibi bu ezelî yaraya tuz basıp kabuk bağlatmakla yükümlüdür. Bu yüzden dünya, bir Hıristiyana göre keyif çatılacak bir diyar değil, yaraları tamir ve tedavi yurdudur.
Kendisi kurmamıştır bu bağlantıyı elbette ama Bernanos’un sözünü Necip Fazıl’a uyarladığımızda formül şuna dönüşür: 20. yüzyıl Müslümanı kendisine öğretilen, belletilen tarihin balı değil, tuzu olmalıdır! Çünkü tarih hem Batı’nın etkisiyle, hem de içerideki fesat odaklarının bir buçuk asırlık hummalı çalışmaları yüzünden yaralıdır. Haramzadeler eliyle boğazına kadar harama batmıştır. Öte yandan Müslüman, eliyle, diliyle veya kalbiyle haramlara karşı mücadele etmekle, onlardan uzak durup yerlerine helallerini geçirmekle yükümlüdür. Öte yandan tarih keyif çatılacak bir tetkik sahası değil, bir tamir ve tedavi yurdudur. Geçmişi öğrenmek, geçmişte neler olup bittiğinin ansiklopedik bir sayım ve dökümünü yapmaktan öte, verilerin çekmecesinde kaybedilen güneşi bulmak ustalığıdır.
Böylece Müslümanın aslî görevi, her iki anlamda da, Necip Fazıl’ın şarabı sirkeye dönüştürecek iksiri anlamında da, Bernanos’un yaralı tarihe şifa olmak anlamında da “tuz” metaforu etrafında şekillenecektir. Zira tarih, Necip Fazıl’da geçmişte olup bitenlerin defter edildiği bir “masal albümü değil”dir; tarih bir değer yargısı (“kıymet hükmü”) tablosu olmalıdır. Tarihe değer yargısı katmayan her yaklaşım, ona göre kuru bir gözlemcilik veya meslekten tarihçilik rutininden ibarettir.
Ulu Hakan “ideolocyası”
Bu noktada Necip Fazıl’ın, Oswald Spengler’in dogmatizmine benzer bir özgüvenli tutumla mensup olduğu inanç ve medeniyetin (İslamiyetin) kültürel bünyesini onun dışındaki bütün ideolojilere karşı cepheden ve gözünü kırpmadan savunmanın destanını yazdığını söyleyebiliriz (S. Stuart Hughes, Toplum ve Bilinç, Çev.: G. Özkan, Metis:1985, s. 324-6).
Bu tavrını “Son ve tek kıvılcım” başlıklı yazısından daha net ifade ettiği bir metni bulmak kolay değildir:
“Arsadaki odun yığınının gizli bir köşesinde tek bir kıvılcım noktasıyız biz! Kim bilir hangi muazzez velînin mangalından sıçradık, hangi mübarek mü’minin fenerinden damladık, hangi muhterem mustaribin sigarasından düştük de, bu, süngerlerden daha ıslak ve çöp tenekelerinden daha kirli odun yığınının bir köşesinde karargâh kurduk.
Bu odun yığını, uzaklarda, çok uzaklarda, ormanı temsil eden ve her gün bir ağacı daha köklerinde koparılıp mahut arsadaki yığına atılan münezzeh Türk milletinin içinde menhus bir zümredir; (…) Dâva, bu odun yığınını, büyük ve ebedî oluş hummasiyle çatır çatır yakmak, onun alevleriyle güneşi soldurmak; ve üzerinde kir, pas, küf, rutubet, ne varsa, hepsini birden buhara çevirmek… (1001 Çerçeve, 4, Toker: 1969, s. 17-18).
Öte yandan Ulu Hakan II. Abdülhamid Han adlı 600 küsur sayfa tutan hacimli eseri, Necip Fazıl’ın tarihe nasıl ‘dogmatik’ bir şekilde baktığını gösteren çarpıcı örnekler ve temel fikirlerini ifşa etmesi bakımlarından epeyce renkli bir malzeme demeti sunmaktadır.
Eserin başında Necip Fazıl’ın, kullanacağı tarih metodunu şu ilginç cümlelerle ortaya koyduğuna şahit oluruz:
“Ben sanat ve tefekkür adamı olmak davasındayım ve tarihçi değilim. Bu eser de bir tarih denemesi değil. İrfan sahiplerince bilinir ki, hikmet ilmin, ilim de tekniğin üstündedir; tarih ise bu üç görüş şekline göre çeşitli… Tarihi hikmet yönünden ele alan, onu, kafasındaki tezatsız ve her örgüsü tamam bir dünya görüşüne nisbet eder. İlmin gözüyle yoğuran, vakıaları sağlam bir analiz ve sentez halinde umumi kıymet hükümlerine bağlar. Teknik bakımından inceleyen de, sadece malzeme ve ham madde verir ve gerisi için tasa çekmez.” (Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, b.d.: 1977, s. 7.)
Bu üç faaliyet türünden birincisi, cemiyet hamurkârı (toplumu yoğuran) büyük fikircidir. İkincisi, tarihi kendi içinde ve zamanının anlayışına göre muhasebe eden meslekî ilimcidir (meslekten tarihçi). Üçüncüsü de, bu rizikolu ve belalı işlerden kaçınıp yalnız şekil bakımından doğru ve yanlış ölçüsüyle hareket eden “mansıptan evvel menbaı”, yani zaman nehrinin denize döküldüğü yerden önce çıktığı yeri, kaynağı tutmaya bakan, kaynaklara bağlı kalan kuru müşahedecidir.
Gariptir, Necip Fazıl kendisini bu üç sınıftan hiçbirine ait hissetmez. (Lakin gözü, çok istediği halde olamayacağını itiraf ettiği birinci şıktadır). Onun Ulu Hakan II. Abdülhamid Han adlı kitabında yapmaya koyulduğu ameliye ise “ideolocya örgüsü” karşısında II. Abdülhamid Han üzerinden tarih görüşünün en hassas bucaklarından birini billurlaştırmaktan ibarettir. İddiası esasen budur. Necip Fazıl’ın gözünde hiç şüphesiz Sultan II. Abdülhamid’in çok farklı bir yeri vardır. Ona göre Türkün özünün ve temel varlığının hakkı gasp edilmiş ve mağdur kurtarıcısıdır “Ulu Hakan”. Tanzimat sonrasındaki Batı’ya murakabesiz, kontrolsüz, körü körüne yönelişlerin karşısında kale gibi duran ve “kök ve cevherin müdafaasını yapan” muazzam bir şahsiyettir. Onu anlamak sayesinde yüzlerdeki asırlık maskeler birer ikişer düşecek ve onu bir anahtar gibi kullanarak bizi bu karanlık ve şahsiyetsiz ortama getirenlerin, “Türkün ruh kökünü kurutmaya kalkanların” iç yüzleri layıkıyla ortaya dökülebilecektir.
Yapılacak operasyon için teklif ettiği metod ise tarihçiler camiasına oldukça garip görünecek bir mahiyettedir: II. Abdülhamid Han aleyhine ortaya atılan her menfi iddiayı tersine çevirdiğimizde doğruyu bulacağımızdan emindir. Yani bir tür turnusol kâğıdıdır Sultan. Hadiseler onun mihengine vurulmalı, kalp mı hakiki mi ondan sonra anlaşılmalıdır! Aleyhine yapılan yorumların yalanını ayıklayıp onun üzerine bina edilen yapıyı ters çevirip yeniden ayakları üzerine oturttuğumuzda hakikatin ayan beyan ortaya çıkacağından en ufak bir kuşkusu yoktur. Bu yüzdendir ki, kitap, “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” gibi kuşatıcı bir hükümle nihayetlenecektir (age, s. 632).,
Bundan 10 yıl kadar önce (2006) ilkin Fransızca olarak yayınlanan ve sıcağı sıcağına Türkçeye tercüme edilen Sultan Abdülhamid adlı ilk ciddi biyografisinin müellifi François Georgeon da bir yazısında bu cümleye uzaklardan ses vererek, “Türkiye’nin yeni tarihinde Abdülhamid’in önemli bir rol oynadığı açıktır. Abdülhamid’i ve onun hükümdarlık dönemini anlamak, bir bakıma bugünkü Türkiye’yi anlamak demektir” diye yazacaktı (“Abdülhamid II”, Ed.: Güler Eren, Osmanlı, 2, Yeni Türkiye: 1999, s. 266-7).
40 yıl sonra gelen oldukça gecikmiş bir sosyolojik tespit! Üstelik Necip Fazıl’ınki kadar kuşatıcı değil.
İşte bu kuşatıcı hükümdür ki, Necip Fazıl’ın tarih eserlerini akademisyenlerin ilmî neşriyatından keskin bir çizgiyle ayırır. Ona göre tarih, ‘İdeolocya Örgüsü’nün hizmetinde olmalıdır.
Dâva açısından tarih şiddet demektir biraz da… Karşı şiddet… Daha doğrusu şiddete karşı şiddet… Terazinin yeniden dengeye gelebilmesi için zaruri ve bu yüzden de meşru bir şiddettir bu.
Göreceliğin reddi, mutlağın evine avdeti arzusuyla yanıp kavrulan Necip Fazıl bu yüzden ‘modern’dir ve Ahmed Cevdet Paşa gibi geleneğin kendi halindeki akışına tevekkülle katlanış ve onu diriltmek veya uyandırmak gibi kategoriler halinde formüle etmekten kaçınış şeklinde karşımıza çıkan ananevî ulema tavrından bir kopuşu temsil ettiği bariz bir fark olarak karşımıza çıkacaktır.
Baş düşman kim?
Nitekim Necip Fazıl bu tavrını “Abdülhamid etrafında” başlıklı sunuşunda dobra dobra dile getirmekten sakınmaz:
“Marifet, büyük kısmı kursaktan doğma uydurmalarla Abdülhamid’i konuşturmakta değil, onun hakkında konuşabilmekte ve bir (sentez) üretebilmektedir.” (Ulu Hakan…, s. 8.)
Kendisi bir tarihçi değil, bir sanat ve tefekkür adamı olmak davasındadır, bu sebeple eserine bir “tarih denemesi” olarak değil, “ideolocya örgüsü” karşısında “umumî kıymet hükmünü çizgi çizgi billurlaştırma” çabası olarak bakılmasını ister. Asıl ilginç olan husus, öğretmek istediğinin olgular değil, mânalar olmasıdır! Tarih usulü (yöntemi) de tarihin inşasındaki kanunlara aykırılık göstermeden “hikmet ve sanat fırçasıyla içyüzüne inmek ve (dinamik) çizgiler yolundan, hikâye üstü ruha tırmanmak”tır.
Öyleyse Ulu Hakan kitabı ne bir tarih, ne de bir tarihî edebiyat eseridir. Sadece olgulara dayalı ilmî, aklî, “teessürî” bir tez, bir manifesto ve bir dava çerçevesidir. Onun için kitapta bibliyografya, dipnot vs. gibi “ilim üniforması nişanlarından eser aramak yersiz”dir. Zaten anlatılanlar matematik gerçekler halinde “sabit ve apaçık meydanda”- dır. Yazarı, okurundan böyle bir fikir işinde ırgatlık tarafına ait zahmetlerden bağışlanmasını isteme hakkını kullanacaktır. O, “allâmelerin yaldızlı cübbesinden uzak kalmak” ister; yine de kendisini yalanlamaya kalkacak olanlara “hodri meydan” demekten çekinmez.
Dava adamlarının zihinlerinde, mevcut kirli zemini temizlemek ve etkilemek istediği okurlarının, daha doğrusu dâva elemanlarının zihnini olabildiğince berraklaştırmak için başvurulan ana yöntem, dünyayı ikiye bölerek bir ‘baş dost’ ve bir ‘baş düşman’ tespit edip davasını bu kutuplaşma çerçevesinde tanımlamaktır.
Necip Fazıl ‘baş dostu’nu 20 yıl önce bulmuştur zaten (onun ismini burada özellikle büyük harflerle yazması dikkat çeker): “Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han…”
Peki ya baş ‘düşmanı’? O kimdir? ‘Baş düşmanı’ hakkında bize şu ipucunu gösterecektir sadece:
“Ters tarafından onun kadar ehemmiyetli düşmanıma gelince, Allah’tan duam şu ki, bir gün, o borcu da ödeme imkânını bana bağışlasın…” (age, s. 9)
Aslında Sultan Vahidüddin adlı eserini okuyanların bu kitapta iddiaları delilleriyle çürütülen kişinin onun ‘baş düşmanı’ olduğunu bilmelerinde fayda vardır.
İlginçtir, “baş düşmanı” hakkında bu kitabı yazmıştır. Hangi kitabı mı? Elinizdeki sayıda yazılış hikayesini Muhsin Abdülhamid’den okuyacağınız Arapça basılan “Put Adam” (er-Raculu’s-Sanem) adlı kitabı!
Yeri geldiği için değinelim: Necip Fazıl Kısakürek Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin’i yazdığı için hapis cezası almış ve bu cezayla beraber mezarına gitmiştir. Zira yaşlılık gerekçesiyle affı için avukatı vasıtasıyla devrin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e başvurmuş ancak talebi geri çevrilmişti. Tabiatıyla böylesine bir “ceza sömürgesi” nde “Put Adam”ın Türkçesinin basılması mümkün olamayacak ve o “borcu” Türk okuruna ödeyemeyecekti.
Belgede tahrifatı yakalayışı
Tarihçiler yabana atmasın: Necip Fazıl’ın Sultan Vahidüddin kitabında kullandığı bir belgedeki dikkati, epeyce karanlık bir alana tıkılmış bulunan İnkılap Tarihi’ne de ışık tutacak niteliktedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın 1919 Haziran’ında Havza’dan Sultan Vahidüddin’e çektiği telgrafın bir kelimesinin Nutuk’ta, dolayısıyla diğer yayınlarda değiştirilmiş olduğunu iddia eder Necip Fazıl. Buna göre Mustafa Kemal, Sivas Kongresi sırasında Sivas’ta çıkarılan İrade-i Milliye gazetesinin Eylül 1919 tarihli ilk sayısında yayımlanan telgrafın metninde “ilkâ-i milkdarîleri” demekte ama Nutuk’ta ve Meclis Zabıtlarında aynı telgrafın metnini yayımlarken nedense “ilkâ” kelimesinin yerine “dilhâh” getirilmiştir. Oysa ilkâ, zorlama, zorlayarak itme, bir gemiyi kızaktan denize indirme gibi anlamlara gelmektedir.
Bu kelime değişikliğinin önemi şuradadır ki, değiştirilince Sultan’ın arzusuyla başladığı vazifesine devam ettiğini söylemekte ama vesikanın aslında Sultan’ın zorlamasıyla, itmesiyle, itelemesiyle başladığı vazifeye devam ettiğinden bahsedilmektedir. Buradan çıkan sonuç da bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya kendi isteğiyle değil, zorla gönderildiğidir. (Sivas’ta bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın tarafından çıkarılmasına önayak olduğu İrâde-i Milliye gazetesindeki yayınında cümle şöyledir: “İlkâ-i milkdârilerinden mülhem azm u imân ile vazife-i âcizanemde müdâvim bulunuyorum.” Oysa TBMM Zabıt Ceridesi’nde (cilt 1, 1940) bu cümle şu hale getirilmiştir: “Dilhâh-i milkdârilerinden mülhem azm u imân ile vazife- i âcizanemde müdâvim bulunuyorum.” (Bkz. Necip Fazıl Kısakürek, Sultan Vahidüddin, Toker 1968, s. 182-4. Ayrıca bkz. M. Armağan, Küller Altında Yakın Tarih, Timaş 2006.)
Nitekim Nutuk’un ilk sayfalarında bunu Gazi de şöyle itiraf eder:
“Bu vâsi selahiyetin, beni İstanbul’dan nefy ü teb’îd maksadıyle Anadolu’ya gönderenler tarafından, bana nasıl tevdi edildiği mucib-i istiğrâbınız olabilir (Bu geniş yetkinin beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak maksadıyla Anadolu’ya gönderenler tarafından bana nasıl emanet edildiğine şaşırmış olabilirsiniz)” [Nutuk, Ank. 1927, s. 7; (sadeleştirilmiş hali-MA)].
Nutuk’taki bu kritik cümle karşısında ‘Mustafa Kemal Paşa Samsun’a kaçarak gitti’ efsanesinin Cumhuriyet devrinde nasıl ve kimler tarafından çıkarılabildiğini anlamak iyice güçleşmektedir. Nitekim Kâzım Karabekir Paşa eserlerinde zaman zaman bu yaman çelişkiye dikkat çekmiş bulunmakta, (İstiklâl Harbinin Esasları, İstanbul 1951, s. 43). Rıza Nur da hatıratında değinmektedir (cilt 3, Altındağ: 1968, s. 560-1).
Görüldüğü gibi aslında meslekten bir tarihçinin bulması gereken bu belgedeki değişikliğin, daha doğrusu tahrifin Necip Fazıl gibi kendisini tarihçi olarak görmeyen bir mütefekkir gözüyle yakalanmış olması, tarih malzemesine vukufiyet bakımından hiç de yabana atılmaması gereken bir tarafı olduğunu yeterince açık bir şekilde ortaya koymaktadır sanırım. O da malzeme üzerinde çalışmaktadır ama bu çalışma, mevcudu tekrarlama şeklinde değil, onu farklı bir gözle okuma ve tenkid etme, sonra da yeni bir çerçeveye oturtma şeklinde rekonstrüktif bir tavır şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bunun da tarihçilere malzeme sunmaktan çok usul bakımından katkıda bulunacağı aşikârdır.
Bu bakımdan tarihçilerin, özellikle de ondan hoşlanmayan İnkılap tarihçilerinin Necip Fazıl’ın ve benzeri akademi dışı tarihçilerin eserlerine bigâne kalmalarını anlamak kolay değildir. Herhalde malzemeyi görmezden gelmek tarihçilerin en son yapması gereken işlerdendir ama bu dışlayıcı usulün ülkemizde pek de nadirattan görüldüğü söylenemez. Necip Fazıl’ın bu belgeyi açıklarken TBMM Zabıt Ceridesi’nde sayfa numarasını değil de ‘satır numarası’nı verdiği için eleştirmek kolaydır da aynı belgeyi yıllarca sayfalarda seyretmek ama metnindeki ilkâ kelimesinin dilhâh kelimesiyle değiştirilmesine kör olmak affedilir cinsten bir ihmal olmasa gerektir.
“Dersim tabusu”nu yıkanlardan biri
Muhsin Batur Anılar ve Görüşler adlı hatıratında Kayseri 19. Piyade Alayı’nda staj görürken Dersim’e gidileceği emrinin geldiğini anlatır. Trenle Elazığ’a giderler, oradan Pertek’e. Tam isyan günleridir. Heyecanla size açıklayacağı çok önemli şeyler olduğunu düşünüyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Çünkü Muhsin Batur, Dersim’de iki ayı aşkın ‘özel görev’ yaptığını söyledikten sonra ağzına susturucu takar ve şu acı itirafta bulunur:
“Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum” (Anılar ve Görüşler, Milliyet: 1985, s. 25).
Ne var ki, Dersim’e düzenlenen “sükût suikasti”, yani susarak suikastte bulunmanın istisna değil, kural olduğunu öğrenince şaşırmak olağanlaşıyor. Üzerlerindeki ağır baskı ve terör yüzünden herkes susmuş. Basında ise bir tek Son Telgraf gazetesi Doğu vilayetlerinde huzursuzluk olduğunu yazmaya yeltenmiştir ama derhal kapısına kilit vurulmuştur.
Neyse ki konuşan birisi vardır. O kişi kalemiyle gider Dersim’deki acıların üzerine. Cumhuriyet’in bir tabusunu tek başına yıkar.
Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu’da yayınladığı yazılarını Son Devrin Din Mazlumları adlı kitabına almasa belki bizim nesil de Dersim faciasından çok geç haberdar olacaktı.
Yalnız Necip Fazıl’ın farkı şudur: Olayı ‘din özgürlüğü’ kapsamında ele almış, yani Alevi, Kürt şu bu gibi ayrımların üzerine sünger çekerek Dersim’de hedefin, bölgenin “bir türlü sulandırılamayan koyu İslamî rengi”nin ortadan kaldırılması olduğunu iddia ettikten sonra şunu eklemiştir:
“Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50.000 cesedinde (…) din mazlumluğunun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz.”
Dersim faciası hakkında kimse, hele ‘sağcılar’ konuşmadı diyenlere inat, Necip Fazıl cesurca ortaya çıkıp kulaktan kulağa fısıltı halinde aktarılan rivayetleri dergisinin alnına kazımıştır.
İşte Necip Fazıl’ın aktardığı o insanı insanlığından utandıran anlardan birkaçı.
Elazığ ortaokulunda okuyan iki çocuk, tatillerini geçirmek üzere memleketleri Hozat’a döndüklerinde hayatlarının ilk zehrini tadıyorlar. İkincisini tatmak için fazla beklemeleri gerekmeyecek, evlerinde babalarının öldüğünü gören çocukların ağlama seslerine yetişen jandarmalar, “Sizi de onun yanına götüreceğiz” diye sürükleyerek dışarı çıkartacaklardır. Çocuklar babalarının cenazesine gittiklerini zannederken yolda süngülenerek öldürülürler. Gerçekten de babalarının yanına gönderilmişlerdir!
Bir başka sahne: Bir köy, etrafına çalı yığılarak yakılmaktadır. Teker teker tutuşturulan evlerin etrafında yangını seyredenler, dışarıya kaçmak isteyenleri cehenneme iteklemekle görevlidirler. Alevlerin arasından kaçan birisi, onlara haykırır: “Durun, ben köyden değilim, öğretmenim. İzin verin, kimliğimi ispatlayayım.” Yapılan işlem kaba ama basittir: Bir kalasla tekrar alevlerin içine itmek. Genç yanarken çalı yığınlarının gerisinde bekleyen “âmir” keyifle sigarasını tüttürmeye devam etmiştir.
Üçüncü olay, 200 kadın ve çocuğun cesetlerinin buğday sapları üzerinde cayır cayır yakılmasıdır. Öldürülenler arasında izinli olarak köyüne gelmiş olan Rüstem adlı bir asker de vardır. Ne dediyse dinletememiş, dört çocuğu ve seksenlik anasıyla birlikte kurşunlanmış ve yakılmıştır. Bir de Hozat’ın Zımbık köyünde geçen bir olay vardır. Bu, Necip Fazıl’ın deyişiyle trajedi üstadı Shakespeare’in hayal gücüne bile taş çıkartacak olayda, erkekleri tamamen doğranmış bir köyün 100 kadar kadın ve çocuğu süngülenir.
Öldürülen kadınlardan biri de gebedir. Nasılsa saklanmayı başarmış birkaç kadın köye döndüklerinde ölü yığınlarının arasından bir çocuğu fark ederler. Rahmi delinen kadının ölümünden sonra doğan bu kılıç artığı çocuğu alıp büyütürler. Süngü bebeğin topuğunu yaralamıştır. O tarihlerde sağ olan kız, topuğunda yarayı taşımaktadır.
Hozat’ın Dolantanır köyünden Veli adlı bir genç ise Elazığ Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra görev yeri olan Trakya’ya gönderilmiş, evlenip barklanmış ve çoluk çocuğuyla tatil yapmak için köyüne dönmüştür. Bu sırada Dersim harekâtı başlamış, genç öğretmenin köy halkı, kendisi ve çocukları da içinde olmak üzere doğranıp cesetleri yakılmıştır.
Nihayet korkunçlukta sınır tanımayan, kelimelerin kifayetsiz kaldığı taç olay:
Mazgirt’in Tersemek bucağı halkı aynı şekilde hunharca doğranırken bir hayır sahibi, 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Ancak durumdan haberdar olan operasyon ekibi, çocukları saklandıkları yerde bulur. Emir verilir; öldürüleceklerdir. Ne var ki, bu katliamı işlemeye kimse yanaşmaz. En katı yürekliler bile savunmasız masumlara karşı silah kullanamayacaklarını söyler. Nihayet içlerinden bir ‘babayiğit’ çıkarak dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işini bitirir. Arkasından ekliyor Üstad:
“Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.”
Bir emekli orgeneralin anlatmaktan kaçındığı sırları Necip Fazıl’dan öğrenmişti Türkiye. Kendi dünya görüşüne mensup olmasa da mazlumların acısı karşısında susmak ona yakışmazdı zira.
Necip Fazıl’ın ‘usturası’
Necip Fazıl’ın tarih ile ilgili yazı, hitabe ve kitaplarında karşımıza çıkan sorunlardan biri de metinlerde tarihî veriler yeterince tahkik edilmeden üzerlerine aceleyle oturtulmuş hükümlerin sık sık karşımıza çıktığıdır. Zira geniş bir kitle tarafından adeta ‘amentü’ gibi algılanan ve neredeyse 70 yıla ve ard arda gelen nesillere yayılan bu tür yanlış bilgi ve dolayısıyla yanlış ve isabetsiz yorumlara dikkat çekmezsek yazarımızı yaşatabilecek damarların kurumasına seyirci kalmış olacağızdır.
Ölmesi gerekenler ölecek gerçi ama bu tür lekeli bilgiler yüzünden yaşaması gereken damarların da hayatiyetten mahrum olmasına gönlümüz razı olmamalıdır. Necip Fazıl’ın eserleri üzerindeki bu mecburi ameliyeyi belki de Necip Fazıl’a rağmen icra etmeliyiz. Onun yazdıklarının değerini daha belirgin ve görünür bir hale getirmek için... Şimdi kitaplarından seçtiğim bazı çarpıcı yanlış bilgi ve yorum misallerini peş peşe sıralayalım:
Prut’ta Rus Çarı Deli (I.) Petro’yu kıstıran ama sonra serbest bırakan Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa hakkında ilk hükmü şudur:
“Allah’ın, bugünkü Moskof’u ikibuçuk asır öncesinden engellemek ve yolunu tıkamak gibi en şerefli fırsatı eline verdiği ve sonra o fırsatı kaçırttığı Baltacı Mehmed Paşa, hayal edilemeyecek kadar küçük çapta, sonsuz ahmak, fakat hile ve desise zekâsında yektâ (benzersiz)…” (Tarihimizde Moskof, Toker: 1973, s. 99.)
Nihai hükmü ise şöyledir:
“Kafası baltayla kesilmeye lâyık Baltacı’nın, bir de insan havsalasını yakacak bir sözü var:
Eğer ben Deli Petro’yu esir veya yok etseydim, memleketini kim idare ederdi?
Her türlü ahmaklık üstü bu sözü, ancak (…) birbirinden saçma sebeplerle beraber ayrıca tahlil edilmeye muhtaçtır” (age, s. 132).
Bir Osmanlı Sadrazamına edilen bu ağır hakaretler tabii ki tarihî bir realiteye tekabül etmez. Ne Baltacı ‘ahmak’tır, ne de Osmanlı Devleti bir ‘ahmak’ Sadrazamı iş başına getirecek kadar zavallı. Elbette askerî veya siyasî hataları olabilir insanların ve devletlerin ama bu, onların şahsî karakter karikatürlerinden ziyade o hadisenin dahilî ve reel şartları bilinmek suretiyle anlaşılır ve eleştirilecek hale getirilebilir.
Nitekim tarihteki Baltacı Mehmed Paşa Prut’tan dönüş yolunda müfettişlerce yapılan tahkikatta antlaşma sırasında hiçbir hile ve hurdası bulunamadığı için idam edilmemiş. Çar Petro’yu serbest bıraktığı için değil, ancak antlaşmayı daha müsait şartlarda yapmadığı gerekçesiyle görevden alınıp Kıbrıs’a sürgüne gönderilmiştir.
Fakat Baltacı’nın önünde 1683 Viyana kuşatması gibi korkunç bir felaketin bulunduğu, gençlik yıllarında yaşanan bu katastrofun tekrarlanması sendromunu üzerinden atamadığını, devrin devlet adamlarının hafızalarında Viyana’daki gibi bir hezimet korkusunun henüz canlı bulunduğunu, eldeki kazancı bir an önce kayıt altına almak telaşına kapıldıklarını bilmezsek Prut Muahedenamesi’nin neden mevcut şartlarıyla imzalandığını anlama şansını yakalamamız da mümkün olamayacaktır. Nitekim Bismark da 1870-71 seferinde alınan galibiyetten sonra Fransa’yı bitirme çığlıkları atanlara karşı Fransa teslim olmazsa yorgun askerleriyle zaferi devam ettiremeyeceği endişesini belirtmiştir. (Nakl.: Mahmut Esat Bozkurt, Türk İhtilali’nde Vatan Müdafaası, Kaynak: 2006, s. 26.)
Öte yandan genel olarak Sultan II. Abdülhamid’e toz kondurulmazken amcası Sultan Abdülaziz’e yakıştırılan kabalıklar, hoyratlıklar, şaka gibi diyebileceğimiz ağır bühtanlar yenilir yutulur cinsten değildir. Gerçi temiz bir adamdır Sultan Abdülaziz ama dirayetsizdir Necip Fazıl’a göre. İlk defa vezir döven padişah da odur! Üstelik dövdüğü vezire bir de yalı hediye etmektedir! Mesela: “Mahmud Nedim Paşa’nın Vaniköyü’ndeki yalısı, okkalı bir tokattan sonra hediye edilmiştir” (Sahte Kahramanlar, s. 59).
Peki Abdülaziz hakkındaki “bir oturuşta bir koyun yiyor, kuzu filan değil…” sözlerine ne demeli? Devamı da var bu ilginç hikâyenin. Şöyle sürüyor:
“Elleri omuzuna kadar yağ içinde… Fena haberleri o zaman arzediyorlar. Öfkeli Padişah, yağlı ellerle tokatı indiremiyor, “su!” diye haykırıyor. Kocaman bir tas içinde su geliyor; sabun, havlu, kurulama deyinceye kadar hiddeti geçiyor Sultanın…”
Bu, işte tam bir ‘bir sayıyı sıfırla çarpma’ vak’ası. Necip Fazıl’ın Sultan Abdülaziz ile ilgili bütün kanaatlerini sıfıra müncer kılacak kadar yanlış, abartılı ve hissî bir hüküm ve bu tür göz alıcı ama yanlış ve haksızlıkla malul hükümlere onun kitaplarında hiç de az rastlandığı söylenemez.
Tarihin yeni sahipleri
Kanuni Sultan Süleyman onun nazarında “şüphesiz ki, büyük bir padişah”tır. Ama aynı zamanda “büyük bir mirasyedi”dir. Hatta Kanuni kendi şahsıyla büyük değil, devriyle büyüktür (age, s. 134). Devri, alçalmamızın başlangıcıdır. “Onu tepede görürler… Öyle değil!... O bir mirasyedidir!” Necip Fazıl’a göre “Kanunî Sultan Süleyman, miras olarak Türk fetih sıra dağlarının Himalâya’sına konmuş bir talihlidir.” (1001 Çerçeve, 4, s. 156.) Velhasıl Kanuni zirvedeki cücedir! II. Abdülhamid ise çukurdaki dev!
Eserlerinde sık sık rastlanan bu tür genelleme ve hükümlerin ne kadar indî ve tarih dışı, olayların yanlış okunmasına dayalı olduğu açık. Buna bir de matbaaya ulemanın “küfür fetvası” verdiği (nakl.: Orhan Okay, Kendi Sesinin Yankısı: Necip Fazıl Kısakürek, Ufuk: 2001, s. 138.) ve bu yüzden Osmanlı’ya geç geldiği klasik kalıbını tekrarladığı cümlesini eklemek lazım. Hakikatte böyle bir fetva tabii ki verilmemiş, matbaaya karşı direniş olmamış ve dahası, ilk basılan kitabın takrizini Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi kaleme alarak matbaanın ümmet-i Muhammed’e ne kadar faydalı bir icat olduğunu, onun hizmete vesile olacağını belirtmişti.
“Köstebek yolu” (Yolumuz…, s. 10) diyerek küçümsediği Cumhuriyet döneminde üretilmiş olan bu tür Osmanlı iftiralarına karşı Necip Fazıl gibi “mekteplerde okutulan tarih” e cihad açmış bir mütefekkirin daha müteyakkız bulunması ve aktarılan bilgilere daha eleştirel bir gözle yaklaşmasını beklersiniz değil mi? Lakin bazı noktalarda resmî tarihle aynı rotada ilerlemesi, ancak yorum kısmında ondan ayrılması, onun bir yazar olarak ölen veya ölmesi gereken taraflarından birini teşkil eder.
Bu tür yaklaşımları, her ne kadar hitap ettiği kitleye bir perspektif kazandırmak için geliştirilmişse de, sonraki dönemin kalıp yargılarını oluşturmaya ciddi bir şekilde hizmet ettiği için epeyce zararlı olmuş, zihinlerde belli klişelerin (özellikle Kanuni hakkında) kemikleşmesine ve hâlâ yeni bilgi ve okumalara karşı inatla direnmesine yol açmıştır.
Demek ki Necip Fazıl merhumun yaygın olarak okunan tarih ile alakalı kitapları kendisinin de belirttiği gibi ‘tarih’ disiplini açısından değil -ki eleştirel olarak okunduğunda Mustafa Kemal Paşa’nın telgrafındaki o değişen kelime gibi meslekten tarihçilerin de işine yarayacak malzemeyi ihtiva ettiğini söylemek mümkün- bir bakış açısı ve perspektif derinliği kazandırması açısından önemlidir ve şöyle veya böyle Cumhuriyet pozitivizminin bu toplumun tarihini ve kimliğin kurucu unsuru olarak tarihselliği reddeden ve Orta Asya tezi gibi bir ikame tarihi onun yerine oturtma yaklaşımını tersine çevirme yönünde gözüpek bir girişim olarak değerlendirilmelidir.
Bu tersine çevirme işlemi sırasında tarihî hatalar yapmış da olabilir. Hafız-ı Şirazi’nin “gönül” için söylediği “Yek katre-i hûnest ve hezar endişe” (Bir damla kan ve binbir endişe) mısraını Şeyh Sadi’ye, sözü de “insan”a transfer etmiş de olabilir. (Krş. Sahte Kahramanlar, s. 7; Yolumuz…, s. 130; Abdülbaki Gölpınarlı (çeviren), Hafız Divanı, MEB: 1988, s. 545.) Bunlar bir yerde düzeltilir ve zaten akademinin işi de bunları düzeltmektir. Ancak öbür işlevi akademi genellikle yapamaz; bunları yapabilecek rahmetli Erol Güngör gibi isimler hakikaten nadirattandır.
Dâvanın tarihi
Velhasıl Necip Fazıl’ın vermek istediği mesaj, esasında doğruydu. Bu memleketin tarihi memleketin sahipleri tarafından değil, başkaları tarafından yazılmıştı… Yani Batı ve Batı’nın içimizdeki uzantıları tarafından. Onun için toplumun küllenmiş inancını söylemsel şiddetin gücünü kullanarak bileylemek gerekirdi. Nitekim o heyecan ve coşkuyla şöyle demişti bir konuşmasında:
“Yeni doğmuş bir adam gibi hissediyorum kendimi… Ve bu enerjim ondan ileri geliyor. Biz biliyoruz ki, sonların sonu bizimdir!.. Çünkü, arttığını zannettiğimiz küfür, tükenmez pekmez tarzında, sulana, sulana büyürken, biz pekleşe, pekleşe büyüyoruz. Bu bakımdan hiç şüphe etmiyorum ki, istikbâl bizimdir!.. Elverir ki, kanunların himayesinde, kanundan aldığımız hakla, bütün yılgınlık tavrımızı bırakarak, şahlanmayı ve “Ben bu memleketin ve tarihin sahibiyim ve onun koruyucusuyum!” demeyi bilelim. (Yolumuz…, s. 176.)
Ne kadar net ve pürüzsüz bir bakış açısı, değil mi? Kendi içinde sorunları olsa dahi muhatabına bu berraklıkta verilen bir motive edici mesajın onun ruhunda nasıl bir ümit sağanağına yol açacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. İşte Necip Fazıl bu müşterek yeniden doğuşu hedefliyor ve tarihi de bu doğrultuda istihdam etmek istiyordu. Özetle dâvasının tarihini yazmak istiyordu!
Kabul edelim ki bu çok gözüpekçe bir girişimdir. Kısır bir milliyetçiliğin, şüpheciliğin, hümanizmanın, pozitivizmin, laikliğin, üstüne üstlük fukaralığın içlerini ve ufuklarını karartmak üzere olduğu muhatap kitlesinin aç ruhunda hür uçurtmalar şeklinde kanatlanan mesajları “tarihin sonu”na gelinmediğine, “oyun”un henüz bitmediğine ve bizzat kendileri, yani muhatapları tarafından yeniden başlatılabileceğine dair bir güven ve umutla şişirmiş olmalıdır yelkenlerini.
Bilgiler neticede bu planın tuğlalarıdır. Birkaç tuğla eksik veya çürük olsa bile binanın heyet-i umumiyesi inşa edildikten sonra bunlar yenileri ve sağlamlarıyla değiştirilebilir pekala. Onun nazarında geçmiş, gelecek adlı atın koşuya hazırlanması için gerekli teçhizattan sayılır bir bakıma. Nitekim binayı inşa edecek adayları hahişkâr arayışı bir çığlığa dönüşür zaman zaman:
“İyi atlara binip gelecek iyi insanlar! Neredesiniz!” (Age, s. 256.)
O iyi atlar ki, Durmuş Ağa’nın sözleriyle ifade edersek, bir zamanlar iyi insanları sırtlarına alıp götürmüşlerdi. O atlar ki, giderken sırtlarında dünyadaki muvazene ve huzuru da götürmüşler, gidişleriyle yeryüzünü baştan başa korkunç bir “hiçlik, nizamsızlık, muvazenesizlik, rahatsızlık, kifayetsizlik” kaplamıştır. Şimdi o iyi atlara binmiş, iyi insanları peşinden söküp getirecek ‘şanlı süvari’ beklenmektedir.
“Tarih şimdidir ve İngiltere’dir” diyen şair T. S. Eliot geçmiş ve gelecek arasındaki dinamik ilişkiyi, ölüler ile yaşayanlar üzerinden şöyle kurmuştur:
Biz ölürüz ölenlerle;
Bak gidiyorlar ve bizi de götürüyorlar.
Biz doğarız ölülerle;
Bak dönüyorlar ve bizi de getiriyorlar.
(T. S. Eliot, Çorak Ülke, Dört Kuartet ve Başka Şiirler, Çev.: Suphi Aytimur, Adam: 1990, s. 155.)
Necip Fazıl da geçmişi geçmişe gönderilmek için redd-i miras işlemine tabi tutulmuş bir ülkenin evladı olarak tarihin tarih olarak değil, bir “ideolocya” olarak geri dönüşünü formüle etmek için uğraşıp didinmişti. Ne de olsa –izninizle yine Eliot’a başvuracağım burada- Tarih köleleştirmek için de okutulabilir, özgürleştirmek için de.
Kölelikten kurtulmanın tek yolu olabilir ama özgürleşmenin çeşitli yolları vardır. Necip Fazıl’ın ‘şanlı süvari’si bu yollardan hangisine bizi götürecektir?
Burası meçhulümüzdür.
- Not: Bu metin Zeytinburnu Belediyesi’nin düzenlediği Doğumunun 110. Yılı Anısına Necip Fazıl Sempozyumu’na tebliği olarak sunulmuş ve bildiri kitabında yer almıştır (Necip Fazıl Kitabı, Zeytinburnu Bel. Yay., 2015, s. 309-324). Burada gözden geçirilerek ve genişletilerek yayınlanmaktadır.