1.Büyük Millet Meclisi’nde 1. reis vekili, aynı zamanda muhalif İkinci Grup’un lideri Erzurum mebusu Hüseyin Avni Ulaş Türkiye’deki ilk “hâkimiyet-i milliye” âşıklarındandı. Ayrıca ilk Meclis’in en cesur ve ateşli hatibi, deyiş yerindeyse bir demokrasi öğretmeniydi.
Dikkat çektiği ve eleştirdiği eksiklikler Türkiye siyasetinde ancak yıllar sonra anlaşılabildi. Ancak bugün keşfedebildiğimiz bazı meseleleri bundan neredeyse bir asır evvel dile getirmişti. Hem de neler pahasına!
1923’te bu fikirleri nedeniyle TBMM dışında bırakılmış, Tek Parti dönemi boyunca sıkıntılarla dolu bir hayata mahkûm edilmişti. Polis takibi altında yaşadı, attığı her adım izlendi; avukatlık bürosuna gelen müşterileri engellenerek geçimi dahi zorlaştırıldı. Oysa 1. Mecliste verdiği mücadele vefayla yâd edilmesini gerektirirdi.
Daha sonra ilişkileri netameli hale gelecek Cumhuriyet’in kurucu kadrolarıyla ilk olarak Erzurum Kongresi’nde kesişti yolu. 10 Temmuz 1919’da önayak olduğu kongrede delege olarak yer aldı. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na Erzurum’dan milletvekili seçildi. Meclis’in faaliyetlerine ara vermesi üzerine Ankara’ya geçerek 23 Nisan 1920’de açılan 1. Meclis’e katıldı. TBMM’de muhalefetin, yani İkinci Grup’un 7 kurucusundan biri olup hareketin liderliğini üstlendi. Muhalefetin lideri olmasına rağmen yeterli oyu alarak Meclis’te iki kez 1. reis (başkan) vekilliğine seçildi.
1923’teki seçime katılmayan Hüseyin Avni Bey ertesi yıl Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması üzerine bazı eski İkinci Grup üyeleriyle birlikte İstanbul örgütünün kurucuları arasında yer aldı. Şeyh Said İsyanı ve onu izleyen Takrir-i Sükûn Kanunu ile parti kapatılınca siyasî faaliyetlerine ara verdi.
1926’da İzmir’de cumhurbaşkanına suikast girişiminin ardından bütün muhaliflerle birlikte Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandıysa da beraat etti. Siyasî hayattan tamamen çekilerek İstanbul’da avukatlık mesleğine döndü. 1945’te çok partili sisteme geçilirken Millî Kalkınma Partisi’ni kuranlardan biriydi. Ancak kısa bir süre sonra diğer kurucularla arasında anlaşmazlık çıkınca partiden ayrıldı.
1946’da Demokrat Parti listesinden bağımsız olarak Erzurum’dan adaylığını koyduysa da seçilemedi. Bu yıllarda gazete ve dergilerde Tek Parti dönemini eleştiren yazılar kaleme aldı. Bir kurucu meclis kanalıyla başta anayasa olmak üzere Türkiye’nin siyasî yapısında tepeden tırnağa bir değişim yapılmasını istedi.
‘Saltanata önce ben isyan ettim’
22 Şubat 1948’de İstanbul’da vefat eden Hüseyin Avni Bey’in siyasî hayatı boyunca en çok ehemmiyet verdiği husus, “hâkimiyet-i milliye” kavramıydı. Millî Mücadele başlarken, egemenliğin Osmanoğlu soyundan gelmesine ve hilafete itiraz ediyor, hâkimiyetin artık millete verilmesi gerektiğini savunuyordu. Ona göre her şeyden önce “İslam kılığına bürünerek saraylara girmiş, kendi yaldızlı üniformalarıyla milletin arasına girerek tahakküm edip keyif ve zevklerini yapan adamlar” milleti uçurumlara sürüklemişti. Bu artık yıkılmalıydı. Bu yüzden kendisini saltanata ilk isyan edenlerden biri olarak tanımlıyor ve bunu şöyle dile getiriyordu:
“Efendiler, Millî Harekât başlamadan yedi ay önce o saraya hücum ve isyan edenlerdenim. Efendiler, hakk-ı hükümraniden (hükümranlık hakkından) dolayı karşıma değil o saray, herhangi bir adam çıkarsa, Yunanlı, İngiliz kadar düşmanımdır. İster paşalar olsun, ister hocalar olsun, ister hacılar olsun. Kim olursa olsun düşmanımdır.”
Bir başka seferinde şunları söyler:
“Padişah bu Meclis’te ilk söz konusu olduğu zaman, bugün de yarın da ben tarihin kötülüklerini padişaha ve onun etrafındaki yaldızlı, üniformalı haşarata yüklemekteyim. Padişahın ve o yaldızlı üniformalı ecnebi unsuruna tâbi, milletinden çıkmış, sivrilmiş, millete bela olmuşların aleyhindeyim. Benim kinim ebedidir.”
Saltanat kaldırılmadan yaklaşık 1 yıl önce, 28 Kasım 1921’de “Biz burada Padişah, Saltanat görmüyoruz. (...) Kağnı arabaları ile giden millet Saltanat istemiyor” sözlerini sarf ediyor ve ekliyordu: “Saltanata alışmış imparatorlar, haşmetpenahlar hâkimiyet-i milliyeden canavarlar gibi korkarlar.”
Ona göre millet siyasî olgunluğunu “bir heyula olan sultan ile onun etrafındaki yaldızlı üniformalı haşaratı” devirerek göstermişti. Artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş, egemenlik padişahtan kayıtsız şartsız millete geçmişti. O yine “milletin reşit olduğunu kabul etmeyenler önce kendi rüştlerini inkâr etmeli” diyordu.
Egemenliğin taviz verilemez bir biçimde millete ait olduğunu düşünmesi Hüseyin Avni Bey’in Millî Mücadele’nin başlangıcından beri cumhuriyetçi olduğunu göstermeye yeterli. Ama her cumhuriyetçi mutlaka demokrat olmadığı için Hüseyin Avni Bey’in “hâkimiyet-i milliye”den ne anladığına, milletin egemenliğini nasıl kullanması gerektiğini düşündüğüne bakmamız gerekiyor.
Ali Şükrü Bey’in aniden ortadan kaybolup iki gün boyunca bulunamaması üzerine 29 Mart 1923’te yaptığı ünlü konuşmasında bu kavramı çok yalın bir biçimde şöyle tanımlamıştır:
“Aşığı bulunduğumuz hâkimiyet-i milliye demek efendiler, şunu biliniz ki, memlekette reyini, fikrini serbest istimal etmek (kullanmak) demektir.”
Hüseyin Avni Bey’e göre halk egemenliğini, sadece ve sadece kendi seçtiği temsilcileri eliyle kullanmalıydı. Meclis bu yetkisini başka bir kişi veya kuruma devredemezdi. Ayrıca halktan aldığı yetkiyle egemenliği halk adına kullanan Meclis’in üzerinde hiçbir makam yoktu ve olamazdı:
“İrade-i milliye; Büyük Millet Meclisi’nin şahsiyet-i mâneviyesinde, yani ekseriyetin arasında mündemiçtir. Bunun hilâfında irade-i milliye olamaz.”
Yasamanın yanı sıra yürütme ve yargı gücüne de sahip olan 1. Meclis’in gücünün sınır ve sonu hiçbir şekilde olamazdı. Bunu şöyle açıklıyordu:
“BMM her şeyi yapar. Altı yüz senelik bir saltanatı yıkarken bu gücü kendisinde gördü ve yaptı. Bin senelik hükümranlığı tarihe gömen BMM’nin yetkisi sınırlı mıdır? Meclisin bu güç ve yetkisini yorumlamak vatan hainliği kadar büyüktür.”
Evvela kanun hâkimiyeti
Meclis’i en yüce organ olarak gören Hüseyin Avni Bey, tabii olarak milletvekilliğini de en kutsal görev sayarak “Burada kim ki kendisini üyelerin üzerinde daha yüksek, daha vatanperverdir derse ben onu vatan haini sayarım” diyordu. Ona göre Meclis’in milleti tam olarak temsil edebilmesi için sıkıntılara yol açan yürürlükteki iki dereceli seçim sisteminden vazgeçilip tek dereceli seçim esasına geçilmeliydi.
Daha 1921’deki bir konuşmasında “Millet oyunu hakkıyla kullanamıyor. İkinci seçmenler etki yapıyor, ya da ikinci seçmenlere etki yapılıyor. Buraya gelen mebusların bütün oyları haiz olması için bir dereceli seçim uygulanmalıdır” diyordu. Ne gariptir ki, bu dileği ancak 25 yıl sonra, 1946’da gerçekleşebilecekti!
Ona göre “hâkimiyet-i milliye” mutlaka hürriyetle tamamlanmalıydı. “Hepinizden fazla hürriyet taraftarı olduğumu bir defa daha tekrar ediyorum” diyerek ona verdiği önemi dile getiriyordu. Kanaatine göre bir bayrak altında yaşayan insanlar yürürlükteki kanunlara muhalefet etmedikçe ebediyen hürdür ve kanun hükümlerinden başka hiçbir güç onları baskı altına alamaz.
Ülkede şahsi hürriyetlerin ve kanun hâkimiyetinin yeterli düzeye ulaşamadığı ve bunun vatanın çıkarlarına uygun düşmediği açıktı. Bunun sorumluları ise kendilerini kanunların üzerinde gören memurlardı.
Milleti hâkim kılmak için çırpındıklarını söyleyen Hüseyin Avni Bey bir konuşmasında “Milletin hakkı, huku ku bizim namusumuzdur. Kim olursa olsun, ona saldırıda bulunanın dünya yüzünde yaşama hakkı yoktur” diyor, Millî Mücadele’de cepheleri tutacak olan gücün kanun ve adalet olduğuna inanıyordu.
Ülkede kanun hâkimiyetinin sağlanması yolundaki görüşlerini o kadar sık tekrarlıyordu ki, siyasî rakiplerinden Birinci Grup üyesi ve Hariciye Vekili Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey onun bu uyarılarını takdirle karşılayarak 25 Nisan 1922’de, “Efendiler, bizim bütün mesaimizden istenen şey, her gün burada Hüseyin Avni Bey biraderimizin bir iki defa tekrar ettiği üzere memlekette kanunu hâkim kılmaktır. Memlekette kanunu hâkim kılmazsak mesaimizin hepsi boşa gider” diyordu.
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım