Millet-i Sâdıka Osmanlı Ermenileri
Selçuklulardan itibaren Türklerle aynı toprakları paylaşan Ermeniler en itibarlı dönemlerini İstanbul’un fethinden sonra yaşadılar. Osmanlı tarihinde Millet-i Sâdıka olarak siyasetten mimariye, musikiden el sanatlarına pek çok alanda silinmez izler bıraktılar. Diğer azınlıklardan Rumlar ve Yahudilere göre Ermenilerin daha ayrıcalıklı ve itibarlı yaşadıkları, biraz da bu yüzden kendilerine “Milllet-i Sâdıka” denildiği malumdur.
Tarihleri MÖ 6. yüzyıla kadar uzanan Ermeniler Asya kökenli kavimlerden olup ilk zamanlarında eski İran devletlerinin satraplıkları içinde yer almışlardı. Bir süre Büyük İskender’in, sonra da Selevkosların idaresine girdiler. Doğu Roma İmparatorluğu zamanında bu devletin himayesinde yaşayan Ermeniler, Selçuklu Türklerinin Anadolu’ya girmesiyle, 11. yüzyıldan itibaren Türk egemenliğinde varlıklarını sürdürdüler ve en rahat yıllarını yaşadılar. Hatta Haçlı Seferleri esnasında Kilikya’da Anadolu Selçuklularının himayesinde yarı bağımsız bir siyasî topluluk haline bile geldiler.
Bu durumda Türk-Ermeni beraberliğinin yaklaşık bin yıllık bir mazisi olduğu söylenebilir. Bunun son 600 yıllık dönemi Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetinde geçmişti.
14. yüzyıl başlarında kurulan Osmanlı Devleti’nin ilk hükümdarları daha çok Balkan fetihleriyle meşgul oldularsa da, I. Murad’dan itibaren Anadolu birliğini kurma girişimlerinde bulundular. Daha Orhan Gazi döneminde Kütahya’daki Ermeni ruhani merkezi Bursa’ya nakledilmiş ve burada cemaat olarak örgütlenmelerine izin verilmişti.
Ermeniler asıl itibarlı yıllarına İstanbul’un fethinden sonra kavuştular. Bir Bizans tarihçisinin belirttiği üzere Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u üç semavî dinin merkezi yapmak istiyordu. Bu amaçla ilk etapta bir süre önce Katolik dünyasıyla birleşen Ortodoksluğu ihya etti ve Gennadios’u Patrik olarak atayarak bütün Ortodoksları ona bağladı. Ardından Yahudi Başhahamlığı’nı da buraya nakletti.
Bursa’da yaşayan bazı Ermeniler ile Piskopos Ovakim’i İstanbul’a getirterek kendisine Samatya’daki Sulu Manastır’ı (Kevork Surp Kilisesi) tahsis etti (1461). Hatta bu yüzden Rumlarla Ermeniler arasında kanlı mücadeleler yaşandı ve bu kilise zaman zaman Kanlı Kilise olarak anıldı. Fatih’in amacı, bütün Ermenileri Ovakim’e bağlamaktı. Ancak bu zamanla mümkün olacaktır; gerçek anlamda ise Kanuni devrinden itibaren oluşmaya başlamıştır.
O yıllardan beri Ermeniler “Osmanlı” şemsiyesi altında hiçbir sorun olmadan Türklerle yan yana en güzel asırlarını yaşadılar. Devlet-i Aliyye Gregoryen Ermenileri, Katolikleştirme ve Protestanlaştırma faaliyetlerine karşı asırlarca korudu.
Osmanlı askerî ve idarî kadrolarına adam yetiştirmeye yönelik bir uygulama olan devşirme sistemi çerçevesinde toplanan Ermeni gençlerinden vezirlik, hatta veziriazamlık yapan; başta maliye olmak üzere imar, denizcilik, darphane, sağlık ve eğitim hizmetlerinde görev alanların sayısı az değildir. Başta Süleymaniye Külliyesi olmak üzere büyük inşaatlarda usta ve işçi olarak Ermenilerin istihdam edildiği bir gerçektir.
Hâsılı iki topluluk her alanda yüzyıllarca birlikte yaşama sanatının ibretlik örneklerini vermişlerdir.
Devlet adamları arasında 4 defa kaptanıderyalık, 2 defa da veziriazamlık yapan Kayserili Halil Paşa’nın ayrı bir yeri vardır. Devşirme olarak alınıp Enderun’da bir süre eğitim gördükten sonra sancak ve eyaletlerde görev yapan Halil Paşa, I. Ahmed ve II. Osman dönemlerinde getirildiği kaptanıderyalıkları sırasında Akdeniz’de korsanlara karşı güvenliği sağladı.
Donanmada önemli yenilikler yaptı. Kuzey Afrika’da Cezayir ve Tunus’ta Osmanlı hâkimiyetini güçlendirdi. 1616 yılı sonlarında getirildiği Veziriazamlığı sırasında da denizlerde İspanyol tehdidine karşı donanmayı güçlendirdi ve asıl tehlikenin Venedik değil, İspanya olduğunu fark ederek bu hususta Sultan II. Osman’ı bilgilendirdi.
1620’de İtalya’nın Adriyatik kıyısındaki liman şehri Manfredonya’ya baskın düzenleyerek birkaç ay orada kaldı. İkinci sadrazamlığı esnasında II. Osman’ın intikamını almak için ayaklanan Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa’nın üzerine gitmekle ve devamında İran seferiyle görevlendirildi. Ancak başarılı olamadı ve IV. Murad tarafından görevinden alındı.
5 Ağustos 1629’da vefat eden Halil Paşa, Aziz Mahmud Hüdai Dergâhı civarındaki türbesine gömüldü. Aynı yerde sebili ve çeşmesi bulunan Halil Paşa’nın Ayvansaray’da da bir zaviyesi ve sebili vardır.
Halil Paşa Avrupa devletleriyle yakından ilgilenmiş, İstanbul’daki bazı elçilerle kurduğu ikili ilişkiler sayesinde Batıdaki gelişmelerden haberdar olmuş ve bunları Devlet-i Aliyye lehinde kullanmıştır.
Cülusları münasebetiyle birkaç padişahın beline kılıç takan dönemin büyük mutasavvıfı Aziz Mahmud Hüdai Efendi’nin en sadık müritlerinden olan Halil Paşa, sıkıntılı zamanlarında ona gider, dergâha kapanırdı. Aziz Mahmud Efendi’nin onun vasıtasıyla başta dönemin Hollanda Elçisi Haga olmak üzere İstanbul’daki bazı elçileri dergâha kabul ettiği bilinir.
Ve kopuş başlıyor
1789 Fransız İhtilali’nin dünya tarihinde köklü değişimlere yol açtığı malum. Bu kanlı ihtilal en fazla çok uluslu devletler olan Avusturya-Macaristan ile Osmanlı Devleti’ni etkilemiş, dünya haritasını adeta yeniden şekillendirmişti. Irka dayalı devletlerin ortaya çıkmasından sonra imparatorluklar hızla parçalanmış, azınlıklar arasında uyandırılan millî duygular onları devletleşme çabası içine sürüklemişti.
Osmanlı Ermenilerine bu düşünceyi ilham eden resmî belge, 1878 Berlin Antlaşması’dır. Aslında Rusya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki emellerini fevkalade arttıran Ayastefanos Antlaşması’nı tadil amacıyla yapılan Berlin Antlaşması’na konulan bir madde, Ermeni vatandaşların yoğun olarak bulunduğu Doğu Anadolu’da ıslahat yapılmasını öngörüyordu. Böylece sükûnet içinde yaşayan Anadolu Ermenileri Batılı devletlerin tahrikiyle ayaklanarak katliamlara başladılar, Türkler bu katliamlara karşılık verince mesele karşılıklı öldürmeye (mukateleye) dönüştü.
Sözde Ermeni Meselesi’nin mucidi aslında Türkler veya Ermeniler değil, üçüncü şahıslar olmuştur. Özellikle Batılı devletlerin diaspora Ermenilerini kışkırtmaları 1890’lı yıllardan itibaren İmparatorluk Türkiye’sinde derin yaralar açtı. Çok kısa zaman öncesine kadar özellikle II. Abdülhamid döneminde Osmanlı bürokrasisinin her alanında istihdam edilen Ermenilere ne oldu ki, böyle büyük katliamlar yaptılar, hatta bu padişaha suikast bile düzenlediler?
1915’te gerçekleştirilen tehcir olayının ise Osmanlı Devleti’nin bir iç meselesi, yani zorunlu iskân politikası olarak değerlendirilmesi gerekir. Cumhuriyet döneminde Türk-Ermeni ilişkileri devam etmiştir; hatta İstiklal Harbi’ne katılmış ve madalya almış Ermeniler mevcuttur. Bağımsız bir Türkiye’nin kurulmasını öngören Wilson Prensiplerinde bile Doğu Anadolu’da müstakil bir Ermenistan kurulması teklifi mevcut değildi.
Kültürel etkileşimler Ermeni ozanlar
Yüzyıllarca birlikte yaşayan Türkler ve Ermeniler arasında kültürel etkileşimler yaşanmıştı. Ermeni vatandaşlar arasından başta mimarî ve musiki alanlarında olmak üzere çok sayıda sanatkâr yetişmişti. Etnik kökeni tartışmalı olsa da gerçek bir Osmanlı olan Mimar Koca Sinan başta olmak üzere 19. yüzyıla damgasını vuran Balyan ailesinden gelen mimarlar Boğaziçi kıyılarını eserleriyle süslemişlerdi. Hekimoğlu, Nusretiye, Dolmabahçe, Aksaray Pertevniyal Valide Sultan ve Ortaköy camileri ile Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi ve Yıldız saraylarının, Beyazıt Yangın Kulesi’nin mimarlarının Ermeni kökenli Osmanlılar olduğunu kaç kişi biliyor?
Sosyal hayata paralel olarak Türkçe ve Ermenice arasında da etkileşimler olmuştu. Ayrıca asırlar içinde Ermeni halk musikisi de Türk halk müziğinin bir dalı gibi gelişti. Ermeniler arasından halk ozanları ve âşıklar çıktı. Zaman zaman hiçbir baskı olmaksızın Ermenilerin içinden topluca veya ferden ihtidalar yaşandı. II. Abdülhamid dönemi ve sonrasında, özellikle 1. Dünya Savaşı’nın ardından Ermeni dul ve yetimleri devlet himayesine alındı, bunlar için özel barınma merkezleri açıldı.
Yurt dışında kendisini Osmanlı kabul eden ve İstanbul özlemiyle yaşayan Ermenilerin sayısı az değildir. Bu satırların yazarı Kazakistan’da böyle biriyle karşılaşmış, onun “Ben Osmanlıyım” sözlerine şahit olmuş ve bazı anılarını dinlemiştir.
Aynı şekilde 2000 yılının 24 Nisan günü uluslararası bir sempozyum münasebetiyle gittiğim Bulgaristan’da daha ilginç bir olayla karşılaştım. Duvarlarında sözde Ermeni soykırımı pankartlarının asılı olduğu o günlerde birkaç arkadaşımla Filibe’de (Plovdiv) dolaşırken yaşlıca bir bayan, güzel İstanbul Türkçesiyle ısrarla bizi evine davet edip kahve ikram etmek istedi. Kendisini eski bir İstanbullu olarak tanıtan bu bayanın o soykırım pankartlarından haberi yokmuşçasına yaptığı davet bizi epeyce duygulandırmıştı.
Sonuç olarak yüzyıllara damgasını vuran birlik ve beraberliği son asırlarda yaşanan acı olaylar perdelememelidir. İki millet arasındaki ilişkilere sadece 1878 sonrasından değil, tarihin derinliklerinden, Selçuklu döneminden, uzun Osmanlı asırlarından bakmak gerekir.
İki küçük hatıramdan da anlaşılacağı üzere Türk ve Ermeni sade vatandaşları arasında bir münaferetin (karşılıklı nefretin) söz konusu olmadığı, bu sözde sorunu üçüncü şahısların çıkardığı unutulmamalıdır.