Meryem Ana evi sahtekarlığı

Efes şehrinde bir tepede Meryem Ana’nın son günlerini geçirdiği ve orada öldüğü öne sürülen tarihî kalıntının üzerindeki sır perdesini dünyaca ünlü Bizantolog Semavi Eyice aralıyor.
Efes şehrinde bir tepede Meryem Ana’nın son günlerini geçirdiği ve orada öldüğü öne sürülen tarihî kalıntının üzerindeki sır perdesini dünyaca ünlü Bizantolog Semavi Eyice aralıyor.

Meryem Ana gerçekten Bülbül Dağı denilen tepede mütevazı bir binada son günlerini geçirdiyse, 1,000 yılı aşkın bir süre bu bölgeye hakim olan Bizans Hıristiyanlığı onun öldüğü yerde elbette büyük ölçüde bir kilise inşa ederdi.

Batı Anadolu’da İzmir yakınında ilk çağın önemli merkezlerinden Ephesos (Efes) şehrinin çevresinde bir tepede, Meryem Ana’nın son günlerini geçirdiği ve orada öldüğü öne sürülen tarihî bir kalıntı vardır. Bu inanışın nereden doğduğu ve nasıl bir gelişme gösterdiğinin ilginç hikâyesini anlatalım.

Bilindiği gibi Hıristiyanların evvelce Kitab-ı Mukaddes denilen, bugünse Kutsal Kitap olarak adlandırdığımız bir kitabı vardır. Esasında bu kitap 2 ana bölümden oluşur. Evvelce Ahd-i Atik denilen birinci kısım Tevrat’tır. Bu, Museviliğin çok eski tarihlerde meydana getirilen, çeşitli türden yazılarının bir araya toplanmasıyla ortaya çıkmış; içinde tarih, çeşitli edebiyat ürünleri, hikâyeler, efsaneler, hatta manzum parçaların yer aldığı bir kitaptır. Hıristiyanlar bu kitabın içindekileri, dinlerinin doğuşundan çok önce yazıldığı için onu önceden haber veren yazılar olarak görmekte ve kendi kutsal kitapları kabul etmektedirler. Ahd-i Cedid denilen ikinci büyük kısım ise doğrudan doğruya Hıristiyanlıkla ilgili yazılardan oluşur. 2. kitabın en başında 4 havari tarafından ayrı ayrı kaleme alınmış olan Hz. İsa’nın biyografisi yer almaktadır. Bunlara ‘4 İncil’ denilir. Havarilerden Lucas, İoannes, Matheus ve Marcus tarafından yazıldıklarına inanılan bu metinlerin bazı ayrılıkları vardır. Kitabın geri kalan kısmında ise ilk Hıristiyanlığa ait havarilerin bazı konuşmaları yer alır.

Hıristiyanlığın ana kitabı, Hıristiyan kilisesinin 4. yüzyılda artık her türlü zorlamalardan kurtularak serbest bir inanç halini almasından sonra kilise teşkilatının ileri gelenlerinin yaptıkları, ‘konsil’ adı verilen büyük toplantılarda kararlaştırılan esaslara göre oluşturulmuştur. Erken Hıristiyanlık, bu kabul edilmiş metinlerin dışında önceki kitaplarda bulunmayan birtakım yeni bilgiler veya bazı ayrıntılarla olayları zenginleştiren başka metinler de ortaya çıkarmıştır. Ancak ana kitaba girmeyen ve kabul edilmeyen bu metinler Apokrif, yani ‘düzmece’ İnciller olarak adlandırılmış, toplanarak çeşitli Batı dillerinde ayrı ciltler halinde yayınlanmıştır.

» Gerçek değil! Meryem Ana gerçekten burada yaşasaydı, Hıristiyan geleneği gereğince adına dev bir kilise inşa edilirdi.
» Gerçek değil! Meryem Ana gerçekten burada yaşasaydı, Hıristiyan geleneği gereğince adına dev bir kilise inşa edilirdi.

Meryem Ana’nın kimliği

Esas kabul edilmiş Kutsal Kitap’ın İnciller bölümünde Hz. İsa’nın hayatı anlatılmış olmakla beraber onu dünyaya getiren Meryem Ana’nın hayatı hakkında hiçbir bilgi yoktur. Meryem Ana sadece Tanrı’nın bir sözünü İsa olarak tecelli ettirip dünyaya getiren kişi olarak yer almıştır. Buna karşılık bizim ‘düzmece’ olarak çevirdiğimiz İncillerde ise Meryem Ana’nın hayatı daha ayrıntılı olarak anlatılmakta ve annesi Anna hakkında açıklamalar yapılmaktadır.

Kabul edilmiş İncillere büyük ölçüde sadık olan Bizans döneminin Ortodoks âlemi, kiliselerin duvar süslemelerinde kullandığı fresko veya mozaik tekniğindeki resimlerde bu esasları daima göz önünde tutmuştur. Dolayısıyla kilisenin esas ibadete ayrılan ‘naos’ adı verilen ana mekânında, Meryem sadece Tanrı’nın yolladığı İsa’yı dünyaya getiren varlık, yani bir bakıma Tanrı anası olarak tasvir edilmiştir. Bu kısımda Meryem’i ancak giriş kapısının üstündeki duvarda yer alan bir resimde tekrar bulmak mümkündür. Bu da Meryem’i ölüm döşeğinde tasvir eden kompozisyondur.

Bu resimde Meryem yatağında ölü olarak yatmakta, etrafında ağlayan havariler yer almakta, yatağın arka tarafında da İsa tasvir edilmiş bulunmaktadır. Kucağında tuttuğu ve bebek olarak görülen varlık ise İsa’nın beraberinde göğe çekeceği Meryem Ana’nın ruhudur. Bu kompozisyonu mükemmel bir şekilde İstanbul’da fetihten sonra Kariye Camii olarak kullanılan Khora Manastırı Kilisesi’nin naos kısmında, kapının üzerinde görmek mümkündür. Buna karşılık Meryem Ana’nın hayatıyla ilgili ayrıntılı birçok tasvirler, ana mekânın dışındaki ve narteks adı verilen dış hollerdeki duvarlarda yer alır.

Tövbekâr bir hovardanın ettikleri

19. yüzyılın ilk yarısında çeşitli eserler veren ve Alman edebiyatında romantik akımın önde gelen temsilcilerinden olan Clemens Brentano (1778-1842), ansiklopedilerde verilen bilgiye göre “zengin hayal gücü ve eserlerinin olağanüstü müzikalitesiyle tanınır. Özel hayatı da Alman romantizmine özgü atmosferi yansıtır. İniş çıkışlarla dolu duygusal hayatı, değişken kişiliği ve ruh hali yüzünden tedirgin ve düzensiz bir yaşam sürmüştür. 1817’de ciddi bir ruhî bunalım geçirerek kendini Katolik gizemciliğine vermiş ve 6 yıl bir manastıra kapanmıştır”.

Edebiyata birçok eser kazandırmış olmakla beraber özel hayatının oldukça serbest ve hovardalıklarla geçtiği bilinir. Brentano yaşı ilerledikten sonra tövbekâr olmaya karar vermiş ve koyu bir Katolik olarak ömrünün bazı yıllarını manastırlarda geçirmeye başlamıştır. Bu sırada bir kadınlar manastırında bütün vücudu felçli olduğu için yatalak durumda hayatını sürdüren Anna Catherine Emmerich (1774-1824) ile karşılaşır. Anna bütünüyle cahil ve fakir bir Alman köylü kızıdır. Kimsesiz ve muhtaç durumda olduğu için kadınlar manastırına yerleştirilen Anna, felçli olarak hayatını sürdürmektedir.

Brentano, Meryem’in hayatını hayalinde gördüğünü söyleyen bu kadından hareketle Meryem’in hayat hikâyesini bildiren büyük bir kitap hazırlamaya girişir. Bu cahil köylü kızı gerçekten Meryem’in hayatını hayalinde görüyor muydu, yoksa Brentano tamamen kendi hayalinden yarattığı hikâyeyi onun ağzından dinliyormuş gibi mi yazıyordu? Tabiatıyla bunu açıkça ortaya koymak mümkün değildir.

Ancak bazı yazarların böyle eserler verdikleri de edebiyat tarihinde sık rastlanan bir olaydır. Nitekim Montesquieu İran Mektupları adlı eserini güya bir İranlının ağzından yazmıştır. Yine 18. yüzyılda yaşamış olan Comte (Kont) de Bonneval Avusturya ordusunda Türklere karşı savaştıktan sonra Prens Eugene’e küsüp Osmanlı ülkesine geçtiğinde Humbaracı Ahmed Paşa unvanıyla humbaracıbaşı olmuş ve İstanbul’da vefat ederek Galata Mevlevihanesi’ne gömülmüştür. Bu kişinin de Fransızca olarak yayınlanmış hatıratı tamamen düzmecedir.

Brentano’nun güya felçli bir halde yatakta yatan cahil köylü kızının ağzından yazdığını söylediği Meryem Ana’nın Hayatı kitabı anlaşıldığına göre Apokrif İncilleri tanıyan Brentano tarafından bizzat yaratılmıştır. Çünkü okumayı bilmeyen yatalak bir Alman köylü kızının bu metinlerden haberdar olmasına imkân yoktur.

Emmerich’in ağzından ve onun hayal âleminde görerek anlattığı Meryem Ana’nın hayatı bir hayli hacimli halde Brentano tarafından Almanca yayınlamış, sonra Fransızcaya çevrilerek ufak boyda 3 kalın cilt olarak Paris’te basılmıştır. 3. cildinin sonlarında Meryem Ana’nın havari Ioannes ile birlikte Ephesos’a geldiği ve burada son günlerini tamamlayarak vefat ettiği yazılmaktadır.

Hıristiyanlık tarihinin 2 Ioannes’i vardır: Bunlardan yaşlısı, Hz. İsa’nın bir bakıma öncüsü olduğundan, hatta onu Şeria Irmağı’nda vaftiz ettiğinden dolayı ‘önden giden’ anlamında Produromos olarak adlandırılmıştır. (Avrupa Batı dillerinde ise Vaftizci, yani Baptiste denilmiştir.) Diğeri ise genç Ioannes olup hem bir İncil yazarı olarak tanınmıştır, hem de öncekinden ayırt etmek için ona Theologos demişlerdir.

Bu Ioannes için Ephesos’a hâkim bir tepede önce bir büyük kilise yapılmış, sonra 6. yüzyılda İmparator Iustinyanus tarafından haç biçiminde, üstü 6 kubbe ile örtülü muazzam bir kilise inşa ettirilmiştir ve bu azizin makamı da kilisededir. Antik Ephesos şehrinin adı değiştirilerek bu havari azizin adı verilmek suretiyle Hagios Teologos denilmiştir.

Bu şehir Türkler tarafından fethedildikten sonra adı Türkçeleştirilerek Ayasluk olmuştur. Bu ad Cumhuriyet devrine kadar böylece kullanılmış; ancak Türkiye’de yer adları Türkçeleştirilirken buraya, hiçbir münasebeti olmadığı halde Selçuk denilmiştir. Ancak bu ad artık kullanılmamakta ve ‘Ephesos’ adının Fransızcalaşmış şekli olan Efes Türk imlasına göre yaşatılmaktadır.

100 yılı aşkın süredir Avusturyalı arkeologlar bu ilk çağ şehrinin kalıntılarını kazılarla meydana çıkarmış ve bunlara dair büyük eserler yayınlamışlardır. En son basılan ciltlerden biri de kısmen restore edilmiş olan, hatta yaz aylarında bazen ayin de yapılan İoannes Kilisesi hakkındadır. Fakat bu araştırmalar yapılırken aşağıdaki düzlükte Roma devrine ait çok büyük ve bazilika tipinde bir yapı kalıntısı da bulunmuş, bu yapının da Hz. Meryem’e ithaf edilmiş bir kilise olduğu anlaşılmıştır. Fakat bu kilisenin içinde evvelce Meryem’e ait bir makamın bulunduğuna dair bir iz yoktur. Yine Bizans devrinde yapı büyük ölçüde harap olmuş, bütünüyle restore edilemediğinden bir kısmı daha ufak ölçüde bir kilise olarak yeniden yapılmıştır. Böylece Meryem kilisesi bazı kitaplara ve bilhassa rehberlere Çifte Kilise adıyla geçmiştir.

Osmanlı’dan Lazarist tarikatına

Türk idaresi yıllarında Batı Anadolu’nun büyük liman şehri olan İzmir önemli bir Hıristiyan beldesi karakterini almıştır. Burada Katoliklerin ve bilhassa bu mezhepten zengin tüccarların çokluğundan dolayı bir Katolik Hıristiyanlık merkezi kurulmuş olduğu da bilinir.

19. yüzyılın sonlarına doğru bu Katolik mezhebindeki Hıristiyan dinî merkezlerinin başında olan kişi, herhalde Emmerich’in güya gaipten, hayal âleminden görerek anlattıklarının hikâye edildiği kitabı okumuş ve İzmir civarında Ephesos çevresinde Meryem Ana’nın evi olmasına ihtimal verilen yeri aramaya başlamıştır.

Bu bölgede halkı tamamen Rum olan Çirkince adında bir köy vardır. Bu köy halkının yılın muayyen günlerinde yakındaki Bülbül Dağı’na giderek ayin yaptıklarını tespit eder. Rumlar buraya Panaia Kapulu adını vermektedir.

‘Panaia’, Ortodoksların Meryem Ana’ya verdikleri bir addır. Bunun üzerine bu yerdeki yıkık Bizans yapısını Meryem Ana’nın son günlerini geçirdiği ev olarak kabul eder. Bunu ilan etmek üzere de Fransızca Panaia Kapulu adıyla fazla hacimli olmayan ve içinde kalıntının çizgi resimleri olan bir kitap hazırlanıp piyasaya çıkarılır. Kitabın üzerinde yazar olarak Gabriolovitz adı yazılmışsa da gerçekte yazarın Poulin adında bir Fransız olduğu bilinmektedir.

Kalıntının bulunduğu yerin mülkiyeti Osmanlı devrinin ileri gelenlerinden bir kişiye aittir. Katolik Lazarist tarikatı mensubu rahipler bu araziyi satın alma girişiminde bulunmuş ve bunu başarmışlardır. Sonunda Panaia Kapulu denilen Bizans dönemine ait kalıntı ve çevresindeki ormanlık arazi Lazarist tarikatının mülkiyetine geçer.

Bu tarikatın gayesi, burayı kutsal bir yer olarak ilan edip ziyarete gelenlerden gelir temin etmektir. Fakat başka Hıristiyan tarikatları bu görüşe katılmazlar ve büyük ölçüde bir tartışma, yani ilmî polemik çıkar. Aksini iddia edenler Meryem Ana’nın Kudüs’te son günlerini geçirdiği ve orada vefat ettiği görüşünü savunurlar.

Bundan gayretlenen başka bir Hıristiyan tarikatı da İzmir civarında bir tepenin zirvesinde azizlerden Polykarpos’un makamının bulunduğunu iddia ederek burası hakkında da Fransızca bir kitap yazdırıp piyasaya sürdürür. Ancak bu görüş fazla taraftar bulmamış ve unutulup gitmiştir.

» Sahtekârlıklar yumağı: Önemli bir Hıristiyan beldesi olan İzmir’de, Efes çevresinde bulunan Meryem Ana evinin tarihî süreç içindeki durumu pek çok karışıklığı da beraberinde getiriyor.
» Sahtekârlıklar yumağı: Önemli bir Hıristiyan beldesi olan İzmir’de, Efes çevresinde bulunan Meryem Ana evinin tarihî süreç içindeki durumu pek çok karışıklığı da beraberinde getiriyor.

Papa, Meryem Ana’nın evinde

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına sebep olan 1. Dünya Savaşı’nda Meryem Ana’nın evini arayan çıkmamıştır. 1919’da da Yunanlıların İzmir’e çıkmaları ve bütün Batı Anadolu’yu işgal etmeleriyle bu konu unutulmuş gibidir. Bundan sonra uzun yıllar Lazaristler bu arazi üzerinde bir hak iddia etmezler. Çirkince köyü Rumları da 1923’ün arkasından topluca buradan ayrılarak Yunanistan’a gittiklerinden Meryem Ana Evi hikâyesi unutulmuştur. Çirkince köyü, Rumeli’nden gelen Türkler yerleştikten sonra Şirince adını almış, bugün de o isimle yaşamaktadır.

Bu vesileyle bir noktaya işaret etmek isterim. Önceki dönemde bu köyde doğup büyüyen, Türklerden arkadaşları olan bir Rum gencinin ağzından yazıldığı ileri sürülerek kaleme alınmış bir roman vardır. Dido Sotiriu adındaki Yunanlı bir kadın yazar tarafından kaleme alınan roman, Rum gencinin bu yerlerde Türklerle birlikte dostça ve kardeşçe nasıl yaşadıklarını; fakat Batılı devletlerin tahrikiyle düşman işgali ve Türklerin savunmaları neticesinde o Rum gencinin yurdunu terk ederek karşıdaki Yunan adalarına sığındığını anlatır. Bu acıklı macera Benden Selam Olsun Anadolu’ya adıyla Türkçeye çevrilmiştir.

Lazarist tarikatı mensubu rahipler bir daha burayla ilgilenmemişler ancak İzmir’de bir tapu görevlisi, bu arazinin mülkiyetinin Hıristiyan teşkilatına ait olduğunu görmüş ve 25 yılın dolmak üzere olduğunu da fark etmiştir. 25 yılı aştığı takdirde arazinin mülkiyeti devlete geçmektedir.

Derhal İzmir’deki kilise teşkilatına haberi ulaştırır ve onlar da gerekli işlemleri yapıp arazinin yeniden kendi mülkiyetleri üzerine geçmesini sağlarlar. Bunun üzerine İzmir’deki Katolik kilisesi, Meryem Ana Evi iddiasını yeniden ısıtarak kitaplar, dergiler ve röportajlar yoluyla yaymaya başlamıştır.

Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında Basın Yayın Genel Müdürü olan Halim Alyot iddiayı destekleyerek ziyaretçilerin tepeye rahatça çıkmalarını kolaylaştıran bir yolun yapılmasını sağlamış, Lazaristler de arazinin etrafını çevirerek mülkiyetlerini emniyete almışlardır. Arkasından yerden ancak 1-1,5 metre yükseklikte olan duvar kalıntıları yükseltilerek bir bina haline getirilmiş ve eski kalıntının nereye kadar uzandığı kırmızı bir boya ile çizgi halinde belirtilmiştir. Şimdi bu çizginin kalmış olduğunu pek sanmıyorum.

Sonraları bir ara Türkiye’yi ziyaret eden Papa’yı da buraya götürdüler. Ancak Katolikliğin bu en yüksek mertebedeki başkanı politik bir ifade kullanarak “Burası Meryem Ana’nın evidir” demedi. Sadece “Ziyaret edilebilir bir makamdır” sözleriyle yetindi.

İzmir’deki teşkilat zaman zaman burayla ilgili ufak yayınlar yapmaya devam etmektedir. Yayınlarda Bizans devrinden kalma bu ibadetgâh, yani şapel kalıntısının esasının eski olduğu, hatta 4. yüzyıla ait yapı tekniğinin görülebildiği yolunda iddialar vardır. Ancak Bizans sanatı ve Hıristiyan mimarisiyle uzun yıllar meşgul olmuş biri olarak bu iddianın gerçekçi olduğunu pek inandırıcı bulmadığımızı açıklamak isteriz.

Kalıntının orijinal duvarlarından o kadar az parça vardır ki, duvar tekniğini açık bir şekilde görmek mümkün olamamaktadır. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi duvarların yukarı kısımları yakın tarihlerde bütünüyle yeni baştan yapılmıştır.

Diğer taraftan, 1923’e kadar yoğun bir biçimde Rumların yaşadıkları Batı Anadolu’da, bilhassa dağlarda çok sayıda ufak ibadet yerleri yapılmış olduğu halen görülebilir. Panaia Kapulu adlı kalıntının da böyle bir şapel olması pek ihtimal dışı değildir. Diğer taraftan Meryem Ana gerçekten burada yaşamış ve vefat etmiş olsa herhalde Bizans döneminde onun adına eski bir Roma yapısı bozularak kilise haline getirilmez, en azından havari İoannes’in kilisesi gibi dev ölçüde bir kilise, daha doğrusu makam inşa ederlerdi.

Kısacası Ephesos veyahut eski adıyla Ayasluk yakınındaki bir tepede bulunan ve bugün ulaşım imkânlarının artmasıyla yanına kadar gidilebilen bu ufak tarihî eser böylece Meryem Ana’nın Evi olarak ziyaret edilmeye devam etmekte ve tanıtımı sürdürülmektedir.

Meryem Ana burada yaşadıysa…

Burada işaret etmek istediğimiz birkaç nokta var: Birincisi Meryem Ana gerçekten Bülbül Dağı denilen tepede mütevazı bir binada son günlerini geçirdiyse, 1,000 yılı aşkın bir süre bu bölgeye hakim olan Bizans Hıristiyanlığı onun öldüğü yerde elbette büyük ölçüde bir kilise inşa ederdi. Nitekim Efesos şehrinin hâkim başka bir tepesinin üzerinde Hz. İsa’nın havarilerinden ve İsa’nın hayatını anlatan bir kitap bırakmış olan Aziz İoannes -ki Fransızlar Saint Jean derler- adına muazzam ölçülerde 6 kubbeli haç biçiminde bir kilise, daha 6. yüzyılda inşa edilmiştir. Avusturyalı arkeologlar tarafından kalıntıları bütünüyle ortaya çıkarılan bu kilisenin bazı kısımları orijinalinde olduğu gibi ayağa kaldırılmış, içi de tamamen temizlenmiştir. Belirli günlerde burada Katolikler hala ayin yapmaktadırlar.

Ephesos şehrinin aşağıdaki düzlükte kurulan kalıntısı içinde Meryem adına bir kilise vardır. Ancak bu, esasında Roma devrine ait çok büyük bir bina olup mihrap ilavesi suretiyle kiliseye dönüştürülmüştür. Yine Bizans çağında bu büyük yapı harap olduğundan restore edilememiş ve içine, bir kısmına mihrap ilavesiyle daha küçük boyda bir kilise yapılmıştır. Hatta bu yüzden de yapıya ‘Çifte Kilise’ adı verilmektedir. Ancak burası, Hz. Meryem’in adı verilmekle beraber onun makamı, yani kabrinin yeri değildir. Zaten tepe de “Meryem Ana’nın evidir” denilen yapıya uzaktır.

Diğer bir nokta da şudur ki, başka yerlerde Hıristiyanlığın aziz olarak kabul ettiği kişiler için öldükleri veya yaşadıkları yerlerde dev ölçüde ibadet yerleri inşa edilmiştir.

Havarilerden Aziz Petrus adına yapılan, Roma’da Vatikan’ın merkezinde dev ölçüdeki Petrus Kilisesi ismindeki dinî yapı, dünya sanat tarihine girmiş bir eserdir. Anadolu’da da Hıristiyanlığın ilk yıllarında yaşadığı bilinen Azize Thekla adındaki genç kız, havarilerden Pavlus’un vaazlarıyla Hıristiyanlığa inanmış, peşinden giderek Silifke yakınında bir mağarada yaşamış ve mağaranın derinliklerinde kaybolmuştur. Bu azizenin hatırasını yaşatmak üzere de Hıristiyanlık mağarayı bir ziyaret yeri yapmakla beraber üstüne yine dev ölçüde bir kilise inşa etmiştir. Bugün Silifke’nin 2 km. kadar uzağında ‘Meryemlik’ denilen yerde bu mağarayı ve üstündeki kilisenin kalıntısını görmek mümkündür.

Şimdiki halde Meryem Ana’nın evi olarak ilan edilen ve Hıristiyanlar tarafından da ziyaret edilen yerin tarih içindeki gerçek durumu bundan ibarettir. İnsanların inançları yüzyıllardan beri sürüp gitmektedir. İslam âleminde bunun gibi nice inanışlar vardır. Bu bakımdan gerçeğe uymasa bile bazı iddiaları öylece kabul etmek gereklidir.