Menderes’in Yassıada’ya giderken verdiği son mesaj: ‘Halkımız insan olduğunu bizimle keşfetti’
Zindana giden Başbakan Adnan Menderes'in refakatçisi Osman Çetin ilk kez Derin Tarih’e tanık olduklarını anlatıyor.
Atatürk “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" demişti ama Tek Parti döneminde hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletin değildi. Peki kimindi? Türkiye'yi idare edenlerindi. Bunlar da Halk Partililerdi. Bunların kaymakam, vali, jandarma kumandanı vs. olduğunu görürsünüz. Bir kısmının da Anadolu'nun arazisini paylaşan ağalar, beyler olduğunu.
II. Cihan Harbi'nde nüfus kâğıtlarımıza 'Ekmek karnesi verilir' damgası basıldıktan sonra Türk insanı da insan gibi yaşayabilme hakkını aramaya başlamıştır. O da nedir? Eşit olmaktır. Bu, Demokrat Parti'yle başlamıştır, AK Parti'yle devam ediyor.
Bir de Ankara'da, İstanbul'da, büyük şehirlerde değil, ilçelerde, küçük illerde insanlar ayrıcalıklı zümreden rahatsız olmuşlardır. Bu rahatsızlık her gün biraz daha büyümüştür. Celal Bayar ve Adnan Menderes sosyal yaşamdaki rahatsızlığı derinden hissedip yaşayan kişilerdi.
1946 seçimlerinde Halk Partisi DP'nin seçilmemesi için elinden ne gelirse yapmıştır. Ama 1950 seçimlerinde halk DP'yi çok büyük bir ekseriyetle iktidara getirmiştir. Getirmiştir ama Türkiye'yi o güne kadar idare edenler koltuklarından nasıl vazgeçeceklerinin derdine düşmüşlerdir. Şu bir gerçektir ki, Bayar, Menderes gibi ülkesini sevenler, hürriyete susamış insanları yanlarında bulmuşlardır. Türk insanı şahlanmıştır bir kere, ayağa kalkmıştır. Türk insanı “Ne yapacağız?" diye sorduğunda Atatürk'ün dediği gibi “Kendi kendinizi idare edeceksiniz, yani kim seçilecekse o idare edecek" demişlerdir.
Ancak 1950'deki seçimden sonra Anadolu'daki yaşam gelişmeye başlamıştır. Ne tür gelişme? Türkiye'yi değiştirecek bir DP ruhu şahlanmıştır artık. Ama Halk Partililer de menfaatleri kaybolmaya başlayınca rahatsızlanmaya başlamışlardır. Tabii bu rahatsızlık içerisinde DP olarak bazı alanlarda değişiklik yapılmıştır. Neyi değiştirmiştir? DP'nin kuruluşu, esasında sosyal ve ekonomik paylaşımda eşitlik gelmesi vardır.
Anadolu'daki tüm Halk Parti kadroları iktidarı ellerinden gittikten sonra “Eski iktidarımıza nasıl kavuşuruz?" diye bir çalışma içerisinde olmuşlardır. Hatırlıyorum, 1950'de DP gençlik kollarındayken, Tokat Turhal'dan Zile'ye yürürken elimizde Atatürk'ün resimleri vardı. Diyorduk ki onlara:
DP Türk halkına insan olduğunu hatırlattı
Bir gerçek daha var. Demokrat Parti Türkiye'de öyle bir şey yaptı ki, köydeki çoban, çiftçi, şehirdeki işçi vs. insan olduğunu öğrendi. Artık su barajı aşmış, araziye yayılmıştı.
Tesadüfen ben 1960 İhtilali'nde yedek subay olarak İstanbul'da 61. Tümendeydim. Bir avukat olarak beni 61. Tümenden Örfi İdare Kumandanlığı'na atadılar. Kurmay Albay Suat Aktulga diye biri vardı. Beni çok severdi. “Senden istifade ederiz" diye İstanbul Üniversitesi'nin yanındaki 2. Örfi İdare Kumandanlığı'na getirdiler. Şube Komutanı Şefik Soyuyüce (sonradan Milli Birlik Komitesi üyesi olacak). Öyle zannediyorum ki, Mart ayında göreve başladık. Teğmen olmuştum. Yeşilimsi bir elbise vardı üstümde. Kurmay Binbaşı Şefik Soyuyüce ile çalışıyoruz. Bana hep “Pis demokrat" derdi. Hep DP'nin aleyhine konuşurdu. Ben de ona “Ya kumandan, böyle deme, iyi olacak" derdim.
Enteresan bir hatıram vardır. Çok önemli bir hadise. Kayıtlara mutlaka girmesi lazım.
1960 Nisan hadiseleri başlamış, talebeler ayaklanmışlardı. O zaman Ordu Kumandanı Fahri Özdilek'ti. Talebeler hükümet aleyhine nümayiş yapıyorlar, çok kötü şeyler söylüyorlardı Üniversite bahçesinde. Bizim şubemiz de üniversite bahçesinin yanında Askeri Tıbbiye'deydi. 1. Ordu Kumandanı çıktı, Şefik Soyuyüce ve ben etrafındayız. “Bu sizin yaptıklarınızı komünistler yapmaz" dedi. Birçok şeyler söyledi. Bunu söylerken Şefik Soyyüce ceketinden çekti, “Yapma Paşam, söyleme" dedi. “Ya nasıl yapıyorsun binbaşım ya..."
Toplantı bitti. Suç işleyen talebeler cemselere dolduruldu. Sonra üniversitenin arkasında cemse boşaltıldı. Gözümle şahit oldum. Miting yapan, iktidara küfreden talebeler serbest bırakılıyordu. “Ya binbaşım, nasıl oluyor bu?" diye soruyordum. “Senin aklın ermez. Türkiye böyle idare edilmez" dedi. Ceza veriyoruz diye cemselere doldurup öbür tarafta boşaltıyorlar. Bana dedi ki: “Pis Demokrat, bir gün gelecek, senin patronun olacağım." “Nasıl olacak?" dedim. “O zaman görürsün" dedi.
Belki ilk defa kayda geçecek bir olayı şimdi anlatacağım. Nisan ayı geçiyor. Akşamları yüzlerce telefon geliyor. “14 Mayıs mahallesinde Demokrat Partililer ayaklanacak, baskın olacak" gibi ihbarlar oluyor. Gidiyoruz mahalleye, bir kişi bile yok. “Demek biz gelmeden haber geliyor, gidiyorlar" diyorlar. (1960'daki hadiselerle 2000-2010'larda olan hadiseler hemen hemen aynı. Kamufle ediliyorlardı. Kendileri adamlarına yaptırdılar bunları.)
26 Mayıs'ı 27 Mayıs'a bağlayan akşam... Şefik Soyuyüce beni karargâha çağırdı. Dedi ki: “Seni göz hapsine alıyoruz bu akşam." “Neden?" dedim. “Çünkü DP'lisin sen" dedi. “Olur, alın, giderim, yatarım revire" dedim. “Yok, revir değil, burada oturacaksın, bu akşam bana lazımsın" dedi. “Peki" dedim. İçeri koydular, öyle oturuyorum. Zannediyorum saat 22:00-23:00 filan. Geldi. “Gel bakalım. Her şey halloldu" dedi. Ben çıktım ki, Üniversite (Beyazıt) Meydanı tankla dolu. Herkes manevra elbiseleri giymiş. “Ne oluyor?" dedim. “Görürsün" dedi. “İstihbaratları yazdık ya. Basacaklarmış ya, karşı koyacağız" dedi. Her askeri ihtilalde ihtilale bir gerekçe hazırlanmıştır. Bu zabıtlarda var, 1960 zabıtlarında. “Tamam" dedim.
27 Mayıs ihtilaline tanık oluyorum
Saat 24:00'a doğru bizi çağırdı. Hepimiz teğmeniz. İlk işimiz vilayete gitmek oldu, Cağaloğlu'na. Bizim binbaşı indi. Hazırol vaziyetinde selam verdi. Saat 00:05. “Parola" dedi. Adam parolayı söyledi. “Binbaşım" dedim, “parolayı yanlış söyledi." “Sen sus" dedi bana. Bundan sonra her şeye “Tamam" dedim. O Paşa binbaşıya selam verdi. Yeni parolayı söyledi. Hiç aklıma ihtilal filan gelmedi. Emniyet Müdürlüğü'ne geldik. Sonra Yassıada Komutanı olan Yarbay Tarık Güryay vardı. Hazırol vaziyette geldi. Binbaşı Soyuyüce'ye parolayı söyletti. Orada çok enteresan bir olaya şahit oldum.
Galata Köprüsü henüz açılmamıştı. Köprü'yü geçtik. Taksim'e doğru çıkarken ara yoldan tam Taksim'le Köprü arasında durduk. O köşede bir binbaşı, bir de manga vardı. Sıkıyönetim var ya. İstiklal Caddesi'nin başında durdu Şefik Soyuyüce. “Parola" dedi. Binbaşı parolayı söyledi. Şefik Soyuyüce küfretti. “Doğru parolayı söyle" dedi. Binbaşı da “Siz komünistlersiniz" dedi. Şefik Soyyüce çekti silahını. Adam ateş emri verdi. Şefik Soyuyüce arabaya attı kendisini. 8-10 mermi isabet etti arabaya. Ama hiçbirimize bir şey olmadı.
Harbiye Radyo Evi vardı. Divan Oteli'ni geçince sağda. Radyo Evi'ne geldik. Orada da bir manga ve Binbaşı var. Binbaşı yeni parolayı söyledi. “O falancanın (küfrediyor) mangasını alın, yarın emirlerimi bekleyin" dedi Şefik Soyuyüce.
Harbiye'ye geldik. Bana dedi ki: “Sen burada bekleyeceksin, ben Ordu Kumandanının evine gidiyorum." Tam o sırada merdivenleri biri indi. Radyoyu açtı. İstiklal Marşı çalıyordu. İstanbul'da ihtilal oluyor haberleri yankılanıyordu. Orası orduevinin hem yemekhanesi, hem yatakhanesiydi. Biri bağırmaya başladı. Ağzını kapatıp susturdular. İzmir'de emekliye ayrılan Genelkurmay Başkanı'nı (Cemal Gürsel) getirmek üzere görevlendirilmiş Hava Kuvvetleri pilotları oradaydı.
Saat 02:30-03:00'a kadar bekledim. Orada tek teğmen bendim. Oturanlar binbaşıların, albayların ihtilalden haberi yok. Saat 03:00 oldu. Binbaşı geldi. Paşa (I. Ordu Komutanı Fahri Özdilek) Ankara Radyosu da ihtilal haberlerini teyid edinceye kadar evet demedi. Orada bir ihtilal olduğunu ve Şefik Soyuyüce'nin de işin içinde olduğunu öğrendim. İhtilal oldu bittiye getirilmiş bir hareket olmuştu.
Demokrat avı başlıyor
Döndük, geldik karargâha. Karargâhta son model bir araba çekildi altına Şefik Soyuyüce'nin. Korumalar filan. “Ne oluyor binbaşım?" dedim. Ben hâlâ o günkü yaşımla, tecrübemle bir binbaşının ihtilal komitesinde yer alabileceğini düşünemiyordum. “Görürsün, Türkiye'yi nasıl idare edeceğim" dedi. “Peki" dedim. Ardından 27 Mayıs ihtilali oldu ve Mayıs'ın 30'una doğru terhisim geldi.
Kurmay Albay Suat Aktulga çok beyefendi, çok dürüst bir adamdı. Zaten bunların içerisine girmemişti. Beni çağırdı. “Osman, beni İstanbul'a Belediye Reisi yaptılar. Hiçbir şey anlamam. Sen genç bir hukukçusun. Mert de bir adamsın. Benim hukuk müşavirliğimi bir iki ay yapar mısın?" dedi. “Peki Albayım" dedim. “Ama ben fikren belli bir adamım" dedim. “Tamam" dedi. Böylece İstanbul Belediye Başkanı Müşaviri oldum. Bana yatacak yer ve araba ayarlandı.
Bir iki ay sonra bıraktım, Tokat Zile'ye gittim. İhtilal olmuştu. “Herkes perişan" dediler. Halk bu ihtilali birinci sınıf Halk Partililerin yönetimde etkili olmak için yaptıklarından yüzde yüz emindi.
İhtilal günlerinde, İstanbul'da kaldığım bir ay müddetince Halk Partililer adım adım, ev ev bütün Demokrat Partilileri askerlere ihbar ettiler ve içeri aldırdılar. Hiç suçu olmayan insanları yaka paça götürdüler. Ağlıyordu insanlar, “Biz bir şey yapmadık ki!" diyorlardı. Bu bir gerçektir. Kayıtlarda da vardır. DP iktidarındaki en büyük 'kötülük' de Türkiye'nin işçisini, köylüsünü, çiftçisini ikinci sınıf adamlıktan birinci sınıf adamlığa çıkarmaktı.
Menderes ve Bayar'a hak etmedikleri bir siyasi yargılama süreci başlamıştı. Bu büyük adamlar hakkında utanılacak derecede karalamalar ortaya atıldı.
Ben bu arada belediyedeyim. Albay'ın yanına girdim. “Bir ricam var. Ben sizi kırmadım, siz de beni kırmayın" dedim. “Nedir?" dedi. “Bayar ve Menderes İstanbul'a geldiği zaman karşılamaya gitmek istiyorum. Hatta mümkünse Menderes ile beni Yassıada'ya kadar gönderin" dedim. “Tamam Osman" dedi. Böylece zindana giden sayın Başbakan Menderes'in refakatçisi oldum.
Menderes'le diz dize son uçuş
Anlatmam mümkün değil. (Burada Osman Çetin'in sesi titremeye, gözleri dolmaya başlıyor.) Bayar'ı karşılamaya parolasız ('Önüne geleni vur' emriyle) gittik. İhtilal nasıl planlandığı zaman plan program yapılmışsa bu tip hareketlerde de sanki insanlar kaçıracaklar, baskın yapacaklar gibi prova yapılır. “Osman, parolasız gidiyoruz. Her an öldürebilirler bizi veya biz birilerini öldürebiliriz" dedi Şefik Soyuyüce.
Büyük karşılama töreni yapılmış. Astsubaylar dizilmişler. Ondan önce milletvekilleri ve bakanlar iniyorlar. Bavulları atılıyor ve astsubaylar bavulları çiğniyordu. Adamlar zaten iki büklüm olmuş. Fakat rahmetli Celâl Bayar indi. Uzattı bavulunu. Tıraş olmuş ve giyinmiş. Bir astsubay gayrı iradi bavulu aldı, götürdü koydu. Bayar'ın yanına koymadılar beni. Sanki hayvan nakliyesi yapılıyor gibi “Birkaç gün sonra en büyük baş nakliyesi gelecek" dedi.
Menderes'in Ankara'dan İstanbul'a gelişi özel havayoluyla ve farklı bir havaalanına olmuştu. Hücumbotuna binilerek cemselerin geleceği deniz kenarında hazırlanan yere gittik. Merasimler, korumalar vs. hazırlıklar var. “Neden bu kadar hazırlık?" diye sorduğumda “DP'liler ayaklandı, geliyorlar" dediler. Tutukluydu zaten ama arkadaki büyüklerden biri “Arkadaşlar hadi" dese ardında binler ölürdü. Bu çok belliydi. Çünkü bu ihtilal üç beş kişinin yaptığı bir hareketti. Bin kişinin değildi. Oysa DP'nin arkasında çok büyük bir halk desteği vardı. Tükürükle boğarlardı ihtilali yapanları ama bu halk öyle bir halk değildi.
Menderes geldi. Perişan, tıraş olmamış. Hakaret edenler, bağıranlar... Ben, Şefik Soyuyüce ve Kurmay Binbaşı Muzaffer Özdağ, uzun namlulu silahlar… Rahmetli Menderes oturuyor karşımızda. “Senin silahın yok teğmen?" dedi rahmetli. “Beni niye götürüyorlar?" diye sordu bana. “Ne yaptım ben?" dedi. (Ağlıyor bunları anlatırken.) Menderes sonra “Ama biz bir şey yaptık Türkiye'de" dedi. “Nedir Başbakanım?" dedim.
1960'dan 2010'a geldik. Türk insanı bu noktaya nereden, nasıl geldiğini bilmemektedir. AK Partili değilim ama Recep Tayyip Erdoğan'ı da, Abdullah Gül'ü de, hareketlerini de destekliyorum. Herkes benim aleyhimde. Çocuklarım da, eşim de... Ama herkese anlatmaya çalışıyorum.
II. Cihan Harbi'nde nüfus kâğıtlarımıza 'Ekmek karnesi verilir' damgası basıldıktan sonra Türk insanı da insan gibi yaşayabilme hakkını aramaya başlamıştır. O da nedir? Eşit olmaktır. Bu, Demokrat Parti'yle başlamıştır, AK Parti'yle devam ediyor.
Bir de Ankara'da, İstanbul'da, büyük şehirlerde değil, ilçelerde, küçük illerde insanlar ayrıcalıklı zümreden rahatsız olmuşlardır. Bu rahatsızlık her gün biraz daha büyümüştür. Celal Bayar ve Adnan Menderes sosyal yaşamdaki rahatsızlığı derinden hissedip yaşayan kişilerdi.
1946 seçimlerinde Halk Partisi DP'nin seçilmemesi için elinden ne gelirse yapmıştır. Ama 1950 seçimlerinde halk DP'yi çok büyük bir ekseriyetle iktidara getirmiştir. Getirmiştir ama Türkiye'yi o güne kadar idare edenler koltuklarından nasıl vazgeçeceklerinin derdine düşmüşlerdir. Şu bir gerçektir ki, Bayar, Menderes gibi ülkesini sevenler, hürriyete susamış insanları yanlarında bulmuşlardır. Türk insanı şahlanmıştır bir kere, ayağa kalkmıştır. Türk insanı “Ne yapacağız?" diye sorduğunda Atatürk'ün dediği gibi “Kendi kendinizi idare edeceksiniz, yani kim seçilecekse o idare edecek" demişlerdir.
Ancak 1950'deki seçimden sonra Anadolu'daki yaşam gelişmeye başlamıştır. Ne tür gelişme? Türkiye'yi değiştirecek bir DP ruhu şahlanmıştır artık. Ama Halk Partililer de menfaatleri kaybolmaya başlayınca rahatsızlanmaya başlamışlardır. Tabii bu rahatsızlık içerisinde DP olarak bazı alanlarda değişiklik yapılmıştır. Neyi değiştirmiştir? DP'nin kuruluşu, esasında sosyal ve ekonomik paylaşımda eşitlik gelmesi vardır.
Anadolu'daki tüm Halk Parti kadroları iktidarı ellerinden gittikten sonra “Eski iktidarımıza nasıl kavuşuruz?" diye bir çalışma içerisinde olmuşlardır. Hatırlıyorum, 1950'de DP gençlik kollarındayken, Tokat Turhal'dan Zile'ye yürürken elimizde Atatürk'ün resimleri vardı. Diyorduk ki onlara:
“Atatürk'ün resmini paralardan pullardan silen sizsiniz. Hem Atatürkçü geçiniyorsunuz, hem de bu milletin demokratik partisine karşı çıkıyorsunuz."
DP Türk halkına insan olduğunu hatırlattı
Bir gerçek daha var. Demokrat Parti Türkiye'de öyle bir şey yaptı ki, köydeki çoban, çiftçi, şehirdeki işçi vs. insan olduğunu öğrendi. Artık su barajı aşmış, araziye yayılmıştı.
Tesadüfen ben 1960 İhtilali'nde yedek subay olarak İstanbul'da 61. Tümendeydim. Bir avukat olarak beni 61. Tümenden Örfi İdare Kumandanlığı'na atadılar. Kurmay Albay Suat Aktulga diye biri vardı. Beni çok severdi. “Senden istifade ederiz" diye İstanbul Üniversitesi'nin yanındaki 2. Örfi İdare Kumandanlığı'na getirdiler. Şube Komutanı Şefik Soyuyüce (sonradan Milli Birlik Komitesi üyesi olacak). Öyle zannediyorum ki, Mart ayında göreve başladık. Teğmen olmuştum. Yeşilimsi bir elbise vardı üstümde. Kurmay Binbaşı Şefik Soyuyüce ile çalışıyoruz. Bana hep “Pis demokrat" derdi. Hep DP'nin aleyhine konuşurdu. Ben de ona “Ya kumandan, böyle deme, iyi olacak" derdim.
Enteresan bir hatıram vardır. Çok önemli bir hadise. Kayıtlara mutlaka girmesi lazım.
1960 Nisan hadiseleri başlamış, talebeler ayaklanmışlardı. O zaman Ordu Kumandanı Fahri Özdilek'ti. Talebeler hükümet aleyhine nümayiş yapıyorlar, çok kötü şeyler söylüyorlardı Üniversite bahçesinde. Bizim şubemiz de üniversite bahçesinin yanında Askeri Tıbbiye'deydi. 1. Ordu Kumandanı çıktı, Şefik Soyuyüce ve ben etrafındayız. “Bu sizin yaptıklarınızı komünistler yapmaz" dedi. Birçok şeyler söyledi. Bunu söylerken Şefik Soyyüce ceketinden çekti, “Yapma Paşam, söyleme" dedi. “Ya nasıl yapıyorsun binbaşım ya..."
Toplantı bitti. Suç işleyen talebeler cemselere dolduruldu. Sonra üniversitenin arkasında cemse boşaltıldı. Gözümle şahit oldum. Miting yapan, iktidara küfreden talebeler serbest bırakılıyordu. “Ya binbaşım, nasıl oluyor bu?" diye soruyordum. “Senin aklın ermez. Türkiye böyle idare edilmez" dedi. Ceza veriyoruz diye cemselere doldurup öbür tarafta boşaltıyorlar. Bana dedi ki: “Pis Demokrat, bir gün gelecek, senin patronun olacağım." “Nasıl olacak?" dedim. “O zaman görürsün" dedi.
Belki ilk defa kayda geçecek bir olayı şimdi anlatacağım. Nisan ayı geçiyor. Akşamları yüzlerce telefon geliyor. “14 Mayıs mahallesinde Demokrat Partililer ayaklanacak, baskın olacak" gibi ihbarlar oluyor. Gidiyoruz mahalleye, bir kişi bile yok. “Demek biz gelmeden haber geliyor, gidiyorlar" diyorlar. (1960'daki hadiselerle 2000-2010'larda olan hadiseler hemen hemen aynı. Kamufle ediliyorlardı. Kendileri adamlarına yaptırdılar bunları.)
26 Mayıs'ı 27 Mayıs'a bağlayan akşam... Şefik Soyuyüce beni karargâha çağırdı. Dedi ki: “Seni göz hapsine alıyoruz bu akşam." “Neden?" dedim. “Çünkü DP'lisin sen" dedi. “Olur, alın, giderim, yatarım revire" dedim. “Yok, revir değil, burada oturacaksın, bu akşam bana lazımsın" dedi. “Peki" dedim. İçeri koydular, öyle oturuyorum. Zannediyorum saat 22:00-23:00 filan. Geldi. “Gel bakalım. Her şey halloldu" dedi. Ben çıktım ki, Üniversite (Beyazıt) Meydanı tankla dolu. Herkes manevra elbiseleri giymiş. “Ne oluyor?" dedim. “Görürsün" dedi. “İstihbaratları yazdık ya. Basacaklarmış ya, karşı koyacağız" dedi. Her askeri ihtilalde ihtilale bir gerekçe hazırlanmıştır. Bu zabıtlarda var, 1960 zabıtlarında. “Tamam" dedim.
27 Mayıs ihtilaline tanık oluyorum
Saat 24:00'a doğru bizi çağırdı. Hepimiz teğmeniz. İlk işimiz vilayete gitmek oldu, Cağaloğlu'na. Bizim binbaşı indi. Hazırol vaziyetinde selam verdi. Saat 00:05. “Parola" dedi. Adam parolayı söyledi. “Binbaşım" dedim, “parolayı yanlış söyledi." “Sen sus" dedi bana. Bundan sonra her şeye “Tamam" dedim. O Paşa binbaşıya selam verdi. Yeni parolayı söyledi. Hiç aklıma ihtilal filan gelmedi. Emniyet Müdürlüğü'ne geldik. Sonra Yassıada Komutanı olan Yarbay Tarık Güryay vardı. Hazırol vaziyette geldi. Binbaşı Soyuyüce'ye parolayı söyletti. Orada çok enteresan bir olaya şahit oldum.
Galata Köprüsü henüz açılmamıştı. Köprü'yü geçtik. Taksim'e doğru çıkarken ara yoldan tam Taksim'le Köprü arasında durduk. O köşede bir binbaşı, bir de manga vardı. Sıkıyönetim var ya. İstiklal Caddesi'nin başında durdu Şefik Soyuyüce. “Parola" dedi. Binbaşı parolayı söyledi. Şefik Soyuyüce küfretti. “Doğru parolayı söyle" dedi. Binbaşı da “Siz komünistlersiniz" dedi. Şefik Soyyüce çekti silahını. Adam ateş emri verdi. Şefik Soyuyüce arabaya attı kendisini. 8-10 mermi isabet etti arabaya. Ama hiçbirimize bir şey olmadı.
Harbiye Radyo Evi vardı. Divan Oteli'ni geçince sağda. Radyo Evi'ne geldik. Orada da bir manga ve Binbaşı var. Binbaşı yeni parolayı söyledi. “O falancanın (küfrediyor) mangasını alın, yarın emirlerimi bekleyin" dedi Şefik Soyuyüce.
Harbiye'ye geldik. Bana dedi ki: “Sen burada bekleyeceksin, ben Ordu Kumandanının evine gidiyorum." Tam o sırada merdivenleri biri indi. Radyoyu açtı. İstiklal Marşı çalıyordu. İstanbul'da ihtilal oluyor haberleri yankılanıyordu. Orası orduevinin hem yemekhanesi, hem yatakhanesiydi. Biri bağırmaya başladı. Ağzını kapatıp susturdular. İzmir'de emekliye ayrılan Genelkurmay Başkanı'nı (Cemal Gürsel) getirmek üzere görevlendirilmiş Hava Kuvvetleri pilotları oradaydı.
Saat 02:30-03:00'a kadar bekledim. Orada tek teğmen bendim. Oturanlar binbaşıların, albayların ihtilalden haberi yok. Saat 03:00 oldu. Binbaşı geldi. Paşa (I. Ordu Komutanı Fahri Özdilek) Ankara Radyosu da ihtilal haberlerini teyid edinceye kadar evet demedi. Orada bir ihtilal olduğunu ve Şefik Soyuyüce'nin de işin içinde olduğunu öğrendim. İhtilal oldu bittiye getirilmiş bir hareket olmuştu.
Demokrat avı başlıyor
Döndük, geldik karargâha. Karargâhta son model bir araba çekildi altına Şefik Soyuyüce'nin. Korumalar filan. “Ne oluyor binbaşım?" dedim. Ben hâlâ o günkü yaşımla, tecrübemle bir binbaşının ihtilal komitesinde yer alabileceğini düşünemiyordum. “Görürsün, Türkiye'yi nasıl idare edeceğim" dedi. “Peki" dedim. Ardından 27 Mayıs ihtilali oldu ve Mayıs'ın 30'una doğru terhisim geldi.
Kurmay Albay Suat Aktulga çok beyefendi, çok dürüst bir adamdı. Zaten bunların içerisine girmemişti. Beni çağırdı. “Osman, beni İstanbul'a Belediye Reisi yaptılar. Hiçbir şey anlamam. Sen genç bir hukukçusun. Mert de bir adamsın. Benim hukuk müşavirliğimi bir iki ay yapar mısın?" dedi. “Peki Albayım" dedim. “Ama ben fikren belli bir adamım" dedim. “Tamam" dedi. Böylece İstanbul Belediye Başkanı Müşaviri oldum. Bana yatacak yer ve araba ayarlandı.
Bir iki ay sonra bıraktım, Tokat Zile'ye gittim. İhtilal olmuştu. “Herkes perişan" dediler. Halk bu ihtilali birinci sınıf Halk Partililerin yönetimde etkili olmak için yaptıklarından yüzde yüz emindi.
İhtilal günlerinde, İstanbul'da kaldığım bir ay müddetince Halk Partililer adım adım, ev ev bütün Demokrat Partilileri askerlere ihbar ettiler ve içeri aldırdılar. Hiç suçu olmayan insanları yaka paça götürdüler. Ağlıyordu insanlar, “Biz bir şey yapmadık ki!" diyorlardı. Bu bir gerçektir. Kayıtlarda da vardır. DP iktidarındaki en büyük 'kötülük' de Türkiye'nin işçisini, köylüsünü, çiftçisini ikinci sınıf adamlıktan birinci sınıf adamlığa çıkarmaktı.
Menderes ve Bayar'a hak etmedikleri bir siyasi yargılama süreci başlamıştı. Bu büyük adamlar hakkında utanılacak derecede karalamalar ortaya atıldı.
Ben bu arada belediyedeyim. Albay'ın yanına girdim. “Bir ricam var. Ben sizi kırmadım, siz de beni kırmayın" dedim. “Nedir?" dedi. “Bayar ve Menderes İstanbul'a geldiği zaman karşılamaya gitmek istiyorum. Hatta mümkünse Menderes ile beni Yassıada'ya kadar gönderin" dedim. “Tamam Osman" dedi. Böylece zindana giden sayın Başbakan Menderes'in refakatçisi oldum.
Menderes'le diz dize son uçuş
Anlatmam mümkün değil. (Burada Osman Çetin'in sesi titremeye, gözleri dolmaya başlıyor.) Bayar'ı karşılamaya parolasız ('Önüne geleni vur' emriyle) gittik. İhtilal nasıl planlandığı zaman plan program yapılmışsa bu tip hareketlerde de sanki insanlar kaçıracaklar, baskın yapacaklar gibi prova yapılır. “Osman, parolasız gidiyoruz. Her an öldürebilirler bizi veya biz birilerini öldürebiliriz" dedi Şefik Soyuyüce.
Büyük karşılama töreni yapılmış. Astsubaylar dizilmişler. Ondan önce milletvekilleri ve bakanlar iniyorlar. Bavulları atılıyor ve astsubaylar bavulları çiğniyordu. Adamlar zaten iki büklüm olmuş. Fakat rahmetli Celâl Bayar indi. Uzattı bavulunu. Tıraş olmuş ve giyinmiş. Bir astsubay gayrı iradi bavulu aldı, götürdü koydu. Bayar'ın yanına koymadılar beni. Sanki hayvan nakliyesi yapılıyor gibi “Birkaç gün sonra en büyük baş nakliyesi gelecek" dedi.
Menderes'in Ankara'dan İstanbul'a gelişi özel havayoluyla ve farklı bir havaalanına olmuştu. Hücumbotuna binilerek cemselerin geleceği deniz kenarında hazırlanan yere gittik. Merasimler, korumalar vs. hazırlıklar var. “Neden bu kadar hazırlık?" diye sorduğumda “DP'liler ayaklandı, geliyorlar" dediler. Tutukluydu zaten ama arkadaki büyüklerden biri “Arkadaşlar hadi" dese ardında binler ölürdü. Bu çok belliydi. Çünkü bu ihtilal üç beş kişinin yaptığı bir hareketti. Bin kişinin değildi. Oysa DP'nin arkasında çok büyük bir halk desteği vardı. Tükürükle boğarlardı ihtilali yapanları ama bu halk öyle bir halk değildi.
Menderes geldi. Perişan, tıraş olmamış. Hakaret edenler, bağıranlar... Ben, Şefik Soyuyüce ve Kurmay Binbaşı Muzaffer Özdağ, uzun namlulu silahlar… Rahmetli Menderes oturuyor karşımızda. “Senin silahın yok teğmen?" dedi rahmetli. “Beni niye götürüyorlar?" diye sordu bana. “Ne yaptım ben?" dedi. (Ağlıyor bunları anlatırken.) Menderes sonra “Ama biz bir şey yaptık Türkiye'de" dedi. “Nedir Başbakanım?" dedim.
Türkiye'ye, Türk insanına bir istikamet verdik. Biz Türk insanına demokrat olmanın, kendi hakkına sahip olmanın önemini ve ciddiyetini anlattık ve kavrattık. Yani kendisinin de herkes gibi hakkına, iradesine sahip bir Türk insanı olduğunu anlatmaya çalıştık.dedi. “Başka söyleyeceğiniz var mı efendim?" dedim. “Allah yardım etsin" dedi. Orada indirdiler adamı. Veda ettim.
1960'dan 2010'a geldik. Türk insanı bu noktaya nereden, nasıl geldiğini bilmemektedir. AK Partili değilim ama Recep Tayyip Erdoğan'ı da, Abdullah Gül'ü de, hareketlerini de destekliyorum. Herkes benim aleyhimde. Çocuklarım da, eşim de... Ama herkese anlatmaya çalışıyorum.