Mehmed Fırıncı: "Bediüzzaman Mustafa Kemal'e Ayasofya dersi verdi"
Derin Tarih Mart 2014 sayısında , Bediüzzaman’ın talebelerindenve İstanbul’dakendisinebir süre hizmet edenMehmed Fırıncı ileSaid Nursi’nin siyasetadamlarıyla münasebetlerinden hayatındakikırılma noktalarına kadarpek çok ilginç ayrıntıyı konuştu.
Bediüzzaman’ın II. Abdülhamid döneminde yaşadığı sıkıntılar nelerdi? Kendisi bu dönemde nasıl bir tavır sergilemişti?
Üstad’ın bu dönemde İstanbul’a geliş sebebi Abdülhamid ile görüşmekti. Önce şunu belirtmeliyim: Doğudaki tüm İslam ilimlerini hıfzetmişti, hatta kardeşi Abdülmecid Nursi Ağabeyimizden işittiğimize göre duvarındaki 90 kitabı her gece üç saat duvara bakarak tekrar ediyordu. İşkodralı Tahir Paşa da zannetmiş ki, bir tarikata intisap edip onun evradını okuyor.
Halbuki Üstad İslam ilimlerini unutmamak için sürekli tekrar yapıyordu. Dünyada gelişen fennî ilimlerin aslında İslamiyetin hakikatiyle hiçbir tezadı olmayıp Kur’an’da anlatılan hakikatlerle ilmî keşiflerin paralel olduğunu ve birinin kitab-ı kâinat, diğerinin kitab-ı Kur’an olduğunu dile getiriyordu.
Mütefekkir bir insan olan ve Osmanlı’nın son döneminde önemli bir yere sahip bulunan Tahir Paşa, Üstad’a, “Sen İstanbul’a git, bu dediklerini ancak Padişah halledebilir” dediğini biliyoruz.
Üstad’ın İstanbul’a geldiği sırada hürriyetin ilanı hadiseleri yaşanıyordu ve Abdülhamid’in son demleriydi. Halk da özgürlük istiyordu ancak bunun Batının değil, ehl-i İslamın terbiyesinde yerleşmesini arzu ediyordu.
Abdülhamid’e müracaatının sonrasında Bediüzzaman’ın akıl sağlığında sorun olduğu gerekçesiyle tedavi gördüğü anlatılır. Bu durumu nasıl izah edebiliriz?
Üstad’ın Abdülhamid ile görüşme talebinden sonra Mabeyn Kâtibi görüşmeyi kabul etmekten ziyade maalesef ona bir kese altın veriyor ve diyor ki: “Senin bu düşüncen derdest-i rü’yet”. Üstad bunun üzerine “Ben buraya bunun için değil, maksadımı anlatmaya (Medresetü’z-zehra için) geldim” diyor. O zamanın usullerine göre böyle bir lütfu kabul etmeyip itiraz edenler, akıllarından şüphe edilip akıl hastanesine gönderiliyordu. Üstad’ın bunun üzerine yaptığı yorum manidardır: “Zayıf istibdad tımarhaneyi, şiddetli istibdad da hapishaneyi bana reva gördü.”
Yaklaşık bir ay hapis yatmasının ardından Divan-ı Harb-i Örfî’de muhakeme edildi. Bu sırada dışarıda idam edilmiş mahkûmlar görülüyordu. Henüz Cumhuriyet döneminde bile değiliz, dikkat edin. 1907’de akıl hastanesine yatırıldı. Ermeni bir hekim kendisini muayene ederek, “Eğer bu adam deliyse dünyada akıllı adam yoktur” demiştir. Buradan da anlaşılıyor ki, Üstad’ı parayı kabul etmeyip Mabeyn’de sorun çıkardı diye hastaneye göndermişlerdi.
Bediüzzaman Cihan Harbi ve Milli Mücadele döneminde neler yaşadı?
Üstad gönüllü alay komutanı idi. Talebeleri ve civardan katılan halkla birlikte 7 bin kişilik bir ordu meydana getirmişti. O dönemde Ruslar ve Ermenilerle çarpışmalar devam ediyordu. 5-6 kişi hariç ordu şehadete ermişti. Üstad ise ayağı kırılarak esir düştü ve 2,5 yıl esarette kaldı. Döndüğünde Osmanlı henüz mağlup olmamıştı. Bu esnada cephede yazdığı İşaratu’l-İcaz adlı eseri neşredildi.
Sonra Osmanlı mağlup oldu, hemen ardından İstanbul’un işgali gerçekleşti. İşgal sırasında İngilizlerle çok şiddetli mücadelelere girildi. İşte bu dönemde Üstad Hutuvât-i Sitte adlı eserini neşretti. Şeyhülislamdan işgal kuvvetlerinin zoruyla Ankara’da oluşan yapılanmayı İstanbul’a bağlaması ve onlar için “Âsidir” demesi isteniyordu. Şeyhülislam reddedince azledildi tabii. Yerine gelen isim, diretilen fetvayı verdiyse de Üstad, Şeyhülislamın fetvasının tersi yönünde fikirlerini yaymaya devam etti.
Üstad’ın Ankara’ya gidişi ve oradan ayrılışı nasıl gerçekleşti?
Üstad 1922’ye kadar İstanbul’da mücadelesini sürdürmüştü. Ankara’nın ısrarlı davetleri üzerine gitmeye karar verdi. O sırada parlamentoda birtakım görüşme ve toplantılar gerçekleşiyordu. Üstad onlar farklı bir inkılâp tarzı düşündüklerinden dolayı Ankara’dan Gebze’ye gidiyor. Oradan da deniz yoluyla Trabzon’a gidiyor.
Hür Adam filminde yer alan Mustafa Kemal sahnesi gerçekten yaşanmış mıydı?
Gerçekten yaşandı, fakat filmde olduğu gibi ayak ayak üzerine atma gibi bir şey var mıdır, bilemiyorum, lakin karşılaştıkları doğrudur. Bediüzzaman Mustafa Kemal ile konuşmasında şöyle demiştir:
“Ayasofya Camii müminlerle dolu, böyle bir şöhret hissiyle insanlar gelip güzel bir Kur’an okusa, hafız müminler onu manen alkışlarlardı. Fakat orada başka biri gelip şarkı türkü okusa bütün müminler lanet okurlar. Sadece dışarıdan, camdan seyreden ecnebi bir gazeteci memnun kalır.”
Bu misali vefatından önce Mustafa Sungur Ağabey’den işitmiştim. Adeta Atatürk’e Ayasofya dersi veriyor. Mustafa Necati o esnada bulundukları odaya giriyor, “Ne giriyorsun, çık!” diye Milli Eğitim Bakanı’nı kovuyor. Neticede Üstad “Ben kendimi tam ıslah etmediğim için benim sözlerim ona tesir etmedi” demiştir.
Daha sonra Ankara’dan dönüp Van’a gitti. Nurşin Camii’nde bir müddet kaldıktan sonra Erek Dağı’nın eteklerinde, Zernebad denilen bir su kaynağının yanında kaldı. Yanında Molla Resul ile Molla Münevver bulunuyordu.
Oradayken Şeyh Said olayları Doğu Anadolu Bölgesi’nde yayıldı. Neticede bölgedeki nüfuzlu kimseler Batı Anadolu’ya tehcir edildiler. Şeyd Said hadisesi sürgünlerinden altı-yedi ay sonra Üstad’ı o zamanki müfreze komutanı almaya gelmişti. Bu sırada Üstad’ın talebeleri ve halktan bir kesim, “Hocam, eğer gitmek istemezseniz buradan sizi İran’a götürelim. Kurban Seyda yapma gitme, bize izin ver, seni götürelim” derler. Bu ifade karşısında Üstad “Hayır, karışmayın, bu askerler benim talebelerim hükmündedir. Ben kendi rızam ile gidiyorum” demiş.
Şeyh Said olayında Üstad’ın duruşu belliydi fakat o zamanki durum itibarıyla ihtiyaten Şeyh Said yapılanmasına destek olmuyordu. Bu oluşumu destekleyenlere, “Hareketiniz katiyen yanlıştır” diyor, hatta Şeyh Said’in kendisine de bunu izah ediyordu.
Üstad’ın Birinci, İkinci ve Üçüncü Said dönemlerinden bahsedebilir misiniz?
Birinci Said devresinde Osmanlı ayaktaydı fakat herkes onun devamı hakkında çeşitli düşünceler ortaya atıyordu. Üstad da bunlardandı. Merhum Said Halim Paşa, Mehmed Akif, Eşref Edib Bey, İzmirli İsmail Hakkı Efendi gibi kimseler farklı fikirler öne sürüyorlardı. İttihatçı gibi görünüp aslında İttihatçı olmayanlardı büyük çoğunluğu. Fakat amaçları Osmanlı’yı ayakta tutmaktı.
Üstad bu dönemde İstanbul’a gelmiş ve fikirlerini telif ettiği kitaplar ve gazete yazılarında belirtmiştir. O makaleleri yeniden düzenleyerek bu kitabın sonuna koymuştu. Hatta hürriyete hitap yazısını İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi kitabının arkasına da koyuyor ve bu, 4-5 gün sonra Selanik Hürriyet Meydanı’nda okunuyor. Osmanlı’nın canlanıp Avrupa’nın karşısında ayakta durmasını sağlama arzusu var.
Geçtiğimiz günlerde Ataşehir’de yapılan Mimar Sinan Camii’ne gittik. Orada bir hocaefendiyle selamlaştık. Bir arkadaş birden, “Üstad orada İttihatçılarla beraber mi kaldı?” diye sordu. Hâlâ üstadın İttihatçılarla beraber olduğu düşüncesinde. Oysa Üstad onlara istikamet verip bir yola sokmak istemişti.
Birinci Said dönemi hangi yılları kapsıyor?
1922’ye, Ankara hayatına kadar olan süreç birinci dönem ama bu esna ikinci döneme de denk düşüyor. Mesela “Lemaât kitabını Eski Said ile Yeni Said beraber yaptı” demiştir. Bu da 1922 yılına tekabül etmekte. Demek ki 1923 veya 1924’ten sonra Yeni Said dönemi başlıyor. Cumhuriyet ile beraber devlet tamamen değişmiş, inkılaplar başlamış, tekke ve medreseler kapatılmıştı. Birinci Said Devlet-i Âl-i Osman’ı, İkinci Said ise İslamiyeti kurtarma amacı taşıyordu. Yani doğrudan imanın 6 şartını esas alan eserler yazmıştı bu dönemde.
Bu meyanda içtimai hayatımıza da ait mesela İtalyanların Antalya’yı işgali gibi meseleleri de yazmıştı. Üstad bu sırada İtalyanların teşebbüsüne şiddetle karşı olup Ankara hükümetinin lehine hareket ediyordu. “Şu anda bizim amacımız fen ve felsefenin İslamiyete, imana karşı taarruzuna cevap vermektir; mesele budur, başka bir şey değildir” diyerek amacını açıkça beyan etmişti.
İkinci Said döneminde tamamen iman üzerine odaklanıyor yani.
Evet, İkinci Said’in âsârı tamamen iman üzerine bina oluyor ki, bu fikrine de devletin sahip çıkmasını istiyor. Diyanet’in eserlerini neşretmesini istiyor bir bakıma. Hem millete mâl olsun, hem de bir kısım grupların elinde olursa devletin zararına da kullanılabilir endişesiyle devletin elinde olsun istiyor. Fakat bunu mahkemelerde izah edemiyor. Başörtüsü mevzusu sebebiyle de Eskişehir hapishanesinde 11 ay yatıyor.
Peki İkinci Said dönemi ne zamana kadar sürüyor?
Aslında “Üç Said” olarak ifade ediliyor fakat ben iki Said’le iktifa ediyorum. Demokrat Parti döneminde, 1950’den önce ve sonra Üstad’ın yazdığı mektuplar bir üçüncü dönem olarak görülür ama bana göre üçüncü bir Said yoktur; çünkü bazı hususlarda “Eski Said kafasıyla biraz baktım” diyor. Dolayısıyla sadece birinci ve ikinci Saidler var.
Adnan Menderes’in Bediüzzaman ve Nurculukla münasebeti nasıldı?
O dönem iki tür milliyetçi vardı: Biri Türklerin dini olduğu için İslamiyeti severiz, diyenler, diğeri din esas, milliyet de ona bağlı, diyenler. İşte dindar bir milliyetçi olan Isparta milletvekili Tahsin Bey de bu ikinci kısımda yer alıyordu.
Üstad ile Tahsin Bey tanışıyor. Üstad ona diyor ki: “Sen Başbakana söyle, bu risaleleri neşretsin; hatta hem Arapça, hem de İngilizce olarak neşretsin. Devlet eliyle olsun ki devlete büyük kuvvet kazandıracak bir hamledir bu. Âlem-i İslam Türkiye’nin etrafında yeniden toplanacak.”
Tahsin Bey bunların hepsini Menderes’e anlatıyor. O da “Diyanet Reisi’ne git ve benim selamımı söyle, bunu yapmaya başlasın” diyor.
Bunu Tahsin Bey’den birkaç kez dinlemişliğim vardır. Diyanet Reisi Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, Tahsin Bey’e diyor ki: “Benim bunu bizzat Menderes ile konuşmam gerek”.
Üstad nasıl Abdülhamid ile görüşemediyse Eyüp Bey de üç defa Menderes’e gittiği halde görüşmeyi başaramadı. Özel kalem müdürü ‘Niçin geldiniz?’ diye sorduğunda ‘Tahsin Bey kendisinden bir haber getirdi, o konuyu görüşmek için’ diyorsa da müdür görüştürmüyor, dolayısıyla Menderes’in bundan haberi olmuyor.
Peki Menderes’in eserlere bakışı hakkında ne biliyoruz?
Demokrat Parti’de üç devre vardı: Birincisi, ilk seçimler kazanıldıktan Malatya hadisesine kadar olan devreydi. Ondan sonra dört yıllık bir fetret devri olmuştu. Dindarlara karşı çok katı bir rejim söz konusuydu. Yine siyasal İslam’ı müdaafa edenlerden merhum Necip Fazıl, Osman Serdengeçti gibi isimler tutuklandılar.
Bu dört yıl içinde Üstad neler yaşadı?
Üstad İstanbul’a döndükten sonra 25 yere baskın yapıldı. Eskiden Risalelerden bir sayfa dahi bulunsa tutuklama oluyordu. Emirdağ’da bir astsubay Üstad’a zulmetmiş, sarığını almıştı. Üstad bunları kaleme aldı ve Sungur Ağabey ile Mustafa Bağışlayıcı da Samsun’da çıkardıkları bir gazetede bu olayı beyan ettiler. “Bediüzzaman’a zulüm” manşetiyle çıkan gazetenin yazı işleri müdürü Sungur Ağabey de tutuklandı. Mahkeme Üstad’ı da Samsun’a götürmek için celp kararı çıkartmıştı.
Üstad ise bu sırada İstanbul’a gelmiş, bizim evde ikamet ediyordu. Sungur Ağabey hapiste iken yeni bir celp kararı ulaştı. Bunun üzerine Üstad beni çağırarak, “Biz Samsun’a gidiyoruz. Burada her şeyi sana bırakıyoruz” dedi. “Her şey”den kastı kitaplar ve daktilo makinesiydi. “Kitapları takip ederim fakat daktilo işlerinden pek anlamam” dedim. Bana üç kez, “Sen yaparsın” dedi; sonuncu deyişinde sesinin tonu tok ve sertti. O anda bir şey diyemedim.
Onlar Samsun’a nasıl gideceklerini tartışıyorlardı. Üstad’a çok fazla sıkıntı çıkarmadılar; İstanbul Emniyeti hürmet etti, “Biz burada hocayı koruma durumundayız, bizle kaldığı sürece emniyettedir” dediler. Üstad bu söz üzerine bizlere “Onlar beni koruyorlar” dedi.
Demokrat Parti zamanında Risale-i Nur zarar görmedi diyebilir miyiz?
Elbette, 1956 yılında Konya Nutku ile üçüncü devre başlamış oldu. O zaman doktorlar Üstad’a yolculuk yapamaz diye rapor vermişlerdi. Bu rapor sayesinde Samsun’a gitmedi. Bu da Demokrat Parti’nin yanlışını engellenmiş oldu.
Konya Nutku’nda Menderes “Dini icaplar yerine getirilecektir” demişti; bu, müspet bir şekle dönüştü. Yapılan icraatlar Demokrat Parti’nin üçüncü devresidir.
1958-59 yıllarında Nur talebelerinin dağıttığı beyanname olayı nasıl gerçekleşti?
Nazilli’de Risalelerden istifade eden bazı heyecanlı kardeşlerimiz bir Medrese-i Nuriye açtılar. Ancak onlar kahvelere de gidip ders okuyorlardı. Fakat bir kısım Demokrat Partililer bu olayı şikâyet etmişlerdi. Bunun üzerine polis baskın yaparak kitaplarıyla beraber 10 kişiyi tutuklamıştı.
Bu olayın akabinde basın bir yaygara kopardı. ‘Nurcu Avı’, ‘Sahte Peygamber’ gibi birçok manşet atıldı. Buna cevaben Üstad bir yazı yayınladı. Mehmet Emin Birinci ve Mustafa Türkmenoğlu Ağabeyler ise bu yazıyı dizerek beyanname olarak neşretmişlerdi. Bunun üzerine basında ‘Nurcular beyanname yayınladı’ diye bir kasırga koptu yine.
Bunun üzerine 10 kişi daha tutuklandı. Hatta Birinci Ağabey İstanbul’da tutuklandı, ben de ertesi gün Emirdağ’a gittim. Üstad’ın bu duruma vereceği tepkiyi merakla bekliyordum. Otobüsten indiğimde tevafuk bu ya, Zübeyir Ağabeyi kelepçelenmiş halde götürülürken gördüm. Yanına gittiğimde Üstad beni karşıladı ve dedi ki:
“Hiç ehemmiyeti yok. Şu anda gelseler ben de ellerimi uzatacağım, beni de kelepçelesinler. Benim elime kelepçe dahi vursalar yine de Menderes’i destekleyeceğiz. Halkçılar hükümetle aramızı açmak istiyorlar, buna asla fırsat vermeyeceğim”.
Ardından Bekir Ağabey’in avukat olarak girdiği mahkemede tahliye edildiler. Ankara Davası böyle vuku bulmuştu.
Üstad Hazretlerinin mahkemelerde Risale-i Nur’un hukukunu müdafaa ederken hakimlere “Dikkat edin, bu basit bir hadise değil. İstikbalde tarih sizi yapacağınız bir yanlıştan dolayı mahkûm olacak bir duruma düşürebilir” şeklinde konuştuğunu da tarihe not olarak düşmek isterim.
Üstad’ın Ayasofya’nın açılması konusunda düşüncesi neydi?
Fetih; şehit ve gazilerin kılıçlarının yadigârıdır. Ayasofya katiyen bu şekilde kalamaz, kalmaması da lazım. Demokrat Parti zamanında bu çok arzu edilmiş, lakin başarılamamıştı.
Hünkar Mahfili denilen kısım açık, Süleyman Demirel döneminde bu kadarını yapabildiklerini söylediler. 1980 İhtilali’nde yeniden kapatılmıştı, bahanesi restorasyondu. Ardından tekrar açıldı. Fakat Ayasofya’nın tamamen açılması gerekli.
Adnan Menderes’in diğer dindar camia ile arası nasıldı?
İmam Hatiplerin açılışında Menderes’in büyük etkisi vardır. İmam Hatipler mezun vermeye başladığında, Yüksek İslam Enstitüsü’nün açılmasında birtakım problemlerle karşılaşıldı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu hususta çekinceleri vardı. Menderes ise her şeyi göze almıştı. Yüksek İslam Enstitüsü’nün açılışına bizzat katılmıştı.
Üstad’ın kabrinin yerini öğrenmek isteyenler olduğu gibi öğrenmek istemeyenler de var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Normal, insanî bir hak olarak yerinin bilinmesi gereklidir. Üstad bu konuyu açıklamıştır ancak hak olarak bir zatın yerinin bilinmesi gereklidir. Bu manevî hukuku tayin edecek, yine onun varisleri olabilir. Devletin bu hususta tüm sorumluluğunu yerine getirmesi lazım. Mezarın yerini bilenler var. Devletin kendi icraatını telafi ederek gerekeni yapması lazım.
Üstad, Necip Fazıl’la görüşmüş müydü?
Akşehir Palas Oteli’nde yedek subay İsmail Doyuk şu an hayatta ve Bursa’da yaşamaktadır. Otele geldiğimde bana dedi ki: “Necip Fazıl ziyarette, biz çıkmayalım”. Lobide bekledik, yukarıdan inerken biz de göz ucuyla baktık. Bizi görünce mecburen yanlarına gittik. Üstad, Necip Fazıl’a “Sizi 40 yıllık Nur talebesi olarak kabul ettim” demiş.
İşaratü’l-İcaz gibi Risalelerin devlet eliyle bastırılması hususundaki fikriniz nedir?
Üstad’ın 1945’ten sonra bunu çok arzu ettiğini görmekteyiz. Risaleler çok önemli hakikatleri ilmî olarak açıklıyor. Bunun küçük grupların elinde kalmasıysa sakınca arz ediyor. Mesela Risalelerden dersler yapılmasını istiyor Üstad ve dünyevi işlere alet edilmesini asla istemiyor. Devletin buna sahip çıkarak millete mal etmek istemesini son hadiselerde daha iyi idrak etmiş bulunuyoruz.