Martin Luther Türklere çok şey borçluydu
Luther’e göre siyasî idarecilerin Türklerin ilerleyişine karşı ciddi bir tepki koyamamalarının ardındaki neden, yanlış yolda olan Papalığa ve Kiliseye bağlı hareket etmeye devam etmeleridir.
Prof. Dr. İsmail Taşpınar
—
İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı ordusunun Batıya ilerleyişi yeni bir algıya yol açmıştı. Batılı için ‘Türkler’ sadece toprakları işgal eden bir ülkenin ordusu değildi. Onlar, karşısına çıkan her şeyi sürükleyip perişan eden, “ilahî emri yerine getirmekle görevli” bir ahir zaman alametiydi aynı zamanda.
Protestan mezhebinin kurucusu kabul edilen Martin Luther (1483-1546), bu yeni algının zirveye çıktığı sırada dünyaya gelir. Osmanlı Devleti ile Avrupa ülkeleri kıyasıya savaşmaktadır: Gedik Ahmed Paşa komutasındaki Otranto seferi (1480), Safevilerin engel çıkarmasına rağmen II. Bayezid döneminde Venediklilere ait limanların ele geçirilmesi, Kanuni döneminde Macaristan topraklarında gerçekleşen Mohaç zaferi (1526), hemen ardından da Viyana kuşatması (1529)…
Adam S. Francisco’nun Luther ve İslam adlı kitabında belirttiğine göre Viyana’nın biraz da iklim şartları yüzü suyu hürmetine Osmanlı’nın eline düşmemesi, Almanları topraklarının Tanrı tarafından kendilerine bağışlandığı inancına sevk etmiştir. Zira Luther’in de mensubu olduğu Almanlara göre “Viyana, Alman topraklarının anahtarı ve giriş kapısıdır”. Bu algıyla beraber Türklere ve İslama dair yeni ilahiyat kodları oluştuğunu göreceğiz.
Batı’da günümüze kadar yaşayan İslam algısının mimarlarından biri de Luther’dir. Nitekim Türklerle ilgili önemli eserlerinden birini tam da 1529’da, yani Viyana kuşatması sırasında yazdığını biliyoruz.
Wittenberg Üniversitesi’nde önce ahlak felsefesi, sonra da Kitab-ı Mukaddes hocası olarak görev yapan Luther, Hıristiyanların içinde bulunduğu toplumsal ve siyasî çıkmazdan Kiliseyi sorumlu tutar. Katolik Kilisesi’nin günahların affı ve kurtuluşun Endüljans adlı kağıt parçasıyla elde edilebileceği düzenlemesine şiddetle karşı çıkar, bunu ahlaksızlığın dinî bir emir şeklinde takdimi olarak görür.
Ve Latince kaleme aldığı bildiride Kilise kurumuna yönelttiği eleştirileri ya da ‘tezleri’ 1517’de Wittenberg Şato Kilisesi’nin kapısına asarak ilan eder. Bildiri, Papalık otoritesi ve ruhban sınıfının uygulamalarını 95 maddede eleştirir. Kurtuluşun adresinin Kilise değil, doğrudan ve sadece Kutsal Kitap (Sola Scriptura) olduğunu belirtir. Şikayetlerden Kutsal Kitap’ı yorumlama tekelinin Katolik Kilisesi’nin elinden alınmasıyla kurtulunabileceğini söyler. Kendi çabaları ve iradeleriyle değil, ancak ilahî bir lütufla (Sola Gratia) İsa Mesih’e iman etme imkânına sahip olan insanların kurtuluşa ermelerinin sadece bu imanla (Sola Fide) gerçekleşeceğini vurgular.
Görünürde din alanındaki bu Reform hareketini ahlakî, sosyal, ekonomik ve kültürel yönleriyle bir bütün olarak her alandaki bozulmalardan sorumlu tutulan Katolik teşkilatı ve işbirlikçi yöneticilerine karşı bir isyan diye yorumlamak daha doğru olacaktır.
İlginç olan, Avrupa’nın Katolik boyunduruğundan kurtulmasında Türklerle ilgili algının önemli bir rol oynamış olmasıdır. Nitekim Reform hareketinin öncüsü kabul edilen Luther de bu algıyı kullanacak; siyasî birliğin dayanakları yanında, ilahiyatla ilgili görüşlerinin gerekçelerini de Türkler üzerinden kuracaktır.
Türkler Tanrı’nın kırbacı mı?
Üstelik Martin Luther’in doğrudan Türkleri hedef alan bazı eserler kaleme aldığını da biliyoruz: Türklere Karşı Savaş Hakkında (1529), Türklerin Hayatı ve Gelenekleri Hakkında Bir Kitap (1530), Türklere Karşı Duaya Çağrı (1541), Recaldo da Montecroce tarafından 1320’de kaleme alınan Kur’an’a Reddiye adlı esere önsöz (1542), Theodore Bibliander’in Latince Kur’an tercümesine önsöz (1543) gibi kitaplar incelendiğinde Luther’in yine kötülüğü temsil etse de, Türklere karşı iki farklı söylem kullandığı dikkat çeker.
Endüljansı ve Kilisenin öncülüğünü yaptığı Haçlı Seferlerini eleştirdiği ilk dönemde Türk tehdidini, hadlerini aşan günahkâr Hıristiyanları cezalandıran “Tanrı’nın eğitici bir kırbacı” (Zuchtrute Gottes) diye değerlendirdiği görülür. Ona göre Türk İmparatoru da Tanrı tarafından gönderilmiştir (Obrigkeit von Gott). Her ne kadar kötü bir yönetici olsa da ona itaat edip katlanmak gerekir. Zira zamanı geldiğinde Tanrı kırbacını tekrar Hıristiyanların üzerinden çekecektir.
Luther Türklerin bu durumundan kendi ilahiyat anlayışını kurmakta yararlanır. İlginç olan, hem ‘ilahî takdir’i anlatırken, hem de ‘insanın sorumluluğu’nu incelerken ‘Türkler’ örneği üzerinden ilerlemesidir.
Luther’in yukarıdaki ifadeleri daha sonra Papalık tarafından kendisini aforoz etme sebepleri arasında zikredilecektir. Bu sözleriyle Türklere karşı savaşmamayı teşvik etmekle suçlanır. Luther ise Papalığın ithamına şöyle karşılık verir:
“Bu sözlerimle Türk’e karşı savaşmamayı kastetmedim. Bizim öncelikle gidişatımızı düzeltmemiz ve böylece Tanrı’nın rahmetini üzerimize çekmemiz gerektiğini anlatmak istedim.”
Gerçekten de Luther, hiçbir zaman ‘Türklere karşı savaşmayın’ dememiştir. Önceleri henüz sınır boylarına Alman topraklarını tehdit edecek kadar ilerlememiş bulunan Türkleri kendi halkına ilahî bir tehdit olarak hatırlatır. Türk tehdidinin, Hıristiyanların bir an önce duaya koşup tövbe etmeleri için Tanrı’nın öfkesinin bir tezahürü olduğu görüşünü ömrünün sonuna kadar savunacaktır. Ancak Türklerin Viyana kapılarına dayandığı ve Alman topraklarını işgal tehlikesinin ortaya çıktığı bir durumda Kilisenin değil, imparatorun liderliği altında savaşmanın gerekliliğini savunmuştur. Ayrıca Türklere karşı sadece silahla değil, Hıristiyan araştırmacıların yetiştirilmesi yoluyla dinlerini analiz ederek mücadele etmek gerektiğini söyler. Bu konuda yapılan çalışmaları önsözler yazarak destekler.
Kilisenin Türkler üzerinden insanları ve yöneticileri korkutarak kendisine şartsız itaat sağladığını gören Luther, durumu lehine çevirmeyi bilmiştir. Ona göre aslında Tanrı’nın insanları sınadığı ilahî planda Türkler ile Kilise arasında bir fark yoktur.
Bu görüşlerini doğrudan Türkleri hedef alan yazıların yer aldığı temel eserlerinde ifade eden Luther’e göre Türklerin Avrupa’ya yönelik fetih hareketleri sadece siyasî değil, teolojik sebeplere de dayanır. ‘Avrupa’nın başına musallat olan Türk tehdidi’nin asıl sebebini başta Katolik Kilisesi olmak üzere Hıristiyanların Mesih öğretilerinden uzaklaşmalarına dayandırır.
Ona göre siyasî idarecilerin Türklerin ilerleyişine karşı ciddi bir tepki koyamamalarının ardındaki neden, yanlış yolda olan Papalığa ve Kiliseye bağlı harekete devam etmeleridir. Bu durumda Türklere karşı başarılı bir mücadele vermenin yolu, öncelikle Kiliseyle bağın koparılmasından geçmektedir; aksi takdirde İlahî tehdit sürecektir. Nitekim Luther’e göre Viyana kuşatması, yozlaşan Hıristiyan dünyasını cezalandıran ‘Tanrı’nın eli’dir. Bu nedenle her ne kadar İlahî bir takdir olarak Türkler Hıristiyanların yola gelmelerine yönelik bir uyarı olsa da, idarecilerin görevlerini yerine getirmekle yükümlü olduklarını belirtir.
Luther’e göre Türkler aynı zamanda Kutsal Kitap’ta dünyanın sonunda ortaya çıkacağı haber verilen ‘Deccal’ ve ‘Yecüc Mecüc’ün alametleridir. Böylece Mesih’in gelmesi de yaklaşmış sayılır:
“Dolayısıyla ben şimdi Roma İmparatorluğu’nun yıkılmak üzere, Mesih’in gelişinin çok yakın ve Türk’ün, İmparatorluğun bitişinin, Roma İmparatorluğu’na veda edişin işareti olduğunu düşünüyorum. Zira Mesih’e karşı direnmiş olmalarına rağmen Herod ve Yahudilerin birbirinden nefret ettiği gibi Türk ve Papalık da Mesih’e ve onun krallığına beraber karşı koymalarına rağmen birbirinden nefret etmektedirler”... “Ve hem söylendiği, hem de özellikle Sultana karşı yapılan savaşlarda görüldüğü üzere Türkler, yedek bir güce sahip olmak ve peşpeşe iki, üç, dört ağır savaşı yapabilmek için sürekli silah altında olup savaş için eğitilmektedir. Bu Yecüc ve Mecüc (Gog Magog) bizim krallarımız ve prenslerimizden daha haşmetli” (Türklere Karşı Savaş Hakkında, s. 72, 75, çev. Hakan Olgun).
Türklerin Alman sınırlarına ve Viyana surlarına dayanması, bu kıyamet sahnesinin en önemli aşamasının gerçekleşmesi ânıdır.
Luther’in asırlar önce ‘Türk’ kavramına yüklediği bu apokaliptik (ahir zamana ilişkin) anlam, genelde bütün Protestanların, özelde ise Alman Hıristiyanlarının zihinlerinde derinlemesine yer edinecektir. Geleneksel dinî semboller üzerinden Almanların Türklere yaklaşımını kötü yönde etkilemek isteyenler, tarih boyunca bu mirası gerektiğinde kullanacaklardır. Luther’in görüşlerini halka kolayca kabul ettirmek için kullandığı ‘Türk’ metaforu nesiller boyunca teolojik bir ‘hakikat’ olarak aktarılacaktır.
Luther’in İslam’ın temel kaynağı Kur’an ile ilk karşılaşması, yukarıda da işaret edilen kötü bir Latince tercümeyle olmuştur. Tercüme, 1. Haçlı Seferi sonrasında 1142’de Cluny tarikatı başpapazı Pierre Le Vénérable’ın “İslam’ı kendi kaynaklarından öğrenmek suretiyle mücadele” düşüncesinden hareketle yaptığı teklif üzerine İngiliz Robert de Ketton tarafından Yalancı Peygamber Muhammed’in Şeriat Kitabı adıyla yapılır. Bibliander’in 1543’te hazırlayıp Luther’e takdim edeceği çalışma yine Ketton’un tercümesidir. Pierre Le Vénérable bu tercümeden hareketle Kur’an ve İslam karşıtı polemik yazıları kaleme alır.
Luther bu hatalı ve çarpık tercümelerden yola çıkarak ‘Türklerin dininin ne kadar kötü olduğunu öğrenmek için’ onların kutsal kitabını okuduğunu söyler. Bu sözleri, Protestanlar arasında yüzyıllardır devam edecek bir geleneği de başlatır. Öyle ki, Alman ilahiyatçı Hans Küng’ün aktardığına göre bazı dindar Protestanlar günümüzde dahi Luther’in yanlış ve kötü bir tercümeden hareketle Kur’an’ı içindeki kötü inançları görmek ve ibret almak maksadıyla okuma âdetini aynı düşünce çerçevesinde devam ettirmektedirler.
Luther’in ‘Türkler’i, ilahiyat konularını anlatırken yeri geldikçe kullanılan bir unsurdur. Ayrıca kendi dönemindeki prenslere Kilisenin başkanlığından vazgeçip ondan kurtulmaları ve bir an önce sorumluluklarının bilincine varmaları gerektiğini izah ederken ‘Türkler’ örneğinden hareket etmiştir.
Bu durumda Martin Luther’in eserlerini araştıran her Protestanın, yanlış bilgilere dayalı bir ‘Türk’ ve ‘İslam’ tasviriyle karşılaşması neredeyse kaçınılmazdır.
Peki Türklerin ve İslamın yanlış algılanmasına yol açan ve sonuçları itibariyle bedeli hayli yüksek olan bu yorum ve tespitleri düzeltmek mümkün müdür?
Kısaca diyebiliriz ki, Protestan ilahiyatçıların İslam kaynaklarına doğrudan ulaşması, kendi ilahiyat anlayışlarının dönüşümünün de sırrını taşımaktadır.
Yahudi soykırımının el kitabı
Luther sadece Türkler ve Müslümanlara karşı değil, Yahudilere karşı yazmış olduğu eserleri ile de meşhurdur. Ölümünden üç yıl önce teolojik olgunluğunun zirvesindeyken yazdığı Yahudilere ve Yalanlarına Dair (Von den Juden und ihren Lügen) başlığını taşıyan kitabında yedi maddede özetlediği tavsiyelerinde Avrupa’da yaşayan Yahudilerin imha edilmesini, sinagoglarıyla birlikte din okullarının da yakılmasını istemektedir.
Aslında Luther’in Yahudilere yönelik olarak kullandığı bu tehditkar, acımasız ve nefret yüklü dili aynı dönemde Katolik Kilisesi de kullanmaktadır. Luther’e göre Tanrı’nın Yahudilere karşı gazabını dindiremeyeceklerine ve onları Hıristiyan yapamayacaklarına göre kendilerinden kurtulmanın yolunu bulmaları gerekmektedir. Söz konusu yedi maddede, sinagoglarla birlikte yakılacak olan Yahudilerin cesetlerinin üzerine sülfür ve katran dökülerek hiçbir iz kalmayacak şekilde gömülmesini ister. Yahudilerin hayvan sürüleri gibi ahırlara tıkılmasının, sürgüne mahkum edilmelerinin, ellerinden kutsal kitaplarının alınmasının ve çocuklarına din eğitimi vermelerinin yasaklanmasının dinî bir emir olduğunu ifade eder.
Almanların 2. Dünya Savaşı’nda gerçekleştirecekleri Yahudi soykırım ve katliamının el kitabı niteliğindeki eserinde Yahudilerin Alman İmparatorluğu sınırları içinde seyahat etmelerinin yasaklanmasının, hırsızlık ve faizle kazandıkları için ellerindeki mallara ve mücevherlere el konulmasının, bir kısmının en zor işlerde çalıştırılmasının, diğerlerinin ise Avrupa’dan sürülmesinin gerekli olduğunu belirtir. Luther’in bu ifadeleri, günümüzde genel olarak Avrupa’daki, özellikle de Almanya’daki sadece Türk ve İslam değil, Yahudi düşmanlığının da kökenlerini göstermesi bakımından önemlidir.
Papanın parayla imtihanı
1517’de Katolik Kilisesi vaizlerinin Roma’daki Sen Piyer Bazilikası’nın inşaatı için Almanya’daki Hıristiyanların günahlarını para karşılığında bağışlamalarına (endüljans) karşı çıkan Luther, Endüljansın Geçerliliğine Dair Tartışma adlı eserinde eleştirilerini içeren 95 maddelik tezini ilan eder. İnsanı amellerin değil, imanın kurtaracağını iddia eden Luther’in başlangıçta Katolik Kilisesi’nden ayrılmayı düşünmeden kaleme aldığı metindeki maddelerden bazıları şöyle:
(5) Papa, kendi otoritesi veya Kilise kanunlarının otoritesiyle belirlenenler dışında bir günahı affetmeyi ne ister, ne de buna yetkisi vardır.
(8) Tövbe etme sorumluluğu sadece hayatta olanlar için geçerlidir; ölüler bu konuda mükellef tutulamaz.
(11) Kilise hukukunda hayatta olanlar için belirlenen cezaların ölmüş olan Araf’takiler için de geçerli olacak şekilde değiştirilmesi; ayrık otu misali kesinlikle piskoposlar uyurken kabul edilmiş bir değişiklik olmalıdır.
(20) Papa, “Günahların tamamının bağışlanması” ifadesiyle sadece kendi koymuş olduğu kurallar nedeniyle oluşan günahları kasteder, yoksa genel olarak bütün günahları affetmeyi kastedemez.