Kürt sorununun devası Misak-ı Millî’de
'Ortak din İslam ve ortak vatan Anadolu' faktörü Türkiye'nin toprak bütünlüğünü ve sosyal barışını tehdit eden Kürt sorununun çözümünü kolaylaştıracaktır. Sırf bu nedenle bile 1920'lerin başında yeni bir milletin inşası sürecinde ideal olarak benimsenmiş olan Misak-ı Millî üzerine yeniden düşünmeye değer.
Bugün çoğu kişiye “Misak-ı Millî nedir?” veya “neresidir?” diye sorsanız, alacağınız cevapların çoğu “millî sınırlar” veya “Türkiye Cumhuriyeti sınırları” olacaktır. Ne yazık ki, cevapların her ikisi de yanlıştır. Üstelik bu konular ilkokuldan üniversiteye kadar öğretim sürecinin her kademesinde İnkılap Tarihi adı altında okutulmasına rağmen...
Peki yanlışlar bu kadar mı? Elbette değil. Birçok Millî Mücadele veya İnkılap Tarihi kitabında -ki çoğunun yazarı akademisyendir- Misak-ı Millî'nin esaslarının Erzurum ve Sivas kongrelerinde belirlendiği ve beyanname metninin Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara'da hazırlanıp İstanbul'daki Meclis-i Mebusan'da aynen kabul edildiği yazmaktadır. Peşinen söyleyelim ki, bu bilgiler de doğru değil. Çünkü tarihî olayları, devrinde üretilmiş / ortaya konulmuş belgeler ışığında ve bir süreklilik içinde incelemek gerekir. Nitekim söz konusu olaylarla ilgili yerleşik yargı, bu temel metodolojik gereklilik dışında oluşmakla kalmamış, her şey ve her olay ideolojik kaygılarla 'liderin hikmeti'ne bağlanmıştır.
Önce bazı tarihî bilgilerimizi düzeltelim:
İlk olarak Misak-ı Millî 'Millî Yemin' veya 'Millî Ant' demektir. Devrinde 'Ahd-i Millî' veya 'Peyman-ı Millî' diye de anılmıştır.
İkincisi, Misak-ı Millî beyannamesi, son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında 28 Ocak 1920'de resmî olmayan bir oturumda kabul, 17 Şubat 1920'de ise dünya parlamentolarına ilân edilmiştir. Toplam 6 madde olup imanın 6 şartından kinaye 'Millî Mücadelenin Amentüsü' diye de adlandırılmıştır.
Bilinmesi gereken bir diğer husus, Anadolu ve Trakya'da Millî Mücadele'nin tüm hızıyla sürdüğü gerçeğini bir yana bırakırsak, Misak-ı Millî Beyannamesi'nin, 18 Ocak 1919'da başlayan Paris Barış Konferansı'nda Osmanlı Devleti'nin geleceğinin görüşüldüğü bir dönemde -ki Osmanlı Devleti'nin parçalanması ile Boğazların ve İstanbul'un Türklerden alınacağı tartışılıyordu- işgal altındaki bir hükümetin barış şartlarını ortaya koymuş olmasıdır.
Bunu da son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı gerçekleştirmiştir. Misak-ı Millî'nin ne denli hayatî önemi haiz olduğunu anlamak için başlangıç kısmındaki satırları okumak yeterlidir:
“Osmanlı Meclis-i Mebusan üyeleri, devletin bağımsızlığı ve milletin geleceğinin haklı ve devamlı bir barışa ulaşması için yapabileceği fedakârlığın en üst sınırını içeren adı geçen esaslar dışında payidar bir Osmanlı saltanat ve cemiyetinin devamının mümkün olmadığını kabul ve tasdik eylemişlerdir.”
Demek istiyorlar ki, “Ey Avrupalı! Benim ve devletim hakkında karar vermeye çalışıyorsun. Ancak benim şartlarım şunlardır. Bundan ötesi benim için ölümden farksızdır.”
Adeta devlet ve millet için ortaya konulmuş kırmızı çizgiler... Üstelik böylesine cesurane bir karar, ülkesi büyük oranda işgal edilmiş, başkenti dahi tehlike ve tehdit altında bulunan bir meclis tarafından alınmıştır. Zaten bu meclisin aldığı tek önemli karar da bundan ibarettir.
Kestirmeden belirtelim ki, Misak-ı Millî beyannamesi, aynı sürecin devamında ortaya çıkması dışında gerçek amacı ve içeriği bakımından Paris Barış Konferansı'na Osmanlı Devleti'nin 23 Haziran 1919'da sunduğu muhtıraya büyük oranda -maddelerine varıncaya kadar- benzemektedir. 11 maddelik bu muhtıra, aynı zamanda bir 'müdafaaname' olarak tanımlanmıştır. Söz konusu metin, Misak-ı Millî gibi Osmanlı Devleti'nin aynı konferansa ilk defa sunduğu barış şartlarıdır.
Fazla söze gerek yok! Yapılacak en basit iş, 23 Haziran 1919 tarihli muhtırayı önümüze koyup Erzurum ve Sivas Kongreleri beyannameleriyle ve aynı zamanda Misak-ı Millî beyannamesiyle mukayese etmek olacaktır. Görülecektir ki, özellikle Sivas Kongresi beyannamesinin ilk maddesi hariç -o da tamamen değil- Erzurum ve Sivas kongreleri beyannameleri ile Misak-ı Millî beyannamesi arasında millî mücadele ruhu dışında hiçbir benzerlik yoktur.
Genel olarak Misak-ı Millî sınırlar, İstanbul ve Boğazların geleceği, azınlıklar hukuku açısından mütekabiliyet / karşılıklılık, ekonomik bağımsızlık (kapitülasyonların kaldırılması) ve borçların ödenmesi gibi maddelerden oluşur. Özellikle sınırlar meselesi önemlidir. Gerçekte Misak-ı Millî, 23 Haziran 1919 tarihli muhtırada yazıldığı gibi olmasa da, Wilson ilkeleri gereği yeni Türkiye'nin sınırları konusunda bir kriter koyar. Oysa 23 Haziran muhtırası batıda Gümülcine, kuzeydoğuda Batum, doğuda Nahçıvan, güneydeyse Akdeniz'den itibaren doğuya doğru, Lazkiye'nin kuzeyinden, İbn-i Hani burnundan başlamak üzere Halep, Deyr-i Zor ve Miyadin'i içine alıp Musul, Kerkük ve Süleyman livalarını kapsayan 'yeni Türkiye sınırları'nı belirlemiştir. Diğer deyişle, Misak-ı Millî'de kriter olarak belirlenen 'sınırın somutlaşmış hali' 23 Haziran muhtırasında yazılıdır.
Öte yandan gerçek lafız ve manası bilinmemesine rağmen Misak-ı Millî bugün geleneksel Türk dış politikası için millî meşruluk kaynağıdır. Özellikle Musul'un kaybedilmiş olması Türkiye için bir 'millî ukde' hükmündedir. 2000'li yıllardan beri Irak'ta yaşanan gelişmeler sürecinde Türkiye'nin gösterdiği/göstermekte olduğu 'Kerkük hassasiyeti' bu açıdan değerlendirilmelidir.
Kanaatim o ki, Misak-ı Millî ruhu bugün de Türk dış politikasının karar verici aktörlerinde yaşamaktadır. Sadece Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nu izlemek yeterlidir.
Misak-ı Millî yalnızca Türk dış politikası açısından anlamlı değildir. Esas itibariyle en azından Balkan savaşlarından Millî Mücadele dönemine kadar geçen süreçte Osmanlı insanının zihninde beliren 'beka sorunu'na bir cevaptır da.
Özellikle Balkan göçleri -buna 19. yüzyıldan beri devam edegelen Kafkas göçlerini de dahil edebiliriz- hem Balkanlardan gelen, hem de Anadolu'da yaşayan insanlarda hızla kaybedilen toprakların yanı sıra hatırlanmak bile istenmeyen olayların etkisi ve biraz da korkusuyla 'din kardeşliği temelli' Anadolu'yu vatan yapma ve orada tutunma arzusunu ortaya çıkarmıştır. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş sürecindeki siyasî ve askerî olayların baş aktörlerinin Balkan ve Kafkas kökenli kimseler olması tesadüf değildir ve 'varolma sorunu' ile yakından ilgilidir.
Misak-ı Millî'ye Kürtler de dahildi ama…
Misak-ı Millî bu sürecin sonlarına doğru ortaya çıkmış, üstelik işgal ortamında meydana getirilmiş bir belgedir. Başlangıç kısmını bir de bu açıdan değerlendirmek anlamlı olacaktır.
En önemlisi ise 23 Haziran 1919 tarihli muhtırada sınırlar kesin çizgilerle belirlenmiş ise de bu yeni Türkiye'nin 'insan unsuru'nun tanımlanmış olmasıdır. İnsan unsurunun niteliklerini bilmek sadece o devirde yeniden şekillendirilmeye çalışılan bir devletin nüfusunun niteliğini belirlemek olmayıp, günümüz sorunları bağlamında da 'açıklayıcı' ve 'model oluşturucu' özellik taşımaktadır.
Bunun için Misak-ı Millî'nin ilk maddesini yeniden okumak gerekmektedir:
“Osmanlı Devleti'nin yalnızca Arap çoğunluğun yaşadığı, 30 Ekim 1918 tarihli ateşkes antlaşmasının imzalandığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan kısımlarının geleceği, halkının serbestçe verecekleri oylara göre belirleneceğinden adı geçen ateşkes antlaşması çizgisinin içinde ve dışında dinen, ırken ve emelen birleşmiş ve bir diğerine karşılıklı saygı ve fedakârlık hisleriyle dolu ve ırkî ve sosyal hakları ile çevre şartlarına tamamiyle uyumlu Osmanlı-İslam çoğunluğunun yaşadıkları kısımlarının tamamı hakikaten ve hükmen hiçbir sebeple ayrılma kabul etmez bir bütündür.”
Görüldüğü gibi maddenin ilk kısmı Araplarla ilgili olup onların durumunun 'kendi kaderini kendi belirleme' ilkesince belirleneceği ifade olunmuştur. İkinci kısımda ise bunun dışında kalan yerlerin ayrılmaz bütünlüğünden söz edilmiş ve “adı geçen ateşkes antlaşması çizgisinin içinde ve dışında” ibaresi kullanılmıştır. Sınır kriteri belirlendikten sonra o sınırlar içinde yaşayan insanların özelliklerine geçilmiştir. Onların Misak-ı Millî'deki genel adı 'Osmanlı-İslam çoğunluğu'dur. Kastedilen, büyük oranda Türkler ve Kürtlerdir. Ortak paydaları ise İslam'dır.
Demek oluyor ki, Misak-ı Millî beyannamesinin 1. maddesinin 2. kısmında yeni Türkiye'nin sınırları kriter bazında belirlenmiş, içinde yaşayacaklar 'Osmanlı-İslam' diye tanımlanmıştır. Yani Misak-ı Millî beyannamesi 1. maddesiyle Arapları hariç tutarsak, ortak vatan ve din (İslam) eksenli yeni bir devlet ve toplum modeli önermiş, mücadelenin bu uğurda verilmekte olduğunu açıklamıştır.
Mukaddes İttifak'a dönüş
Bunun içindir ki, Mustafa Kemal Paşa Millî Mücadele döneminde 'camia-i Osmaniyye', 'Osmanlı- İslam ekseriyeti', 'Osmanlı milleti', 'anasır-ı İslamiye' gibi ortak ve birleştirici kavramları kullanmaya özen gösterir. Nitekim 24 Nisan 1920'de TBMM'de yaptığı dış politika konuşmasında Misak-ı Millî sınırları içinde yaşayan insanlardan söz ederken “...bu hudud dahilinde tasavvur edilmesin ki, İslam unsurlarından yalnız bir cins millet vardır. Bu hudud dahilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve İslam unsurları vardır. İşte bu hudud iç içe bir halde yaşayan kardeş milletlerin millî hududlarıdır” demiştir.
Zaten başka çare de yoktur. Aksi halde Millî Mücadele başarılı olamazdı. Farklı din, ırk ve dünya görüşü sahibi birçok grubun Millî Mücadele'ye destek vermesinin sebebi budur. Buna bakarak bu mücadelenin sözkonusu 'Mukaddes İttifak' sayesinde kazanıldığını söylemek yanlış olmaz. Ancak bu Mukaddes İttifak'ın en bariz ve birleştirici özelliği, ortak din ve ortak vatandır. Misak-ı Millî'de ifadesini bulan bu anlayış, Millî Mücadele'nin tüm iç ve dış politika süreçlerinde geçerli olmakla kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti'nin cumhuriyetçi ve laik karakterine rağmen gayr-i resmî planda -bazen de resmen- etkinliğini sürdürmüş, halen de sürdürmektedir.
Misak-ı Millî ruhu, ortak vatan ve din eksenli bir anlayıştır. Millî Mücadele'yi kazandıran bu ruhtur. Ancak Cumhuriyet'in ilanından sonra bu anlayış, Avrupaî bir devlet ve toplum oluşturma siyaseti -buna medeniyet değiştirme de diyebiliriz- uğruna terk edilmiştir. Ona günümüz Türkiye'sinin de ihtiyacı vardır. Sanılanın aksine, bu ruh ve anlayış, dünyaya açılan ve gelişen bir Türkiye vizyonuna engel değildir. Kapsayıcı ve birleştirici bir anlayış bu vizyona niçin engel olsun ki!
Sözü, İdealden Gerçeğe (2002) adlı kitabımın sonundaki cümlelere bırakıyorum:
“Bu satırların yazarı, nasıl ki Misak-ı Millî'nin sözkonusu özelliği, Millî Mücadele'nin kazanılmasında en önemli itici güç olmuşsa, aynı şekilde, 'ortak din / İslam ve ortak vatan Anadolu' faktörünün Türkiye'nin hem toprak bütünlüğünü, hem de sosyal barışını tehdit eden Güneydoğu/ Kürt sorununun çözümünü kolaylaştıracağını düşünmektedir ki, bu husus bile 1920'lerin başında yıkılan bir imparatorluğun ardından yeni bir devlet ve milletin inşası sürecinde bir ideal olarak benimsenmiş Misak-ı Millî üzerinde yeniden düşünmeye değerdir.”
Peki yanlışlar bu kadar mı? Elbette değil. Birçok Millî Mücadele veya İnkılap Tarihi kitabında -ki çoğunun yazarı akademisyendir- Misak-ı Millî'nin esaslarının Erzurum ve Sivas kongrelerinde belirlendiği ve beyanname metninin Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara'da hazırlanıp İstanbul'daki Meclis-i Mebusan'da aynen kabul edildiği yazmaktadır. Peşinen söyleyelim ki, bu bilgiler de doğru değil. Çünkü tarihî olayları, devrinde üretilmiş / ortaya konulmuş belgeler ışığında ve bir süreklilik içinde incelemek gerekir. Nitekim söz konusu olaylarla ilgili yerleşik yargı, bu temel metodolojik gereklilik dışında oluşmakla kalmamış, her şey ve her olay ideolojik kaygılarla 'liderin hikmeti'ne bağlanmıştır.
Önce bazı tarihî bilgilerimizi düzeltelim:
İlk olarak Misak-ı Millî 'Millî Yemin' veya 'Millî Ant' demektir. Devrinde 'Ahd-i Millî' veya 'Peyman-ı Millî' diye de anılmıştır.
İkincisi, Misak-ı Millî beyannamesi, son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında 28 Ocak 1920'de resmî olmayan bir oturumda kabul, 17 Şubat 1920'de ise dünya parlamentolarına ilân edilmiştir. Toplam 6 madde olup imanın 6 şartından kinaye 'Millî Mücadelenin Amentüsü' diye de adlandırılmıştır.
Bilinmesi gereken bir diğer husus, Anadolu ve Trakya'da Millî Mücadele'nin tüm hızıyla sürdüğü gerçeğini bir yana bırakırsak, Misak-ı Millî Beyannamesi'nin, 18 Ocak 1919'da başlayan Paris Barış Konferansı'nda Osmanlı Devleti'nin geleceğinin görüşüldüğü bir dönemde -ki Osmanlı Devleti'nin parçalanması ile Boğazların ve İstanbul'un Türklerden alınacağı tartışılıyordu- işgal altındaki bir hükümetin barış şartlarını ortaya koymuş olmasıdır.
Bunu da son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı gerçekleştirmiştir. Misak-ı Millî'nin ne denli hayatî önemi haiz olduğunu anlamak için başlangıç kısmındaki satırları okumak yeterlidir:
“Osmanlı Meclis-i Mebusan üyeleri, devletin bağımsızlığı ve milletin geleceğinin haklı ve devamlı bir barışa ulaşması için yapabileceği fedakârlığın en üst sınırını içeren adı geçen esaslar dışında payidar bir Osmanlı saltanat ve cemiyetinin devamının mümkün olmadığını kabul ve tasdik eylemişlerdir.”
Demek istiyorlar ki, “Ey Avrupalı! Benim ve devletim hakkında karar vermeye çalışıyorsun. Ancak benim şartlarım şunlardır. Bundan ötesi benim için ölümden farksızdır.”
Adeta devlet ve millet için ortaya konulmuş kırmızı çizgiler... Üstelik böylesine cesurane bir karar, ülkesi büyük oranda işgal edilmiş, başkenti dahi tehlike ve tehdit altında bulunan bir meclis tarafından alınmıştır. Zaten bu meclisin aldığı tek önemli karar da bundan ibarettir.
Misak-ı Millî Paris'te görücüye çıkıyorGörüyorsunuz değil mi? Kahraman-hain sarmalına sıkıştırdığımız tarihten ne kadar farklı bir manzara…
Kestirmeden belirtelim ki, Misak-ı Millî beyannamesi, aynı sürecin devamında ortaya çıkması dışında gerçek amacı ve içeriği bakımından Paris Barış Konferansı'na Osmanlı Devleti'nin 23 Haziran 1919'da sunduğu muhtıraya büyük oranda -maddelerine varıncaya kadar- benzemektedir. 11 maddelik bu muhtıra, aynı zamanda bir 'müdafaaname' olarak tanımlanmıştır. Söz konusu metin, Misak-ı Millî gibi Osmanlı Devleti'nin aynı konferansa ilk defa sunduğu barış şartlarıdır.
Fazla söze gerek yok! Yapılacak en basit iş, 23 Haziran 1919 tarihli muhtırayı önümüze koyup Erzurum ve Sivas Kongreleri beyannameleriyle ve aynı zamanda Misak-ı Millî beyannamesiyle mukayese etmek olacaktır. Görülecektir ki, özellikle Sivas Kongresi beyannamesinin ilk maddesi hariç -o da tamamen değil- Erzurum ve Sivas kongreleri beyannameleri ile Misak-ı Millî beyannamesi arasında millî mücadele ruhu dışında hiçbir benzerlik yoktur.
Genel olarak Misak-ı Millî sınırlar, İstanbul ve Boğazların geleceği, azınlıklar hukuku açısından mütekabiliyet / karşılıklılık, ekonomik bağımsızlık (kapitülasyonların kaldırılması) ve borçların ödenmesi gibi maddelerden oluşur. Özellikle sınırlar meselesi önemlidir. Gerçekte Misak-ı Millî, 23 Haziran 1919 tarihli muhtırada yazıldığı gibi olmasa da, Wilson ilkeleri gereği yeni Türkiye'nin sınırları konusunda bir kriter koyar. Oysa 23 Haziran muhtırası batıda Gümülcine, kuzeydoğuda Batum, doğuda Nahçıvan, güneydeyse Akdeniz'den itibaren doğuya doğru, Lazkiye'nin kuzeyinden, İbn-i Hani burnundan başlamak üzere Halep, Deyr-i Zor ve Miyadin'i içine alıp Musul, Kerkük ve Süleyman livalarını kapsayan 'yeni Türkiye sınırları'nı belirlemiştir. Diğer deyişle, Misak-ı Millî'de kriter olarak belirlenen 'sınırın somutlaşmış hali' 23 Haziran muhtırasında yazılıdır.
Öte yandan gerçek lafız ve manası bilinmemesine rağmen Misak-ı Millî bugün geleneksel Türk dış politikası için millî meşruluk kaynağıdır. Özellikle Musul'un kaybedilmiş olması Türkiye için bir 'millî ukde' hükmündedir. 2000'li yıllardan beri Irak'ta yaşanan gelişmeler sürecinde Türkiye'nin gösterdiği/göstermekte olduğu 'Kerkük hassasiyeti' bu açıdan değerlendirilmelidir.
Kanaatim o ki, Misak-ı Millî ruhu bugün de Türk dış politikasının karar verici aktörlerinde yaşamaktadır. Sadece Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nu izlemek yeterlidir.
Misak-ı Millî yalnızca Türk dış politikası açısından anlamlı değildir. Esas itibariyle en azından Balkan savaşlarından Millî Mücadele dönemine kadar geçen süreçte Osmanlı insanının zihninde beliren 'beka sorunu'na bir cevaptır da.
Özellikle Balkan göçleri -buna 19. yüzyıldan beri devam edegelen Kafkas göçlerini de dahil edebiliriz- hem Balkanlardan gelen, hem de Anadolu'da yaşayan insanlarda hızla kaybedilen toprakların yanı sıra hatırlanmak bile istenmeyen olayların etkisi ve biraz da korkusuyla 'din kardeşliği temelli' Anadolu'yu vatan yapma ve orada tutunma arzusunu ortaya çıkarmıştır. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş sürecindeki siyasî ve askerî olayların baş aktörlerinin Balkan ve Kafkas kökenli kimseler olması tesadüf değildir ve 'varolma sorunu' ile yakından ilgilidir.
Misak-ı Millî'ye Kürtler de dahildi ama…
Misak-ı Millî bu sürecin sonlarına doğru ortaya çıkmış, üstelik işgal ortamında meydana getirilmiş bir belgedir. Başlangıç kısmını bir de bu açıdan değerlendirmek anlamlı olacaktır.
En önemlisi ise 23 Haziran 1919 tarihli muhtırada sınırlar kesin çizgilerle belirlenmiş ise de bu yeni Türkiye'nin 'insan unsuru'nun tanımlanmış olmasıdır. İnsan unsurunun niteliklerini bilmek sadece o devirde yeniden şekillendirilmeye çalışılan bir devletin nüfusunun niteliğini belirlemek olmayıp, günümüz sorunları bağlamında da 'açıklayıcı' ve 'model oluşturucu' özellik taşımaktadır.
Bunun için Misak-ı Millî'nin ilk maddesini yeniden okumak gerekmektedir:
“Osmanlı Devleti'nin yalnızca Arap çoğunluğun yaşadığı, 30 Ekim 1918 tarihli ateşkes antlaşmasının imzalandığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan kısımlarının geleceği, halkının serbestçe verecekleri oylara göre belirleneceğinden adı geçen ateşkes antlaşması çizgisinin içinde ve dışında dinen, ırken ve emelen birleşmiş ve bir diğerine karşılıklı saygı ve fedakârlık hisleriyle dolu ve ırkî ve sosyal hakları ile çevre şartlarına tamamiyle uyumlu Osmanlı-İslam çoğunluğunun yaşadıkları kısımlarının tamamı hakikaten ve hükmen hiçbir sebeple ayrılma kabul etmez bir bütündür.”
Görüldüğü gibi maddenin ilk kısmı Araplarla ilgili olup onların durumunun 'kendi kaderini kendi belirleme' ilkesince belirleneceği ifade olunmuştur. İkinci kısımda ise bunun dışında kalan yerlerin ayrılmaz bütünlüğünden söz edilmiş ve “adı geçen ateşkes antlaşması çizgisinin içinde ve dışında” ibaresi kullanılmıştır. Sınır kriteri belirlendikten sonra o sınırlar içinde yaşayan insanların özelliklerine geçilmiştir. Onların Misak-ı Millî'deki genel adı 'Osmanlı-İslam çoğunluğu'dur. Kastedilen, büyük oranda Türkler ve Kürtlerdir. Ortak paydaları ise İslam'dır.
Demek oluyor ki, Misak-ı Millî beyannamesinin 1. maddesinin 2. kısmında yeni Türkiye'nin sınırları kriter bazında belirlenmiş, içinde yaşayacaklar 'Osmanlı-İslam' diye tanımlanmıştır. Yani Misak-ı Millî beyannamesi 1. maddesiyle Arapları hariç tutarsak, ortak vatan ve din (İslam) eksenli yeni bir devlet ve toplum modeli önermiş, mücadelenin bu uğurda verilmekte olduğunu açıklamıştır.
Mukaddes İttifak'a dönüş
Bunun içindir ki, Mustafa Kemal Paşa Millî Mücadele döneminde 'camia-i Osmaniyye', 'Osmanlı- İslam ekseriyeti', 'Osmanlı milleti', 'anasır-ı İslamiye' gibi ortak ve birleştirici kavramları kullanmaya özen gösterir. Nitekim 24 Nisan 1920'de TBMM'de yaptığı dış politika konuşmasında Misak-ı Millî sınırları içinde yaşayan insanlardan söz ederken “...bu hudud dahilinde tasavvur edilmesin ki, İslam unsurlarından yalnız bir cins millet vardır. Bu hudud dahilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve İslam unsurları vardır. İşte bu hudud iç içe bir halde yaşayan kardeş milletlerin millî hududlarıdır” demiştir.
Zaten başka çare de yoktur. Aksi halde Millî Mücadele başarılı olamazdı. Farklı din, ırk ve dünya görüşü sahibi birçok grubun Millî Mücadele'ye destek vermesinin sebebi budur. Buna bakarak bu mücadelenin sözkonusu 'Mukaddes İttifak' sayesinde kazanıldığını söylemek yanlış olmaz. Ancak bu Mukaddes İttifak'ın en bariz ve birleştirici özelliği, ortak din ve ortak vatandır. Misak-ı Millî'de ifadesini bulan bu anlayış, Millî Mücadele'nin tüm iç ve dış politika süreçlerinde geçerli olmakla kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti'nin cumhuriyetçi ve laik karakterine rağmen gayr-i resmî planda -bazen de resmen- etkinliğini sürdürmüş, halen de sürdürmektedir.
Misak-ı Millî ruhu, ortak vatan ve din eksenli bir anlayıştır. Millî Mücadele'yi kazandıran bu ruhtur. Ancak Cumhuriyet'in ilanından sonra bu anlayış, Avrupaî bir devlet ve toplum oluşturma siyaseti -buna medeniyet değiştirme de diyebiliriz- uğruna terk edilmiştir. Ona günümüz Türkiye'sinin de ihtiyacı vardır. Sanılanın aksine, bu ruh ve anlayış, dünyaya açılan ve gelişen bir Türkiye vizyonuna engel değildir. Kapsayıcı ve birleştirici bir anlayış bu vizyona niçin engel olsun ki!
Sözü, İdealden Gerçeğe (2002) adlı kitabımın sonundaki cümlelere bırakıyorum:
“Bu satırların yazarı, nasıl ki Misak-ı Millî'nin sözkonusu özelliği, Millî Mücadele'nin kazanılmasında en önemli itici güç olmuşsa, aynı şekilde, 'ortak din / İslam ve ortak vatan Anadolu' faktörünün Türkiye'nin hem toprak bütünlüğünü, hem de sosyal barışını tehdit eden Güneydoğu/ Kürt sorununun çözümünü kolaylaştıracağını düşünmektedir ki, bu husus bile 1920'lerin başında yıkılan bir imparatorluğun ardından yeni bir devlet ve milletin inşası sürecinde bir ideal olarak benimsenmiş Misak-ı Millî üzerinde yeniden düşünmeye değerdir.”