Kûtu’l - Amâre’de esir olmak
Kûtu’l-Amâre’de esir düşüp Mısır, Burma ve Hindistan’a gönderilen binlerce askerimiz beslenme ve barınma yetersizliğinden, kimi zaman da iklim şartlarından telef oldu. Ya savaş bitince gönderilmeyip Millî Mücadele karşısında koz olarak esir tutulanlar? İşte esaretin yürek delen acı hikâyesi.
Almanya’nın yanında savaşa katılma kararı aldıktan sonra ilan edilen Cihad-ı Mukaddes ile resmen savaşa dahil olmuştuk. Kafkas, Irak, Sina-Filistin, Suriye, Çanakkale, Galiçya, Makedonya, Romanya, Yemen ve Hicaz cephelerinde kahramanca savaştık. Buralarda yaşanan trajedi üzerine ciltlerce kitap yazıldı. Ya esirlerimiz? Uzun ve çileli esaret yılları ve sonrasında yaşananlar, en az cephedeki kadar hatırlanmaya değmez mi?
İngilizlerle mücadele edip binlerce esir verdiğimiz cephelerden biri Irak Cephesi, burada yaşanan en önemli kuşatma da Kûtu’l-Amâre idi. 28 Eylül 1915’te başlayan Birinci Kûtu’l-Amâre Muharebesi’ni kazanan İngilizler Türk kuvvetlerini Bağdat’ın güneyindeki Selman-ı Pak mevziine çekilmek zorunda bıraktılar. Buna mukabil 22 Ekim 1915 sabahı iki kolla cepheden, iki kolla da kuzeyden taarruza geçen İngiliz askerî gücü 51. Tümenin 23 Kasım’da başlattığı harekât sonucu geri çekilmek zorunda kaldı. Türk kuvvetleri İngilizlerin peşini bırakmadı. Sıkı bir takipten sonra 5 Aralık 1915’te Kûtu’l-Amâre mevziine vardı ve 4,5 ay süren kuşatma sonucunda General Townshend ile kuvvetleri teslim oldu.
Kûtu’l-Amâre muharebelerinde 380 subay ve 10 bin kadar er zayiat verdik. Zayiatın çoğunu oluşturan esirlerimiz Mısır, Burma ve Hindistan’a götürüldüler.
İlk durak, Basra’daki geçici esaret kamplarıydı. Burada temizlik ve beslenme şartlarının içler acısı olduğunu tahmin edersiniz. Öğünler çoğu zaman çiğ et, soğan ve ekmekten ibaretti. İlk günlerini etrafı tel örgülerle çevrili dar bir çadır içinde geçirdiler. Hastalananlar karantina kampında barınmak zorunda kalacaklardı. Basra gözlem kampında 2-4 hafta kaldıktan sonra asıl kamplarına sevk edildiler.
Hindistan’a gönderilenler önce denizyolu ile Umman’dan Hindistan’ın Kalküta şehrine götürülüyor, oradan demiryolu ile bugün Pakistan sınırlarında kalan Karaçi’ye naklediliyorlardı. Buradan Hindistan’da kendileri için kurulan Bellary ve Sumerpur kamplarına sevk edildiler. O zamanki adıyla Hindiçini olarak bilinen Burma’ya gönderilen esirler ise Karaçi’den nehir yoluyla kamplara ulaştırılıyordu.
Burma’da İngilizler tarafından kurulan Thatmyo ve Meiktila kamplarında esirlerimize ilk başta en ağır gelen şey, iklim şartlarıydı şüphesiz. Oldukça nemli ve yağışlı olan ülkede birçok askerimiz daha ilk haftalarda hastalanarak can verecekti.
Kimi esirlerimiz önce Mısır’da Bilbeis kampında tutulmuş, sonra Hindistan’daki Bellary kampına sevk edilmişti. Mısır’da kalanlar İngilizlerin kendileri için oluşturdukları Seydibeşir, Tel el-Kebir, Bilbeis, Kantare, Heliopolis, Kahire,
Maadi ve Tura’daki kamplarda kaldılar. Burada yemek durumu pek iç açıcı olmasa da hiç değilse Sibirya’dan iyi olduğunu belirtelim. Ekmek, konserve, sebze, pirinç, soğan, hurma veya zeytinle idare ediyorlardı.
Kızılhaç raporlarına bakılırsa Hindistan’daki Sumerpur ve Bellary kampında esirlerimizin günlük menüsü buğday ekmeği, pirinç, sebze, patates, soğan, tuz, şeker, çay ve baharattan ibaretti. Bunları bir İngiliz müteahhit firması karşılıyordu. Burma’daki kamplarda ise esirlerin günlük yiyecek ihtiyacını karşılamak üzere sığır eti, domates, soğan, patates, pirinç, çay, süt, baharat gibi ürünler ücretlerine mukabil satılıyordu. Genel olarak et ürünleri dışında yemeklerle ilgili fazla şikâyet yoktu.
Beslenme şartları bir yana, Hindistan ve Burma’daki kamplarda İngilizler tarafından oluşturulan ve iklim şartlarına uygun olmayan kulübelerde birçok esir son nefesini verecekti. Mısır’da Seydibeşir, Heliopolis ve Bilbeis kamplarında subaylar üçer dörder kişilik odalarda kalırken diğerleri metal somyalar ve ot yatakların bulunduğu çadırlarda ayakta kalma savaşı veriyorlardı.
Mahşerin atlısı kamplarda
Mısır’daki 100 bine yaklaşan Osmanlı esirinin 1918’de 9 bini hastalandı, bunların çoğu hayatını kaybetti. Sebebi pellegra adı verilen, yemek ve diyet menüsünün etken olduğu hastalıktı. Sindirim sistemi, cilt ve sinirleri etkileyerek dermatit, ishal ve zihinsel bozukluklara yol açan bu tehlikeli hastalığın en yaygın sebebi B3 vitamini, yani niasin yetersizliğiydi. Bu maddenin yeşil sebze, deniz ürünü, et, süt ve yumurtada bulunduğunu belirtelim.
Mısır’daki kamplarda ilk pellegra belirtilerine 1916 yılında rastlanmış, hastalık ertesi iki yıl artarak devam etmiştir. İngilizlerin diyet menüsü incelendiği zaman hastalığın nedeni açıkça ortaya çıkar. Özellikle niasin açısından zengin olan bulgur ve hurmanın yemek listesinden çıkması, sebze yemeklerinin pişirilme usullerine dikkat edilmemesi, ekmekte küf oluşması, Avrupalı esirlerin listesinde bulunan ve niasin açısından zengin olan ringa ve patatesin verilmemesi hastalığın artmasında etkili olmuştur. Son evrede hastayı adeta canlı cenazeye dönüştüren pellegra ile ilgili İngilizlerin uyguladığı tedavilerde kimi zaman sonuç alınsa da birçok esirimiz ne yazık ki kurtarılamamıştır. Kamplarda görev alan Türk doktorların İngilizlerin uyguladığı diyetleri eleştirdiklerini biliyoruz.
Mısır’daki esirlerimizde görülen diğer iki hastalık, tavukkarası (gece körlüğü) ve trahomdur. A vitamini eksikliğinden kaynaklanan bir göz hastalığı olan tavukkarası balık, yumurta ile süt ve süt ürünlerinin az tüketilmesinden kaynaklanır. Gözün retina tabakası için önem arz eden rodopsin maddesi A vitaminiyle üretilir. Bu vitaminin eksikliğinde ise retina zayıflar; bu da gece körlüğüne ortam hazırlar. 1918 yılında esirlere verilen ekmek, sebze, pirinç, soğan, mercimek, fasulye, hurma, zeytin veya hurmadan oluşan beslenme listesinin A vitamini açısından zayıf kaldığını düşünürsek tavukkarasının görülmesine şaşmamak gerek. Sonuçta yaklaşık 2 bin esirimizde beslenmeye bağlı gece körlüğü tespit edilmiştir.
Mısır’da daha sık rastlanan bir hastalık da trahomdu. Chlamydia trachomatis adlı, virüse benzer mikroplardan kaynaklanan bu bulaşıcı göz hastalığı konjonktivayı, korneayı ve gözkapaklarını sarar; üst göz kapağı konjonktivası hücrelerinin anormal çoğalması neticesinde kabarcıklar meydana gelir. Enfeksiyonun göz kapaklarının iç yüzeyinde pürüzlenmeye neden olması gözlerde ağrıya, korneanın dış yüzeyinin bozulmasına ve gerekli tedavi yapılmazsa körlüğe yol açabilir. Mısır’da hastalığa sebep olan bakterinin böcekler aracılığıyla geçtiğini biliyoruz. İlk aşamalarda elden göze temas, ortak mendil veya havlu kullanılması yoluyla bulaşmıştır.
Mısır ve Hindistan’daki esirlerde görülen en önemli illetlerden biri de zihinsel ve sinirsel hastalıklardır. Altı aydan fazla esaret kamplarında kalanlarda görülen dikenli tel hastalığı bunların başında gelir. Heyecanlanma, çok çabuk kızma, içe dönüklük ve alınganlık gibi semptomlar yanında unutkanlık, dikkat dağınıklığı, depresyon, kâbus görme gibi belirtilerle kendisini gösterir. Bu hastalık neticesinde Mısır’daki kamplarda intihar vakalarında artış gözlenmiştir ne yazık ki.
Hindistan ve Burma’da revir ve hastane imkânları olmasına rağmen iklim şartlarının da etkisiyle başta sıtma olmak üzere zatürre, tifüs, kolera ve veremden kaybettiğimiz esirlerin sayısı azımsanmayacak ölçüdedir. Diğer hastalıklar sebebiyle yatalak olan esirlerde, bilhassa bacaklardaki toplardamarlarda tromboflebit adı verilen iltihabi tıkanıklıklar görülüp buradan kopan pıhtıların akciğerlerde ölümcül neticelere yol açtığı vakalar da söz konusu. Bu gibi durumlara karşı önlem almak üzere Burma’da Schewebo ve Rangoon bölgesinde nekahet ve karantina kamplarının oluşturulduğu görülür.
Burma’daki esirlerimiz arasında yemek pişirmek başta olmak üzere kazı, çalı temizliği, bahçe işleri, duvar örülmesi gibi meşgalelerin yanı sıra terzi ve marangoz yanında çalışanlar da olmuştur. Mısır’daki Seydibeşir ve Heliopolis kamplarında bu tür işlere koşulduklarını biliyoruz.
Bazı esirlerimize rütbe ve imkânlar dâhilinde belli miktarda para verilse de erlerin büyük kısmı tahsisat olmadığından hayatını zorlukla geçindiriyordu. Angarya işlerde çalışsalar da paralarının ya hiç verilmediği ya da eksik verildiği durumlar vakidir. Kızılhaç ve Kızılay gibi yardım kuruluşları tarafından kendilerine ayni ve nakdi yardımlar yapıldığı, arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır.
Hasret bitse de çile bitmedi
Esaretle ilgili Kızılay Arşivi ile Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde rastladığımız birçok belgenin haberleşmeyle ilgili olmasına şaşmamak gerek. En büyük sıkıntılardan biri, esirlerin ailelerinden, ailelerin de evlatlarından haber alamamalarıydı çünkü. Hindistan ve Burma’dan Anadolu ve İstanbul’a gönderilen mektuplar en az 6-7 haftada ulaşıyordu. Anadolu ve İstanbul’dan buraya gönderilenlerin süresi ise 4-5 ayı bulmaktaydı.
Mektuplar bazen Londra’daki Savaş Bürosu kanalıyla, bazen de direkt Kızılay’a ulaştırılıyordu. Mektupların dağıtım ve ulaştırma işinden Kızılay sorumlu olmakla beraber birçok aksaklıklar yaşanmıştır. Adres eksikliği, taşınma, bulunamama gibi sebeplerle pek çok mektup yerine ulaştırılamamıştır. Bunların çoğu bugün Kızılay arşivindedir.
Esirlerden bazılarının ailelerinden haber alamadıkları için zihnî ve psikolojik hastalıklara yakalanmaları da üzücü. Kızılay bünyesinde çalışan Üsera Komisyonu bu dönemde gerek esirler ve aileleri arasında bağlantı kurmak, gerekse esirlere yardım etmek üzere harp şartlarında olabildiğince faaliyette bulunmuştur.
1. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle esir ve subaylarımızın çilesi bitti sanıyorsanız yanılıyorsunuz. 150 bine yakın esir yurtlarına dönmeyi beklerken, İngilizler Anadolu’da başlayan Millî Mücadele hareketinden dolayı vatana dönüşü ertelediler. Amaçları bu esirleri koz olarak kullanmak, dahası Millî Mücadeleye destek olmalarını engellemekti. Mısır, Burma ve Hindistan’daki kamplarda tutulan esirlerimizi ancak 1920’de gemiler aracılığıyla, kafileler halinde bırakmaya başladılar. Yaklaşık 15 bin askerimiz ise memleketlerine dönemeden esirken vefat etmiştir.
Vatan toprağına dönüşle hikâye bitmiyor, deyiş yerindeyse yeni başlıyordu. Esirlerin kimisi ailesini bulamadı, kimi de yaşadığını ispatlamanın peşine düştü. Memleketin işgal altında olması, yokluk ve fakirlik sılaya dönme heyecanlarını söndürmekle kalmamış, onları bir başka imtihanın kucağına bırakmıştı. Nevroz, tel örgü ve şizofreni gibi hastalıklardan uzun süre ıstırap çekmeleri de cabası!
Sonuç olarak Kûtu’l-Amâre muharebelerinde esir düşmek, sadece esaret yıllarıyla sınırlı kalmayan derin izler bıraktı askerlerimiz üzerinde. Vaktiyle acılarına el uzatan, dertlerine ortak olan çok az kuruluş oldu; kaderlerini bir başlarına yaşadılar.
Bugün bu meçhul kahramanlarımızın yaşadıklarını kayıt altına almak, ruhlarına bir Fatiha gönderdikten sonra en büyük hediye olacaktır.