Konya rönesansı Anadolu’da marifet ve kemal çağı
13. asırda Anadolu, tarihte daha önce hiç kazanmamış olduğu bir tefekkür derinliği kazanır. Daha uzun bir süreç dahilinde, ‘Büyük Anadolu’ diye isimlendirebileceğimiz bir bölgenin evrensel bilim ve kültürün üretildiği bir merkez haline gelmesinin zeminini oluşturur.
İbnü'l-Arabî 13. asır için “İslam marifetinin kemale erdiği devirdir" der. Onun tarih anlayışı 'Varlıkta tekrar yoktur' ve 'Herşey yeniden yaratılır' ilkelerine dayanan bir varlık anlayışının neticesidir. Buradan hareketle tarih anlayışını geliştirirken, 'Zamanın Ruhu' diyebileceğimiz bir kavramla yüzyılları ve bu devirlerde ortaya çıkan ürünleri yorumlar. Ayrıntısına girmeden söyleyebileceğimiz husus, 13. asır ile 12. ve 14. asırların marifette altın devir olduğudur.
Yaklaşık bir asrı geçen akademik araştırmalar, İslamın sosyal, siyasî, en önemlisi de entelektüel tarihi hakkında henüz kabul edilebilir bir tasnif ortaya koyabilmiş değil. Müslüman bilim adamları ve bilimsel araştırmalarda öncüleri olan Oryantalistler İslam'ın entelektüel mirası hakkında geçerli bir perspektif geliştiremediler. Bunun en önemli sebebi, İslam bilimleri üzerindeki araştırmaların nihai hüküm vermeyi meşru kılacak bir düzeye ulaşmamış olmasıdır. Osmanlı döneminde yazılmış eserlerin kahir ekseriyetinin yazmalar halinde kaldığını dikkate alırsak, sağlıklı bir çerçevenin ortaya çıkamamış olması mazur görülebilir. Ancak mazereti büyük bir soruna dönüştüren husus, bu 'malûl' ve 'mazûr' hükmün, tarihi dogmatik bir üslupla tasnif etmesidir. Bu tasnif, İslam bilimlerinin gelişim süreçlerini erken bir tarihten itibaren durağanlaştırıp bilhassa Gazali'den sonra gerileme ve çöküş devirleri olarak yorumlama eğiliminde kendini gösterir.
Dikkate değer hususlardan biri, çağımızda bilimlerin devirlerini tespitteki pek çok araştırmaya öncülük eden İbn Haldun'un da benzer bir teoriyi dile getirmiş olmasıdır. Bu itibarla, İbn Haldun'un 'bedavet-hadaret' ekseninde ortaya koyduğu, bilimlerin gelişim-gerileme süreçlerinin bir eleştirisi yapılmaksızın sağlıklı bir bilim tarihçiliğinin ortaya çıkamayacağını vurgulamak gerekir. Bu dogmatik yaklaşım için 13. asır -veya bir önceki ve sonraki asırlar- durağanlık, hatta gerileme çağıdır. Bu devrede İslam bilimlerinde imtizaç (kaynaşma) döneminin yaşandığı, bilimlerin aslî karakterlerini kaybettikleri düşünülmüştür.
Vakıaya baktığımızda bu yaklaşımın tutarsız olduğunu söyleyebileceğimiz pek çok veri ortadadır. Bu çağda İslam düşüncesinin gidişatını önemli ölçüde belirleyen pek çok kitap yazılmış, önemli gelenekler oluşmuş, bilim geniş kesimlere yayılmıştır. Bir yandan medreselerle, öte yandan tarikatlarla birlikte dinî düşünce hem yaygınlaşmış, hem de yeni kavram ve üsluplar kazanmıştır.
Bu yönüyle İbnü'l-Arabî'nin kendi devrini de içine alacak şekilde İslam'ın devirlerine şahitliği, önemli bir bakış açısı sunabilir.
İlim ağacı meyvesini Anadolu'da verdi
Bu devri ayrıcalıklı kılan en önemli husus, Doğu'dan Batı'ya ve Batı'dan Doğu'ya doğru gerçekleşen entelektüel hareketliliktir. Bir yandan Moğolların baskılarıyla Batı'ya, öte yandan Endülüs'ün zayıflamasıyla Doğu'ya doğru gerçekleşen nüfus hareketleri Konya ve civarındaki şehirleri merkez haline getirir. Selçuklu-Osmanlı düşünce ve bilim hayatı bu devrin ürünü olarak ortaya çıkmışken, bu entelektüel hareketlilik geniş bir kültür ve bilim coğrafyasını da meydana getirir. Bu devirde Anadolu tarihte benzersiz bir tefekkür derinliği kazanır.
Burada hiç kuşkusuz Selçuklular ve Osmanlıların siyaset anlayışlarının büyük bir rolü vardır. Ancak siyaset kadar önemli bir faktör, 7. asırdan itibaren Bağdat merkezinde oluşmuş İslam bilimdüşünce geleneğidir. Anadolu'da ortaya çıkan bu düşünce hayatı, esas itibarıyla Bağdat merkezindeki bilim ve düşünce birikiminin devamından ibarettir. Böylece Anadolu -bilhassa Ege bölgesitarihte bir kez daha bilim ve felsefe merkezi olarak tebarüz eder. “Bir kez daha" demekle kastettiğimiz, Sofistlerin, ardından Sokrates, Platon ve Aristoteles ile birlikte Grek felsefesinin en önemli ürünlerini vermiş olmasıdır.
Ardından gelen devirlerde Anadolu eski üretkenliğine denk bir bilim merkezi değildir. Müslümanların bu bölgeye yerleşmeleriyle birlikte Anadolu'nun tarihteki yeri temelli bir değişim gösterir; coğrafya genişler, kültür ve bilim alanlarında üretken bir dünya ortaya çıkar. Her şeyden önemlisi, evrensel kültüre değer üretebilen bir Anadolu kültürü ve düşüncesi oluşur. Bu bölgenin İslam coğrafyasına katılmasıyla birlikte Bağdat'la irtibatlı ikinci derecedeki bilim merkezleri ortaya çıkar: Konya, Malatya, Kayseri, Sivas, Urfa... Fakat en etkilisi, şüphesiz Konya'dır.
Selçukluların başkenti Konya ekseninde teşekkül eden düşünce hayatı, çevresindeki şehirleri de etkileyerek geniş bir ilim merkezi meydana getirir. Bu devir çerçevesinde İslam dünyasına bakınca, bir yandan Nasirüddin Tusî gibi İbn Sina takipçilerinin öncülüğünde gelişen tercüme ve telif çalışmalarıyla bilimlerin yeniden kurulduğu Doğu İslam dünyasında, hadis ve din bilimleri alanlarındaki çalışmalarla Mısır'da, felsefe ve tasavvuf alanlarındaki çalışmalarla Endülüs'te, hepsinden daha önemli ve etkili olan metafizik düşüncenin yeniden yorumlandığı Şam-Konya hattında yoğun bir bilimsel etkinliğin gerçekleştiğini gözlemleriz.
Selçuklu-Osmanlı devrinin en önemli entelektüelleri bu gelenek içerisinde yetişmiştir. Müeyyidüddin el-Cendî, Saidüddin Ferganî, Fahreddin Irakî gibi isimler İbnü'l-Arabî ve Konevî'nin birinci nesil şarihleri (açıklayıcı) ve yorumcularıdır. Bunların ardından özellikle 2 isim Osmanlı düşünce hayatının en etkilileri arasındadır: Osmanlı medreselerinde okutulan metinlerden bir kısmını yazmış olan Molla Hamza Fenarî ve Osmanlılarda medresenin kurucusu kabul edilen Davud el-Kayserî. Molla Fenarî'nin geleneksel İslam bilimleri alanındaki uzmanlığının ardından bir Konevî şarihi olması, bu geleneğin etkilerinin geniş kesimlere ulaşmasını sağlar. Yazarın en önemli kitabının ismi bile 13. asırdan itibaren ortaya çıkan ve Osmanlı düşüncesine yön veren temayülü göstermek bakımından kayda değer: Misbâhu'l-üns beyne'l-ma'k'ul ve'l-meşhûd (Makul ve müşahede edilen arasında ünsiyet lambası). Fenarî, Konevî'nin ana bakışını belirleyen akıl ile vahiy ve tasavvufî tecrübe arasındaki irtibatı aramaktadır. Davud el-Kayserî'nin İbnü'l- Arabî'nin en önemli eseri olan Fusûsu'l-Hikem'e, ardından İbn Fârız'ın şiirlerine şerh yazması, Anadolu'daki düşünce hayatının derinleşmesi bakımından büyük önem taşır.
İran ile Anadolu'yu bağlayan ilim ipi
Dikkate değer hususlardan biri de özellikle bu 2 isim üzerinden gerçekleşen Şii ve Sünni dünyanın düşünce hayatı arasındaki ilişkilerdir. Esas itibarıyla bu ilişkiler başka kanallarla da sürmekteydi. Her şeyden önce tasavvuftaki Ehl-i Beyt kavramı Şiî ve Sünnî dünyalar arasındaki ortak bağlardan biriydi. Öte yandan Meşşaîliğin zayıflamasıyla birlikte İşrakîliğin güç kazanması da Sünnilikle Şiilik arasındaki entelektüel ilişkileri kuvvetlendirmişti. Bu noktada Kutbuddîn Şîrâzî ve Ebherî'nin önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Kayserî, Fenarî gibi isimler İbnü'l-Arabî ve Konevî geleneğinin Şii dünya üzerinde güçlü bir şekilde tesir icra etmelerini sağlamıştır. Bu bakımdan Anadolu'daki düşünürler İran ile Anadolu coğrafyasını da birbirine bağlamayı başarmışlardır diyebiliriz.
Fenari ve Kayseri'den sonra kanaatimce çok ihmal edilmiş bir aileden gelen ilim adamları gelir. En bilinenleri Kutbuddîn İznikî ile Kutbuddinzâde Muhammed İznikî'dir. Yazdıkları pek çok eserle İbnü'l-Arabî ve Konevî'yle oluşan geleneğin yaygınlaşmasına katkı sağlayanlar arasında farklı devirlerden Şeyh Bedreddin Simavi, Ahmet İlahî, Abdullah İlahî, Yavsî Muhammed Efendi, Bâli-i Sofyavî gibi isimleri saymak mümkün. Bütün bu âlimler, 13. asırdan itibaren oluşan metafizik geleneğin farklı devirlerdeki temsilcileri olarak Anadolu düşünce hayatını inşa ederler.
Âlem aynasında hoşgörü inşası
Bu devirdeki düşünce hayatının temel konusu Tanrı-insan ilişkileridir. Bu bakımdan ana mesele insanın tanınması ve kabiliyetlerinin geliştirilmesi olarak görülür. Vahdet-i Vücud bu sorunu açıklayan bir çerçeve olarak ele alınıp Tanrı-âlem ve Tanrı-insan ilişkisi bu eksende yorumlanır. Bunun tabii bir neticesi olarak ahlak meselesi, insan özgürlüğü, iyilik-kötülük sorunu tartışılır. 'Tanrı'nın maksadı' ve 'gök kubbenin direği'dir. Böyle bir varlık, her şeyden çok itinaya mazhar olmalıydı.
13. asırdan itibaren daha köklü hale gelen insana hizmet eden kurumlar, bu anlayışın bir neticesidir. Öyle görünüyor ki, bu devirde beliren anlayış, kendi çağında dünya üzerinde başka bir yerde yoktu. Bu itibarla mesela İbnü'l-Arabî ve takipçilerinin paradoksal insan-âlem teorileriyle sözgelimi daha sonra İtalya'da yaşamış olan Dante'nin İlahi Komedya'sındaki insan ve hakikat anlayışını karşılaştırmak mümkündür. Şöyle ki:
Dante'nin Cehennem, Araf ve Cennet bahislerinde ele aldığı düşünce, iyinin çok iyi, kötünün çok kötü olduğu bir siyah-beyaz dünyayı temsil eder. Bir siyaset ve ahlak kitabının böyle bir keskinliğe dayandırılmasının kendi içerisinde önemli gerekçeleri bulunabilir. Ancak bu siyahbeyaz dünya Dante'nin hakikat anlayışını sınırlayan bir unsur olarak ortaya çıkar. Nitekim benzer bir yaklaşım, Dante'nin Hz. Peygamber ve Hz. Ali hakkındaki kanaatlerinde de tezahür eder. Dante İtalya'nın kurucu düşünürü olarak görülebilir. Halbuki İbnü'l-Arabî ve takipçilerinin düşüncesi siyah ile beyaz değil, daha paradoksal bir dünyadır. Bu dünyada beyaz da vardır siyah da; fakat her siyah, özünde beyazı da barındırır. 13. asır ve sonrasındaki İslam düşüncesindeki iyimserliğin ve insancıllığın temeli işte bu anlayıştır.
Yani 13. asır hâlâ vazgeçilmez bir referans çerçevesi olmaya devam ediyor.
Yaklaşık bir asrı geçen akademik araştırmalar, İslamın sosyal, siyasî, en önemlisi de entelektüel tarihi hakkında henüz kabul edilebilir bir tasnif ortaya koyabilmiş değil. Müslüman bilim adamları ve bilimsel araştırmalarda öncüleri olan Oryantalistler İslam'ın entelektüel mirası hakkında geçerli bir perspektif geliştiremediler. Bunun en önemli sebebi, İslam bilimleri üzerindeki araştırmaların nihai hüküm vermeyi meşru kılacak bir düzeye ulaşmamış olmasıdır. Osmanlı döneminde yazılmış eserlerin kahir ekseriyetinin yazmalar halinde kaldığını dikkate alırsak, sağlıklı bir çerçevenin ortaya çıkamamış olması mazur görülebilir. Ancak mazereti büyük bir soruna dönüştüren husus, bu 'malûl' ve 'mazûr' hükmün, tarihi dogmatik bir üslupla tasnif etmesidir. Bu tasnif, İslam bilimlerinin gelişim süreçlerini erken bir tarihten itibaren durağanlaştırıp bilhassa Gazali'den sonra gerileme ve çöküş devirleri olarak yorumlama eğiliminde kendini gösterir.
Dikkate değer hususlardan biri, çağımızda bilimlerin devirlerini tespitteki pek çok araştırmaya öncülük eden İbn Haldun'un da benzer bir teoriyi dile getirmiş olmasıdır. Bu itibarla, İbn Haldun'un 'bedavet-hadaret' ekseninde ortaya koyduğu, bilimlerin gelişim-gerileme süreçlerinin bir eleştirisi yapılmaksızın sağlıklı bir bilim tarihçiliğinin ortaya çıkamayacağını vurgulamak gerekir. Bu dogmatik yaklaşım için 13. asır -veya bir önceki ve sonraki asırlar- durağanlık, hatta gerileme çağıdır. Bu devrede İslam bilimlerinde imtizaç (kaynaşma) döneminin yaşandığı, bilimlerin aslî karakterlerini kaybettikleri düşünülmüştür.
Vakıaya baktığımızda bu yaklaşımın tutarsız olduğunu söyleyebileceğimiz pek çok veri ortadadır. Bu çağda İslam düşüncesinin gidişatını önemli ölçüde belirleyen pek çok kitap yazılmış, önemli gelenekler oluşmuş, bilim geniş kesimlere yayılmıştır. Bir yandan medreselerle, öte yandan tarikatlarla birlikte dinî düşünce hem yaygınlaşmış, hem de yeni kavram ve üsluplar kazanmıştır.
Bu yönüyle İbnü'l-Arabî'nin kendi devrini de içine alacak şekilde İslam'ın devirlerine şahitliği, önemli bir bakış açısı sunabilir.
İlim ağacı meyvesini Anadolu'da verdi
Bu devri ayrıcalıklı kılan en önemli husus, Doğu'dan Batı'ya ve Batı'dan Doğu'ya doğru gerçekleşen entelektüel hareketliliktir. Bir yandan Moğolların baskılarıyla Batı'ya, öte yandan Endülüs'ün zayıflamasıyla Doğu'ya doğru gerçekleşen nüfus hareketleri Konya ve civarındaki şehirleri merkez haline getirir. Selçuklu-Osmanlı düşünce ve bilim hayatı bu devrin ürünü olarak ortaya çıkmışken, bu entelektüel hareketlilik geniş bir kültür ve bilim coğrafyasını da meydana getirir. Bu devirde Anadolu tarihte benzersiz bir tefekkür derinliği kazanır.
Burada hiç kuşkusuz Selçuklular ve Osmanlıların siyaset anlayışlarının büyük bir rolü vardır. Ancak siyaset kadar önemli bir faktör, 7. asırdan itibaren Bağdat merkezinde oluşmuş İslam bilimdüşünce geleneğidir. Anadolu'da ortaya çıkan bu düşünce hayatı, esas itibarıyla Bağdat merkezindeki bilim ve düşünce birikiminin devamından ibarettir. Böylece Anadolu -bilhassa Ege bölgesitarihte bir kez daha bilim ve felsefe merkezi olarak tebarüz eder. “Bir kez daha" demekle kastettiğimiz, Sofistlerin, ardından Sokrates, Platon ve Aristoteles ile birlikte Grek felsefesinin en önemli ürünlerini vermiş olmasıdır.
Ardından gelen devirlerde Anadolu eski üretkenliğine denk bir bilim merkezi değildir. Müslümanların bu bölgeye yerleşmeleriyle birlikte Anadolu'nun tarihteki yeri temelli bir değişim gösterir; coğrafya genişler, kültür ve bilim alanlarında üretken bir dünya ortaya çıkar. Her şeyden önemlisi, evrensel kültüre değer üretebilen bir Anadolu kültürü ve düşüncesi oluşur. Bu bölgenin İslam coğrafyasına katılmasıyla birlikte Bağdat'la irtibatlı ikinci derecedeki bilim merkezleri ortaya çıkar: Konya, Malatya, Kayseri, Sivas, Urfa... Fakat en etkilisi, şüphesiz Konya'dır.
Selçukluların başkenti Konya ekseninde teşekkül eden düşünce hayatı, çevresindeki şehirleri de etkileyerek geniş bir ilim merkezi meydana getirir. Bu devir çerçevesinde İslam dünyasına bakınca, bir yandan Nasirüddin Tusî gibi İbn Sina takipçilerinin öncülüğünde gelişen tercüme ve telif çalışmalarıyla bilimlerin yeniden kurulduğu Doğu İslam dünyasında, hadis ve din bilimleri alanlarındaki çalışmalarla Mısır'da, felsefe ve tasavvuf alanlarındaki çalışmalarla Endülüs'te, hepsinden daha önemli ve etkili olan metafizik düşüncenin yeniden yorumlandığı Şam-Konya hattında yoğun bir bilimsel etkinliğin gerçekleştiğini gözlemleriz.
Selçuklu-Osmanlı devrinin en önemli entelektüelleri bu gelenek içerisinde yetişmiştir. Müeyyidüddin el-Cendî, Saidüddin Ferganî, Fahreddin Irakî gibi isimler İbnü'l-Arabî ve Konevî'nin birinci nesil şarihleri (açıklayıcı) ve yorumcularıdır. Bunların ardından özellikle 2 isim Osmanlı düşünce hayatının en etkilileri arasındadır: Osmanlı medreselerinde okutulan metinlerden bir kısmını yazmış olan Molla Hamza Fenarî ve Osmanlılarda medresenin kurucusu kabul edilen Davud el-Kayserî. Molla Fenarî'nin geleneksel İslam bilimleri alanındaki uzmanlığının ardından bir Konevî şarihi olması, bu geleneğin etkilerinin geniş kesimlere ulaşmasını sağlar. Yazarın en önemli kitabının ismi bile 13. asırdan itibaren ortaya çıkan ve Osmanlı düşüncesine yön veren temayülü göstermek bakımından kayda değer: Misbâhu'l-üns beyne'l-ma'k'ul ve'l-meşhûd (Makul ve müşahede edilen arasında ünsiyet lambası). Fenarî, Konevî'nin ana bakışını belirleyen akıl ile vahiy ve tasavvufî tecrübe arasındaki irtibatı aramaktadır. Davud el-Kayserî'nin İbnü'l- Arabî'nin en önemli eseri olan Fusûsu'l-Hikem'e, ardından İbn Fârız'ın şiirlerine şerh yazması, Anadolu'daki düşünce hayatının derinleşmesi bakımından büyük önem taşır.
İran ile Anadolu'yu bağlayan ilim ipi
Dikkate değer hususlardan biri de özellikle bu 2 isim üzerinden gerçekleşen Şii ve Sünni dünyanın düşünce hayatı arasındaki ilişkilerdir. Esas itibarıyla bu ilişkiler başka kanallarla da sürmekteydi. Her şeyden önce tasavvuftaki Ehl-i Beyt kavramı Şiî ve Sünnî dünyalar arasındaki ortak bağlardan biriydi. Öte yandan Meşşaîliğin zayıflamasıyla birlikte İşrakîliğin güç kazanması da Sünnilikle Şiilik arasındaki entelektüel ilişkileri kuvvetlendirmişti. Bu noktada Kutbuddîn Şîrâzî ve Ebherî'nin önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Kayserî, Fenarî gibi isimler İbnü'l-Arabî ve Konevî geleneğinin Şii dünya üzerinde güçlü bir şekilde tesir icra etmelerini sağlamıştır. Bu bakımdan Anadolu'daki düşünürler İran ile Anadolu coğrafyasını da birbirine bağlamayı başarmışlardır diyebiliriz.
Fenari ve Kayseri'den sonra kanaatimce çok ihmal edilmiş bir aileden gelen ilim adamları gelir. En bilinenleri Kutbuddîn İznikî ile Kutbuddinzâde Muhammed İznikî'dir. Yazdıkları pek çok eserle İbnü'l-Arabî ve Konevî'yle oluşan geleneğin yaygınlaşmasına katkı sağlayanlar arasında farklı devirlerden Şeyh Bedreddin Simavi, Ahmet İlahî, Abdullah İlahî, Yavsî Muhammed Efendi, Bâli-i Sofyavî gibi isimleri saymak mümkün. Bütün bu âlimler, 13. asırdan itibaren oluşan metafizik geleneğin farklı devirlerdeki temsilcileri olarak Anadolu düşünce hayatını inşa ederler.
Âlem aynasında hoşgörü inşası
Bu devirdeki düşünce hayatının temel konusu Tanrı-insan ilişkileridir. Bu bakımdan ana mesele insanın tanınması ve kabiliyetlerinin geliştirilmesi olarak görülür. Vahdet-i Vücud bu sorunu açıklayan bir çerçeve olarak ele alınıp Tanrı-âlem ve Tanrı-insan ilişkisi bu eksende yorumlanır. Bunun tabii bir neticesi olarak ahlak meselesi, insan özgürlüğü, iyilik-kötülük sorunu tartışılır. 'Tanrı'nın maksadı' ve 'gök kubbenin direği'dir. Böyle bir varlık, her şeyden çok itinaya mazhar olmalıydı.
13. asırdan itibaren daha köklü hale gelen insana hizmet eden kurumlar, bu anlayışın bir neticesidir. Öyle görünüyor ki, bu devirde beliren anlayış, kendi çağında dünya üzerinde başka bir yerde yoktu. Bu itibarla mesela İbnü'l-Arabî ve takipçilerinin paradoksal insan-âlem teorileriyle sözgelimi daha sonra İtalya'da yaşamış olan Dante'nin İlahi Komedya'sındaki insan ve hakikat anlayışını karşılaştırmak mümkündür. Şöyle ki:
Dante'nin Cehennem, Araf ve Cennet bahislerinde ele aldığı düşünce, iyinin çok iyi, kötünün çok kötü olduğu bir siyah-beyaz dünyayı temsil eder. Bir siyaset ve ahlak kitabının böyle bir keskinliğe dayandırılmasının kendi içerisinde önemli gerekçeleri bulunabilir. Ancak bu siyahbeyaz dünya Dante'nin hakikat anlayışını sınırlayan bir unsur olarak ortaya çıkar. Nitekim benzer bir yaklaşım, Dante'nin Hz. Peygamber ve Hz. Ali hakkındaki kanaatlerinde de tezahür eder. Dante İtalya'nın kurucu düşünürü olarak görülebilir. Halbuki İbnü'l-Arabî ve takipçilerinin düşüncesi siyah ile beyaz değil, daha paradoksal bir dünyadır. Bu dünyada beyaz da vardır siyah da; fakat her siyah, özünde beyazı da barındırır. 13. asır ve sonrasındaki İslam düşüncesindeki iyimserliğin ve insancıllığın temeli işte bu anlayıştır.
Yani 13. asır hâlâ vazgeçilmez bir referans çerçevesi olmaya devam ediyor.