Kitabın itibarı yahut ‘prestij’ kitaplar
Maziyi sevmek ve anlamak için Cemil Meriç’in tabiriyle “Hür tefekkürün kalesi” olan dergilerin kültür ve sosyal tarihimizde çok önemli bir yeri vardır. Benzeri bir bakışla Prof. Dr. Mim Kemal Öke iki prestij kitabı Derin Tarih dergisinde okurları için değerlendirdi.
Elimizde tuttuğumuz derginin değerini bilmeliyiz. Hoş, bildiğinize eminim. Okuyucu geri bildirimleri zaten bu gerçeği açıkça ortaya koyuyor.
Dergiciliğin bizim kültür ve siyaset hayatımızda çok özel bir yeri olmuştur. Dergiler -ki eskiden ‘mecmua’ denirdi- bir toplumun entelektüel seviyesini ve dolayısıyla münevverânın aktüel konular üzerine taze görüşlerini bize aktaran birer düşünce kılavuzuydular. Mesela dergileri(ni) yok sayarak edebiyatımızdaki ekolleri anlatamazsınız; hele II. Meşrutiyet dönemi fikir hareketlerini hiç anlayamazsınız.
Dahası, bu bağlamda tarih dergicileri bizim nesillere -yaşlı/genç, kadın/erkek- ecdadı ve maziyi sevdiren birinci derecede önemli vasıtalardı. Hayat Tarih Mecmuası vâkıası hala zihinlerimizdedir, değil mi?
Ancak dergiciliği sürdürebilmek önemlidir. Çünkü bizim, millet olarak dergi okuma/takip etme alışkanlığımız giderek azalıyor.
Bilginin mekânının internet olduğuna ilişkin kanaat ve kolaycılık, gazete bayii ve kitapçılara gitmekten alıkoyuyor bizi. Oysa ki ‘web’ ortamındaki bilginin ‘kalite kontrolü’ maalesef mümkün değil. Bilgi yerine kirliliğine de ulaşabilirsiniz.
Bir başka nokta da şu: Akademik düzlemde dergiler artık yayınlanmıyor. Başka bir deyişle kâğıda basılmıyor. Sadece sanal ortamda çıkıyorlar. Bunlara üye oluyorsunuz ve sadece istediğiniz makalenin parasını ödeyerek onu bilgisayarınıza indiriyorsunuz. Bu gidiş dergiciliğin tükenişidir!
Kitaplar ekranlarda
Kitaplar için de benzeri bir akıbet kapıda. Bizim üniversite kütüphanemizde raflardakinin iki misli kitap, ‘e-kitap’ şeklinde elektronik havuzlarda okunmayı bekliyor.
Ekrandan ya da beyaz camdan kitap okumayı içime bir türlü sindiremiyorum desem bana kızar mısınız?
Kitapçıların rafları bu gidişle boşalacak. Zaten evlerdeki kütüphane rafları, hediyelik eşya cinsinden gondol biblolarını taşıyan vitrinlere dönüşmekte! Kaldı ki, revaçta olan bazı kitaplar, kağıt mendil gibi okunup atılacak cinsten yayınlar. (Yazın sahilde oku, pet su şişesi gibi çöpe bırak! Evinize sokmayacağınız, saklamayacağınız, torununuza miras diye bırakmayacağınız, hatta kütüphanenize koymaktan utanacağınız tarzda kitaplardan bahsediyorum.)
Kim bilir, yarının dünyasında belki de sadece ‘prestij’ diye nitelendirilen kitaplar basılabilecek. Onlar da yayınlanmak için ‘sponsor’ isteyecek. Kültür hizmeti diyerek bir şirketin finansmanı sağlanırsa raflara çıkabilecek. Bu da ister istemez halkla ilgisi olan, firmaya getirisi bulunan ekonomik anlamda eserler olacak. Yani ya modern işletmecilikle ilgili konular ya da sözüm ona kişisel gelişim tarifelerini içeren eserler kâğıtla buluşabilecek. Çok mu karamsarım, bilmiyorum.
Savaşların heyecanları
Artık prestij kitapları çıkacak diye bir öngörüde bulunmuştum ya, işte karşımda iki kitap: İlki Osprey’in Askeri Tarih Dizisi’nden, Geoffrey Wootten tarafından kaleme alınmış Waterloo 1815. Kitap, kuşe kağıt, renkli gravür, harita ve krokilerle takviye edilmiş.
Waterloo Savaşı, Avrupa’nın ve belki de dünya tarihinin kaderini belirleyen bir savaştı. Üstad komutan Napoleon’un son savaşı... Kıl payı kaybetmişti. Filmlere konu edilmiş, tarihçilerce de nice tartışmalara özne olmuştu. İşte bu eser komutanları, harekât planlarını ve muharebenin sonuçlarını tüm heyecanıyla yansıtıyor. Askerî tarihten hoşlananlara duyurulur.
Benzeri bir bakış açısı ve yayın anlayışı ile bizim savaşlarımızı da literatüre kazandırsak ne iyi olurdu! Yok mu? Var. Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı böyle yayınlar yapıyor. Ne var ki, bu çalışmalar çok teknik ve kuru olduğundan kurmay adaylarından başkası okuyamıyor. Böyle olunca da görev haliyle özel teşebbüse düşüyor.
Kültürel miras ne halde?
Bu vesile ile ikinci bir prestij yayına dikkatinizi çekmek isterim: Anees Bashir Chaddhry’nin Medeniyet Yadigarları: Mekke-Medine-Taif adlı bir albüm.
Eser üç dilde (Türkçe, İngilizce ve Arapça) hazırlanmış, 1867-1984 arasında çekilen fotoğraflardan derlenmiş. Tarihe not düşmek açısından takdirle anılacak bir çalışma.
“Osmanlı kültürel mirası ne haldeydi, şimdi ne halde?” sorusunun cevabı bu kitapta!
Yukarıda da kaydettiğim gibi önümüzdeki yıllarda prestij kitaplar sınırlı sayıda basılacak ve adeta antika kabilinden, üzerinde bandrol gibi ‘kataloge’ baskı sayısı da bulunacak, kıymetli halılar gibi belli bir üretime mazhar olacaklar.
Eski(meyene) rağbet artıyor paradoksal bir şekilde. Sahaflar aksini düşünse de eski kitaplar bugün kitapçılarda değil, müzayedelerde alıcısıyla buluşuyor.
Geçmişe sahip çıkılıyor ama bu eserler de zenginlerin evine giriyor. Bu da ayrı bir sorun tabii. 16. yüzyılda yazılan bir kitabı satın alan kişi bu eseri okuyor mu? Ya da bu eseri nadir kitapların yer aldığı umumi kütüphanelere verip genel okuyucunun istifadesine sunuyor mu? Cevabımız maalesef ki “hayır”.
Kısacası, yayıncılık post-modern çağda yeni ve çeşitlenmiş sorunlarla karşımızda. Şimdi arşivlerimiz bile e-ortama geçti. Haksızlar mı? Paha biçilmeyen belgelerin tahribine karşı tedbir almak zorundalar.
Artık Osmanlı belgelerini şöyle eline alıp bakmak araştırmacıya ne tür hisler yaşatıyor, anlamak mümkün değil. Ne var ki, bu söylediklerimiz nostalji olarak kalacak ve bu eserler sadece müzelerde görülebilecek.