İslam dünyasının ilk muhalifleri: Hariciler
Hz. Peygamber'in (sas) vefatından sonra İslam dünyasının karşı karşıya kaldığı iç ve dış gelişmeler bazı yeni sorunlar doğurdu. Önemli etkiler bırakan ilk siyasî kriz ise Hz. Osman'ın öldürülmesiyle çıktı. Hâricîler denilen ilk siyasî muhalefet hareketi bu krizin ürünüdür.
u arada belirtelim ki, Hâricîlere bu isim muhalifleri tarafından yakıştırılmıştır. Kelimenin kökü 'çıkmak, çıkarmak, (birini öldürmek için) ortaya çıkmak, isyan etmek' anlamlarına gelir.
Hâricîlerin bağımsız bir grup olarak ortaya çıkışları Sıffin Savaşı'na rastlar. Sıffin'de çatışmaların yoğunlaştığı bir sırada Muâviye'nin yanında yer alan dönemin 'Arap dâhilerinden' Amr b. el Âs'ın tavsiyesiyle Mushaf veya Mushaf sayfaları havaya kaldırılarak Hz. Ali tarafı problemin çözümü için Allah'ın kitabına davet edilmişti.
Hz. Ali, bunun bir zaman kazanma taktiği olduğunu söylediyse de, özellikle Güneyli Arapların çoğunluğu oluşturduğu grubu ikna edemedi. Hz. Ali askerlerini oyuna gelmemeleri hususunda uyarırken şöyle diyordu:
“Haklı olduğunuz şekilde ve sadakatiniz üzere düşmanınızla savaşmaya devam edin. Muâviye, Amr b. el-Âs, İbn Ebî Mu'ayt, Habîb b. Mesleme, İbn Ebî Serh ve Dahhâk b. Kays din ve Kur'ân ehli değildirler. (...) Kur'ân'ı ancak sizi kandırmak ve oyun çevirmek için havaya kaldırdılar".
Savaşın durdurulmasını isteyen grup, Hz. Ali'ye “Allah'ın kitabına çağrıldığımız halde onu kabulden yüz çeviremeyiz!" dediler. Hz. Ali de cevaben, “Ben onlarla bu kitabın hükmüne itaat etmeleri için savaştım. Onlar Allah'a, kendilerine emrettiği şey hususunda isyan ettiler. Onun ahdini unutup kitabını terk ettiler" dediyse de uyarıları işe yaramadı.
Bu şartlar altında hakemliği kabul etmek zorunda kalan Hz. Ali'nin, eşit şartlarda girmediği bir antlaşmadan kaybeden taraf olarak çıkması kaçınılmaz gibiydi. Muâviye'nin önerisi, görünürde tarafları temsil edecek birer hakemin, sorunu Kur'an çerçevesinde ele almalarını sağlayarak Müslümanlar arasında akan kanı durdurmayı amaçlıyordu. Etkileyici olan bu teklifin karşılık görmemesi mümkün değildi.
Hakemliğin kriterleri
Muâviye hakem olarak Amr b. el-Âs'ı seçti. Hz. Ali ise yakınlarından birini, amcaoğlu Abdullah b. Abbas'ı teklif etti. Ancak onu askerlerine kabul ettiremedi. Önerdiği başka isimler de kabul edilmedi. Araplar arasında eskiden beri devam edegelen Kuzeyli (Kaysî) - Güneyli (Kelbî) rekabeti burada da kendini gösterdi. Ordu içinde ciddi bir ağırlıkları olan Güneyli Arapların sözcüsü Eş'as b. Kays “iki Kuzeyli Arabın (Mudar-Kaysî) ümmetin kaderini belirlemesine izin vermeyeceklerini" söyledi. Zira Amr b. el-Âs da, Hz. Ali'nin hakem olarak önerdiği Abdullah b. Abbas da Kuzey Araplarından Kureyş'e mensuptu.
Eş'as ve adamlarının önerdikleri isim, siyasî sorunları fitne diye nitelendiren ve insanları fitneden uzak durmaya teşvik eden, Güneyli Araplar nezdinde de en saygın isimlerden Ebu Musa el-Eş'arî idi. O, Hz. Ömer döneminde Irak'ta valilik ve kadılık yapmış olup idarî ve siyasî deneyime sahipti. Üstelik Muâviye'nin hakemi Amr b. el-Âs gibi olaylara bulaşmış ve taraf olmuş biri değildi. Amr b. el-Âs toplantıya Muâviye'nin davasını savunmak üzere gidecekti. Oysa Ebû Musa'nın Hz. Ali'nin davasını savunmak gibi bir misyonu yoktu.
Ümmetin barışmasına vesile olacak bu girişimin hayırlı sonuçlar doğuracağını uman Ebû Musa görevi kabul etti. Sıffin'deki görüşmelerde hakemlerin hangi kriterler çerçevesinde görev yapacakları belirlenerek bir antlaşma metni hazırlandı. Kur'an'a göre hareket edecekleri, onda uygun hüküm bulamazlarsa sünnete başvuracakları, kişisel arzu ve isteklerine göre hareket etmeyecekleri, Ali ve Muâviye'nin verilecek karara rıza gösterecekleri, hakemlerin ve yakınlarının can güvenliğinin teminat altında olduğu, hakemlerin nerede ve ne zaman buluşacakları gibi hükümler üzerinde mutabık kalındı (31 Temmuz 657).
Tahkimin kabulü, Hâricîlerin bağımsız bir grup olarak ortaya çıkmasında dönüm noktası olacaktır. Eş'as, kabileleri gezerek yapılan antlaşmanın önemini anlatırken, Temîm kabilesinden Urve b. Udeyye “Ey Eş'as! Nedir bu alçaklık? Allah'ın kanunundan daha geçerli bir kanun var mı?" diyerek ona saldırdı ve kılıcıyla bineğine vurarak, “Hüküm ancak Allah'ındır!" diye bağırdı. Bu olay, Yemenlilerle Temîmlileri karşı karşıya getirdi. Ancak bazı ileri gelenler onları yatıştırdı.
Hâricîlerin tahkime karşı görüşlerini ifade ettikleri “Hüküm ancak Allah'ındır" sloganı böyle ortaya çıktı. Bu slogan aslında “Hüküm ancak Allah'ındır" (Yusuf, 12/67) ve “İyi bilin ki hüküm yalnız O ' nundur " (En'âm, 6/62) ayetlerinin bir yansımasıdır. Bu sözü kendisine karşı ifade ettiklerinde Hz. Ali şöyle demiştir: "Kendisiyle batılın istendiği hak bir söz!"
Hâricîlere göre tahkimin kabul edilmesi büyük bir çelişkiydi. Zira Cemel ve Sıffin savaşlarında Ali taraftarı olan kimseler, haklı olduklarından şüphe duymadan bu savaşlara katılmışlar, bunun karşılığında sevap ummuşlardı. Tahkimi kabul etmek, onları ve onlarla birlikte savaşıp ölenlerin durumunu tehlikeye sokuyordu.
Önemli olan nokta, Hâricîlerin arasında Resûlullah'la (sas) uzun süre birlikte olan kimsenin bulunmamasıydı. Kur'ân'ı öğrenmeye ve hayatlarında tatbik etmeye özen göstermelerine rağmen Hz. Peygamber'in uygulaması hakkında yeterli bilgiye sahip değillerdi. Öte yandan, yaklaşımlarına bedevî karakteri hakimdi. Bununla birlikte Hâricîlik, çölde değil, şehirde ortaya çıkan bir harekettir. Esasen Arap toplumunun hızlı değişimi Arapları geleneksel hayatlarından farklı bir yaşantıyla tanıştırmış; bu gelişme, geleneksel hayatlarıyla şehirleşmenin doğurduğu yeni durumun çatışmasını doğurmuştur. Gelişmelere karşı fevrî bir tavır takınmaları, görüşlerinde katı olmaları ama rahatlıkla değiştirebilmeleri dikkat çeken özelliklerindedir.
Kur'an hakem olsun
Hâricîler derhal tahkimden vazgeçilmesini istediler. Hz. Ali ise bir anlaşma yapıldığını, geri dönülemeyeceğini söyledi. O da tahkime karşıydı ancak ona göre tahkimi kabul etmek günah değil, siyasî bir zaaftı. Bir konuşmasında tahkimi kabul etmesinin dinî açıdan hata olmadığını şu sözlerle savunuyordu:
“Biz insanları değil, Kur'ân'ı hakem tayin ettik. (…) Topluluk bizi, aramızda Kur'ân'ı hakem olarak kabul etmeye davet edince Yüce Allah'ın Kitabından yüz çeviren grup olamazdık. (…) Allah'ın Kitabında doğrulukla hükmedilirse biz ona insanların en layığıyız; Resûlullah'ın (sas) sünnetiyle hükmedilirse biz onlardan evlayız".
Hz. Ali Kûfe'ye yönelince ordusundan yaklaşık 12 bin kişi ayrılıp Harûrâ denilen bir köye gittiler. Hz. Ali de Harûrâ'ya gidip onları ikna ederek kendisiyle birlikte Kûfe'ye gitmelerini sağladı. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ali'nin burada kullandığı yumuşak dil, Hâricîler tarafından görüşlerinin kabul edildiği şeklinde yorumlanmıştı. Hâricîler Kûfe'ye girdikten sonra Hz. Ali'nin tahkimden vazgeçtiği söylentisini yaydılar. Bunu duyan Hz. Ali, ortada yapılmış bir anlaşma varken tahkimden vazgeçmesinin söz konusu olamayacağını söyledi.
Hz. Ali, Ebû Musa el-Eş'arî'yi tahkim toplantısına gönderdi (Şubat 658). Hâricîlere göre artık Hz. Ali'nin yönetimi altında kalmaları mümkün değildi. “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar" (Nisâ, 4/75) ayetine atıfla ahalisi zalim olan Kûfe'den çıkıp gitmeleri gerektiğini söylüyorlardı.
Önce başlarına Abdullah b. Vehb er-Râsıbî adlı yeni bir lider seçtiler. Ardından 'Allah'ın hükmü'nü yerine getirmek üzere Kûfe'den ayrılmaya, dikkat çekmeyecek şekilde teker teker Nehrevân köprüsüne giderek diğer yerlerdeki arkadaşlarına kendilerine katılmaları için haber göndermeye karar verdiler.
Hakemler Dûmetü'l-cendel bölgesinin Ezruh mevkiinde iki taraftan adamların hazır bulunduğu, tarafsız gözlemcilerin de katıldığı kalabalık bir grupla görüşmelere başladılar. Ebû Musa tarafsız olduğu için Hz. Ali'nin de, Muâviye'nin de yönetimden uzaklaştırılarak başka bir ismin hilâfete getirilmesinin ümmetin yararına olacağını düşünüyordu. Buna karşılık Amr b. el-Âs ne pahasına olursa olsun Muâviye'yi haklı ve kazançlı çıkarma çabasındaydı.
Hâricîlerin bağımsız bir grup olarak ortaya çıkışları Sıffin Savaşı'na rastlar. Sıffin'de çatışmaların yoğunlaştığı bir sırada Muâviye'nin yanında yer alan dönemin 'Arap dâhilerinden' Amr b. el Âs'ın tavsiyesiyle Mushaf veya Mushaf sayfaları havaya kaldırılarak Hz. Ali tarafı problemin çözümü için Allah'ın kitabına davet edilmişti.
Hz. Ali, bunun bir zaman kazanma taktiği olduğunu söylediyse de, özellikle Güneyli Arapların çoğunluğu oluşturduğu grubu ikna edemedi. Hz. Ali askerlerini oyuna gelmemeleri hususunda uyarırken şöyle diyordu:
“Haklı olduğunuz şekilde ve sadakatiniz üzere düşmanınızla savaşmaya devam edin. Muâviye, Amr b. el-Âs, İbn Ebî Mu'ayt, Habîb b. Mesleme, İbn Ebî Serh ve Dahhâk b. Kays din ve Kur'ân ehli değildirler. (...) Kur'ân'ı ancak sizi kandırmak ve oyun çevirmek için havaya kaldırdılar".
Savaşın durdurulmasını isteyen grup, Hz. Ali'ye “Allah'ın kitabına çağrıldığımız halde onu kabulden yüz çeviremeyiz!" dediler. Hz. Ali de cevaben, “Ben onlarla bu kitabın hükmüne itaat etmeleri için savaştım. Onlar Allah'a, kendilerine emrettiği şey hususunda isyan ettiler. Onun ahdini unutup kitabını terk ettiler" dediyse de uyarıları işe yaramadı.
Bu şartlar altında hakemliği kabul etmek zorunda kalan Hz. Ali'nin, eşit şartlarda girmediği bir antlaşmadan kaybeden taraf olarak çıkması kaçınılmaz gibiydi. Muâviye'nin önerisi, görünürde tarafları temsil edecek birer hakemin, sorunu Kur'an çerçevesinde ele almalarını sağlayarak Müslümanlar arasında akan kanı durdurmayı amaçlıyordu. Etkileyici olan bu teklifin karşılık görmemesi mümkün değildi.
Hakemliğin kriterleri
Muâviye hakem olarak Amr b. el-Âs'ı seçti. Hz. Ali ise yakınlarından birini, amcaoğlu Abdullah b. Abbas'ı teklif etti. Ancak onu askerlerine kabul ettiremedi. Önerdiği başka isimler de kabul edilmedi. Araplar arasında eskiden beri devam edegelen Kuzeyli (Kaysî) - Güneyli (Kelbî) rekabeti burada da kendini gösterdi. Ordu içinde ciddi bir ağırlıkları olan Güneyli Arapların sözcüsü Eş'as b. Kays “iki Kuzeyli Arabın (Mudar-Kaysî) ümmetin kaderini belirlemesine izin vermeyeceklerini" söyledi. Zira Amr b. el-Âs da, Hz. Ali'nin hakem olarak önerdiği Abdullah b. Abbas da Kuzey Araplarından Kureyş'e mensuptu.
Eş'as ve adamlarının önerdikleri isim, siyasî sorunları fitne diye nitelendiren ve insanları fitneden uzak durmaya teşvik eden, Güneyli Araplar nezdinde de en saygın isimlerden Ebu Musa el-Eş'arî idi. O, Hz. Ömer döneminde Irak'ta valilik ve kadılık yapmış olup idarî ve siyasî deneyime sahipti. Üstelik Muâviye'nin hakemi Amr b. el-Âs gibi olaylara bulaşmış ve taraf olmuş biri değildi. Amr b. el-Âs toplantıya Muâviye'nin davasını savunmak üzere gidecekti. Oysa Ebû Musa'nın Hz. Ali'nin davasını savunmak gibi bir misyonu yoktu.
Ümmetin barışmasına vesile olacak bu girişimin hayırlı sonuçlar doğuracağını uman Ebû Musa görevi kabul etti. Sıffin'deki görüşmelerde hakemlerin hangi kriterler çerçevesinde görev yapacakları belirlenerek bir antlaşma metni hazırlandı. Kur'an'a göre hareket edecekleri, onda uygun hüküm bulamazlarsa sünnete başvuracakları, kişisel arzu ve isteklerine göre hareket etmeyecekleri, Ali ve Muâviye'nin verilecek karara rıza gösterecekleri, hakemlerin ve yakınlarının can güvenliğinin teminat altında olduğu, hakemlerin nerede ve ne zaman buluşacakları gibi hükümler üzerinde mutabık kalındı (31 Temmuz 657).
Tahkimin kabulü, Hâricîlerin bağımsız bir grup olarak ortaya çıkmasında dönüm noktası olacaktır. Eş'as, kabileleri gezerek yapılan antlaşmanın önemini anlatırken, Temîm kabilesinden Urve b. Udeyye “Ey Eş'as! Nedir bu alçaklık? Allah'ın kanunundan daha geçerli bir kanun var mı?" diyerek ona saldırdı ve kılıcıyla bineğine vurarak, “Hüküm ancak Allah'ındır!" diye bağırdı. Bu olay, Yemenlilerle Temîmlileri karşı karşıya getirdi. Ancak bazı ileri gelenler onları yatıştırdı.
Hâricîlerin tahkime karşı görüşlerini ifade ettikleri “Hüküm ancak Allah'ındır" sloganı böyle ortaya çıktı. Bu slogan aslında “Hüküm ancak Allah'ındır" (Yusuf, 12/67) ve “İyi bilin ki hüküm yalnız O ' nundur " (En'âm, 6/62) ayetlerinin bir yansımasıdır. Bu sözü kendisine karşı ifade ettiklerinde Hz. Ali şöyle demiştir: "Kendisiyle batılın istendiği hak bir söz!"
Hâricîlere göre tahkimin kabul edilmesi büyük bir çelişkiydi. Zira Cemel ve Sıffin savaşlarında Ali taraftarı olan kimseler, haklı olduklarından şüphe duymadan bu savaşlara katılmışlar, bunun karşılığında sevap ummuşlardı. Tahkimi kabul etmek, onları ve onlarla birlikte savaşıp ölenlerin durumunu tehlikeye sokuyordu.
Önemli olan nokta, Hâricîlerin arasında Resûlullah'la (sas) uzun süre birlikte olan kimsenin bulunmamasıydı. Kur'ân'ı öğrenmeye ve hayatlarında tatbik etmeye özen göstermelerine rağmen Hz. Peygamber'in uygulaması hakkında yeterli bilgiye sahip değillerdi. Öte yandan, yaklaşımlarına bedevî karakteri hakimdi. Bununla birlikte Hâricîlik, çölde değil, şehirde ortaya çıkan bir harekettir. Esasen Arap toplumunun hızlı değişimi Arapları geleneksel hayatlarından farklı bir yaşantıyla tanıştırmış; bu gelişme, geleneksel hayatlarıyla şehirleşmenin doğurduğu yeni durumun çatışmasını doğurmuştur. Gelişmelere karşı fevrî bir tavır takınmaları, görüşlerinde katı olmaları ama rahatlıkla değiştirebilmeleri dikkat çeken özelliklerindedir.
Kur'an hakem olsun
Hâricîler derhal tahkimden vazgeçilmesini istediler. Hz. Ali ise bir anlaşma yapıldığını, geri dönülemeyeceğini söyledi. O da tahkime karşıydı ancak ona göre tahkimi kabul etmek günah değil, siyasî bir zaaftı. Bir konuşmasında tahkimi kabul etmesinin dinî açıdan hata olmadığını şu sözlerle savunuyordu:
“Biz insanları değil, Kur'ân'ı hakem tayin ettik. (…) Topluluk bizi, aramızda Kur'ân'ı hakem olarak kabul etmeye davet edince Yüce Allah'ın Kitabından yüz çeviren grup olamazdık. (…) Allah'ın Kitabında doğrulukla hükmedilirse biz ona insanların en layığıyız; Resûlullah'ın (sas) sünnetiyle hükmedilirse biz onlardan evlayız".
Hz. Ali Kûfe'ye yönelince ordusundan yaklaşık 12 bin kişi ayrılıp Harûrâ denilen bir köye gittiler. Hz. Ali de Harûrâ'ya gidip onları ikna ederek kendisiyle birlikte Kûfe'ye gitmelerini sağladı. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ali'nin burada kullandığı yumuşak dil, Hâricîler tarafından görüşlerinin kabul edildiği şeklinde yorumlanmıştı. Hâricîler Kûfe'ye girdikten sonra Hz. Ali'nin tahkimden vazgeçtiği söylentisini yaydılar. Bunu duyan Hz. Ali, ortada yapılmış bir anlaşma varken tahkimden vazgeçmesinin söz konusu olamayacağını söyledi.
Hz. Ali, Ebû Musa el-Eş'arî'yi tahkim toplantısına gönderdi (Şubat 658). Hâricîlere göre artık Hz. Ali'nin yönetimi altında kalmaları mümkün değildi. “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar" (Nisâ, 4/75) ayetine atıfla ahalisi zalim olan Kûfe'den çıkıp gitmeleri gerektiğini söylüyorlardı.
Önce başlarına Abdullah b. Vehb er-Râsıbî adlı yeni bir lider seçtiler. Ardından 'Allah'ın hükmü'nü yerine getirmek üzere Kûfe'den ayrılmaya, dikkat çekmeyecek şekilde teker teker Nehrevân köprüsüne giderek diğer yerlerdeki arkadaşlarına kendilerine katılmaları için haber göndermeye karar verdiler.
Hakemler Dûmetü'l-cendel bölgesinin Ezruh mevkiinde iki taraftan adamların hazır bulunduğu, tarafsız gözlemcilerin de katıldığı kalabalık bir grupla görüşmelere başladılar. Ebû Musa tarafsız olduğu için Hz. Ali'nin de, Muâviye'nin de yönetimden uzaklaştırılarak başka bir ismin hilâfete getirilmesinin ümmetin yararına olacağını düşünüyordu. Buna karşılık Amr b. el-Âs ne pahasına olursa olsun Muâviye'yi haklı ve kazançlı çıkarma çabasındaydı.