İngilizlerin Kut tekerlemesi: “Cennet dedikleriyse bu Kurna, Cehennem nerede ola?”
Yiyecek stokuna vegelecek yardımagüvenerek Kût’a çekilmekGeneral Townshend’inaskerî kariyerini bitirentarihî bir hataydı.Çünkü ne kale onlarıkoruyabilecek, ne deyardım gelecekti. Trajikson kaçınılmazdı: İngiliztarihinin en haysiyetkırıcı yenilgilerinden biri olan Kutu'l Amare yenilgisini Prof. Dr. Norman Stone Derin Tarih dergisinde kaleme aldı.
Kûtu’l-Amâre, Bağdat’ın güneyinde, Dicle üzerinde, kuş uçmaz kervan geçmez bir yer. Aynı zamanda, İngiliz ordusunun öğrenme eğrisini simgeleyen felaketlerden birine de ev sahipliği yapmış. Bu eğride Kûtu’l-Amâre’den önce La Rochelle (1629), Fransız devrimci savaşları sırasındaki Grand Old Duke of York vakası ve 1940’ta Norveç geliyordu.
1916 Nisan’ı sonlarında, General Charles Vere Townshend 13 bin adamıyla birlikte, kendisini 4 ay boyunca Kût’ta kuşatma altında tutan Türklere teslim olacaktı. Bu olay İngilizlerin Gelibolu’da teslim bayrağını çekmelerinden çok kısa süre sonra gerçekleşti ve tabii olarak Türklere bir zafer havası verdi: Sözüm ona Avrupa’nın yaşlı adamı, döşeğinden sağlam bir tekme sallamıştı. Tutsak alınan askerler esarete gönderilmeden önce Bağdat’ın merkezinde yürütüldü. Bu sırada gerçekten de onurlu davranmışlardı. Bir zaman sonra kendilerini yenilgiye uğratan Osmanlı Generali Halil Paşa’nın varını yoğunu kaybedip hastalığın pençesine düştüğünü öğrendiklerinde onu el birliğiyle Londra’daki Tropik Hastalıklar Hastanesi’ne götürmüşlerdi. Tam bir kahramanlar savaşı! Fakat aynı zamanda, petrol uğruna yapılan ilk savaş!
İngiliz Kraliyet Donanması savaş patlak vermeden çok kısa süre önce gemilerinde kömürlü motorları kullanmayı bırakmış, mazotlu motora geçmişti ve petrol tedarikinin beşte birini de Basra Körfezi’nden karşılıyordu. Alternatif bir petrol kaynağı da Amerika’ydı, fakat buradan petrol temin etmek çok pahalıya patlıyordu. 1914’te savaş başladıktan sonra petrol tedarikinin kesintiye uğramaması için Abadan’a bir gambot yollandı ve burada Türklerin zayıf bir direnişiyle karşılaşıldı. Zayıftı çünkü Abadan, Osmanlı’nın epey uzun tedarik zincirinin son halkasıydı ve bölgedeki kara gücünü oluşturan Araplar ne Türklerden, ne de savaşmaktan hazzediyordu.
Bu bölgeden sorumlu olan Hindistan’daki İngiliz askerî yetkililer, Basra’yı kontrol altında tutmak istiyordu. Zira İngilizlerin petrol tedarikleri Basra üzerinden gerçekleşiyordu. Basra’daki durum başka açılardan da karmaşıktı. Ruslar buraya bir askerî birlik yollamıştı, Almanlar her geçen gün petrole daha fazla ilgi duyuyordu ve bir Kutsal Savaş kapıdaydı. Böylesi bir ortamda İngilizler için en mantıklı görünen, Bağdat’ı alıp Alman-Türk ittifakının Basra’yı işgalini önleyerek petrol bölgelerini Ruslardan önce kontrol altına almaktı.
Hindistan’daki İngiliz yetkililer Londra’dan bu doğrultuda bir emir aldılar ve Dicle üzerinden Bağdat’a ilerlemeye başladılar. Hint ordusunun ‘D Birliği’ adı verilen birlikleri sahaya inerek Dicle üzerinden harekete geçti. Toplam iki birlik vardı. Ana birlik, Townshend’in başında olduğu birlikti ve 1915 yazında İngiliz ve Fransızlar kuzeybatıda uzak bir diyar olan Gelibolu’da çarpışırken, ilerleyişini sürdürüyordu. Genel beklenti, Türklerin mağlubiyete uğratılacağı yönündeydi. Fakat öyle olmadı.
Mezopotamya -yani bugünkü Irak toprakları- savaşmak için pek de elverişli bir yer sayılmaz. İnanılmayacak derecede kavurucu olan yazlar da sıcaklık 50 dereceyi aşarken, kış geceleri dondurucu bir soğukla karşılaşabilirsiniz. Zaman zaman görülen tropik yağmurlara ek olarak Kafkas karları eridiğinde nehir taşkınları görülür. Fakat Dicle çoğu zaman sığdır ve 1915 yılında gemilerin manevra kabiliyeti bugünkü gibi olmadığından, yaptıkları asıl olarak su üzerinde kalmaktı. Nehir üzerinde bir dönemece geldiklerinde karaya oturuyor, hatta bazen geri geri gidiyorlardı.
Cehennemi aratmayan yer
Sinekler iki kat kıyafet üzerinden bile iğnelerini batırabilir ve vücudunuzda bozuk para kadar büyük şişlikler oluşabilirdi. Her hafta İngiliz askerlerinin yüzde ikisi soluğu hastanelerde alıyor, bunların da dörtte biri hayatını kaybediyordu. Ayakta kalamayanlar ya da yaralananlar, bölgedeki Arap kara güçleri tarafından boğazları kesilerek öldürülüyor ve eşyaları çalınıyordu. İngilizler bu şartlarla pek de iyi başa çıkamıyordu. Bazıları 11 yaşında okulu bırakıp orduya katılan oğlanlara İncil’de Cennet’in yakın olduğu anlatılırdı. Askerler arasındaysa şöyle tekerlemeler duyulurdu: “Cennet dedikleriyse bu Kurna, Cehennem nerede ola?” Evet, burası savaşmak için hiç de iyi bir yer değildi.
İngiliz askerlerinin öğrenme eğrisine dair temel ilkeleri öğrendiğinizde aralardaki detayları doldurmak kolaydır.
Birinci ilke şudur (A): kimse yaşananları istememektedir ama kimsenin yapabileceği bir şey de yoktur: “hava kararınca her şey düzelecek”.
İkinci ilke (B): işbölümü şu şekildeydi: herkes Londra’ya, Hindistan’daki valiye ve işin parçası olan diğer taraflara -yani herkese- karşı tam bir İngiliz gibi davranmalı ve fazlasıyla kibar olmalıydı; bunun istisnası ise tahmin edileceği üzere Basra limanında gördüğü karmaşık durum karşısında afallayıp İskoç aksanıyla isyan bayrağını çekip evine dönen İskoç bir liman uzmanıydı.
Bir diğer ilke ise (C) ahmakça bir tutumluluktu. Parlamentolar her zaman askerleri çok fazla para harcadıkları için yermiştir -savaş başladığında Rus Yüksek Komutanlığı’na yeni bir daktilocu istihdam edecek paranın olmadığı söylenmişti- ve ordu kılı kırk yarıp tek bir kuruşun bile hesabını yapar.
Mezopotamya’daki askerlere buz ya da sineklik gibi tedarikler sağlanmamıştı, hastaneler de Florence Nightingale’ın yarattığı değişime henüz uzaktı. Basra’da yük indirme işleri de düzgünce ayarlanmıyordu, bazı gemiler yüklerinin boşaltılması için üç hafta bekliyordu. Yeterince yem olmadığından develerin yarısı geri gönderilmişti, haliyle askerler 70-80 kilometrelik yolu iki hafta boyunca yürüyüp eşyalarını nehir üzerindeki iki salda yüzdürerek taşımak zorunda kalmıştı. Eşyalar arasında battaniyeler de vardı, dondurucu Ocak soğuğunda bu battaniyeler ikinci sala yerleştirilmişti.
Bir sonraki ilke ise (D) yetenekleri hayli sınırlı bir komutanın varlığıdır. İhtiyar Townshend’in de pek farklı olduğu söylenemez.
Birliğinde farklı farklı birçok insan bulunuyordu: İngiliz askerleri, genç kırsal birlik askerleri, farklı kökenlerden bir sürü Hintli asker ki bunlardan bazıları at eti yer ama deve eti yemezdi; bazıları Müslümanların tarafına geçebilirdi. Pencaplarsa deve eti yer, at eti yemezdi. Bir kısmı İngiliz, bir kısmı Hintli askerlerden oluşan bu birlik her şeyle başa çıktı ve başına gelen felaketin ardından Türkler komutanlarını nehrin kenarından hastaneye taşırken kenarda durup ona sevgi gösterisinde bulundular. Liderlik ne ilginç bir mesele!
En nihayetinde üstlerinize öncülük etme vazifesi. Townshend’in adamları, o nereye gitse peşinden gidebilirdi. Üstleri ise -ki asıl büyük sorun buydu- bu durumla nasıl başa çıkacaklarını bilmiyorlardı. Herkes tıpkı bir İngiliz edasıyla, son derece kibar bir tavırla birbirini felakete sürüklüyordu.
1915 yazının sonlarına gelindiğinde Townshend (geçirdiği ağır hastalığın ardından) iki birlikten daha güçlü olanın başına geçti ve kendisine önce Kûtu’l- Amâre’yi, mümkünse de onun 250 kilometre kadar kuzeyinde yer alan Bağdat’ı alması emredildi. Yetkililer bu sırada, Türklerin Çanakkale’ye fazlasıyla yoğunlaşmış olduklarını ve Mezopotamya’yla uğraşacak hallerinin olmadığını düşünüyordu. Bir süre sonra nehir üzerinden harekete geçtiler, karşılarındaki zayıf Türk birliği hakikaten de canlarından bezmiş görünüyordu ama bunun da bir bedeli olacaktı. Townshend normal olarak, kendisinden beklenen harekâtı gerçekleştirmesi için yeterli güce sahip olmadığını düşünüyordu. İşte bu konuda haklıydı.
Türkler Çanakkale’ye yürütülen savaşa rağmen İran’ı işgal etme hedefiyle küçük bir ordu tertip etmeyi başarmıştı. Hikâye yine aynıydı: Cihad. Bir de Basra’daki petrolün kontrol altına alınması ve garip bir şekilde ordunun başına bir Alman komutanın atanması meseleleri vardı. Yaşlı Feldmareşal Colmar Freiherr von der Goltz (Golç Paşa), 1866’daki Avusturya-Prusya savaşına katılmıştı, yani yaşı epey geçkindi. Sonrasında askerî danışman olarak İstanbul’a gelmişti. Denebilir ki burada kendini buldu: Prusyalılar Golç Paşa’nın Gardeton’u (muhafız duruşu, komuta adabı) olmadığından ve Türklerin ona hiçbir Almana güvenmedikleri kadar güvendiğinden şikâyet ediyordu (bu müttefikler arasındaki ilişkiler her zaman sert geçerdi). Golç Paşa böylece yeni bir ordunun başına geçmiş oldu ve son derece yetenekli bir genç subay olan Halil (Kut) Bey kendisine yardımcı olarak atandı.
Halil Bey fiilen Osmanlı ordusunun başında olan ve bazılarına göre Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarına yön veren Enver Paşa’nın (daha genç bir yaştaki) amcasıydı. İkili (Enver ve Halil Paşaların) toplamda 30 bin değil, 60 bin askere sahipti. Üstelik bu askerler güvenilmez Araplardan değil, Anadolulu Türklerden oluşuyordu. Bu ordu Townshend’in 13 bin kişilik ordusunu rahatlıkla alt edebilirdi. İngilizlerin bu 13 bin askerinin 5 bini -bazıları gönüllü olan- İngilizlerden oluşuyordu, diğerleri ise Hintlilerdi. Hintlilerin bazıları ise Arapların pişirdiği yemeği yemezdi. Adamlarının 3,500’ü hizmetçi ve benzeri subay yardımcılarıydı. Kasım 1915’te Osmanlı’nın bu yeni ordusu, (sonradan 1922 yılında İzmir’i fetheden Nureddin Bey [sonra Paşa] önderliğinde) Bağdat’ın güneyini kontrol altına almaya hazırlanırken, Townshend karşısına çıktı ve Tizpon’da onları alt edemese de en azından ilerleyişini durdurdu.
Kaleye güvenerek strateji kurulursa...
Anlaşılır sebeplerle zaferini ilan edip geri çekilmeyi teklif etti. Bu muharebede askerlerinin yarısını yitirmişti ve erzakı da bitmek üzereydi; yaralı askerlerin nehir üzerinden küçük bir tekneyle -ki bu tekneyi dizanterili hastalarla paylaşmaları gerekiyordu- geçtiler. Townshend böylece geri çekilip uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından Kûtu’l- Amâre’ye döndü. Görünürde bu bölgeyi savunmak zor değildi, Dicle’nin keskin bir dönemecinin hemen yanında kuruluydu ve saldırı halinde savunma birliklerini nehrin öteki yakasına yerleştirmek hiç de zor olmayacaktı.
Burada cephane ve erzakı da vardı ve bunlarla birkaç hafta, hatta ihtiyaç olursa daha uzun süre idare edebilirlerdi. Görevleri Türklerin güneydeki Basra’da yer alan İngiliz üssüne ilerleyişine mani olmaktı, çünkü nehirdeki trafik bu üs aracılığıyla kontrol ediliyordu. 3 Aralık’ta Townshend ve birliği Kût’a girdiler ve Nisan ayının sonuna kadar orada kaldılar. Bu, o zamana dek görülen en uzun kuşatmalardan biriydi. Townshend güneye yönelen nehir trafiğini kesti.
Kûtu’l-Amâre zaferiyle akıllarda kalacak olan Irak cephesi, İngiltere’nin Hindistan sömürge kuvvetlerini bölgeye sevkiyle açılmıştı. Kût’ta Türk
süvârileri.
İngilizler siperlerini oldukça derine kazmıştı ve barınabilecekleri tek yer, nehrin kenarındaki küçük kaleydi. Türklerin çok fazla veya kuvvetli silahı yoktu (sahip oldukları 37 silahın yalnızca 5 tanesi, topraktan yapılma siperlere zarar verme ihtimali bulunan havan topuydu); yani (bu silahlarla) Belçika’daki gibi kalelerin yerle bir edilmesi mümkün görünmüyordu. Almanların ısrarı üzerine Türkler taarruza geçtiğinde kale İngiliz askerlerini koruyabildi. Türkler ağır kayıplar vermişti; saldırılar Noel’e kadar sürdü ve nihayetinde yeniden ana birliklerini güneye gönderip kaleyi tüfek ve toplarla dövmeye devam ettiler.
Kût’ta artık tam bir kuşatma hali vardı: top atışı, çukur açma, keskin nişancı saldırısı, karşı keskin nişancı saldırısı ve kaç, kovala, kaç... Erzak olduğu sürece -ki nihayetinde havadan yapılan erzak yardımı işe yaramıştı- bu böyle gidiyordu. Sonunda ortam duruldu. Raj’ı (Hindistan’a hükmeden İngiltere) kim, nasıl yenebilirdi ki? Raj, bayrağını Basra’ya dikmişti.
Stratejinizi bir kaleye güvenerek kurmamak gerektiği, savaş tarihinin gösterdiği en temel gerçekliktir. Bu, Fransa’nın 1940’ta Maginot Hattı’nda yaptığı en büyük hataydı -elbette kalenin pasif birliklerle korunması gerekiyordu- Almanlar böylece askerlerinin çoğunu başka yerlere, özellikle de asıl büyük zaferi alacakları kuzeye gönderebilmişti. 1942’de Singapur’da yaşananlar bu çerçevenin felaketvari bir örneğidir.
1. Dünya Savaşı sırasında Avusturyalılar da, 1915 yılında Przemysl adlı şaşaalı kalelerinde benzer bir yanlışa düşmüşlerdi. Kale Rusların kuşatması altındaydı ve dolayısıyla Avusturyalıların stratejisi, bu ablukayı kıracak yardım saldırıları yapmaktı. Ne var ki saldırı için seçtikleri zaman pek uygun sayılmazdı: her tarafın lebaleb karla kaplı olduğu Ocak ve Şubat aylarında Karpatlara yapılmıştı.
Kûtu’l-Amâre’de İngiliz ve Hintli askerlerden oluşan ordu benzer bir tuzağa kapılmıştı. Destek birlikleri gönderilmişti ve artık sayıları Türklerden fazlaydı. Fakat Basra’daki akıl almaz hantallık sebebiyle askerler ancak küçük gruplar halinde gelebiliyordu. Hastane düzenlemeleri de hâlâ korkunç vaziyetteydi.
Sir George Buchanan, bir liman uzmanı olarak buraya gelmiş ve gördüğü manzara karşısında öfkeye kapılmıştı. İçinde bulunulan durumu protesto edip Hindistan’a döndüğünde gördüğü manzarayı anlatırken D Birliği’nin bölgeye bir yıl değil de bir hafta önce gelmiş gibi göründüğünü söylüyordu: karşısındaki manzara “tam bir kördüğümdü”. Destek gücünün başında bulunan Sir Fenton Aylmer, Townshend’ın eski bir arkadaşıydı. Aylmer ona daha önce Hindistan’da da destek vermişti. Gorringe’nin birliğine ek olarak bölgede iki piyade birliğiyle birkaç süvari bulunuyordu. Bütün birliklerin genel denetimi Sir John Nixon’daydı. Yaşlı ve hasta bir adam olan Nixon, derhal saldırıya geçilmesini istiyordu. Aylmer’in böylesi bir saldırıya hazır hale gelmesi içinse en erken Ocak sonunu beklemesi gerekiyordu. Daha üç hafta önce Gelibolu’da daha da güçlenmiş düşman birliklerine saldırmak zorunda bırakılmıştı.
Cepheden yapılan saldırılar başarısızlığa uğradı; ardından şiddetli bir yağmur başladı. Aylmer 4 bin adamını kaybetmişti. Birkaç gün sonra zorlu hava şartlarında gerçekleştirilen bir sonraki saldırı da başarısız oldu, süvariler tüfek atışları karşısında çaresiz kalmıştı. Aylmer’in elinde 9 bin adamı kalmış, Dicle taşmaya başlamıştı. Kût’ta sular siperlere kadar giriyor, askerler ıslanan battaniyelerinin dondurucu soğuğunu iliklerine kadar hissediyordu. Soğuk yanıklarını tedavi etmenin tek yolu askerlerin kendi dolaklarını kullanmaktı.
Bu şekilde yaraları sarılan askerler tekrar cepheye gönderiliyordu. Bahar ayındaki taşkınlarda fazla derine gömülmeyen ölmüş Türk askerlerinin nâşları ortaya saçılmıştı. Townshend askerlerine yakın zamanda atları yemek zorunda kalacaklarını söylüyordu, yani bu işin geri dönüşü yoktu. Hintli askerler dinî inançları sebebiyle bu fikre yanaşmıyordu ve hepsi iskorbütten -protein eksikliği- mustaripti. En sonunda dinî liderleri olaya el koydu ve Townshend, emrine uymayanları idam etmekle tehdit etti. Böylece atlar yendi; garnizon muhafaza edildi ama hâlâ kurtulmaları gelecek desteğe bağlıydı.
Yardım umutları suyu düştü!
Aylmer bu talebe kısa süre içinde dört yeni destek birliğinin geleceğini söyleyerek cevap verdi. Bu sırada askerler duvarların içine saklanmış tahılları bulmak üzere evleri aramaya başlamıştı. Şubat ayı böylece geçti. Gökyüzünde Alman uçakları görüldüğünde olası gaz saldırısına karşı tedbirler alınmaya başlandı: idrara batırılmış fanilalar gaz maskesi olarak kullanıldı. 22 Şubat’ta Aylmer’in destek saldırılarından biri daha fiyaskoyla sonuçlandı.
13 Mart’ta kuşatmanın süresi 100 günü bulmuştu. Artık yardımın kolay kolay gelmeyeceği ortadaydı. Bahar taşkınları bu ihtimali daha da zayıflatıyordu. Sihler, iskorbüte karşı koymak için sag denen bir ot yemeye başlamışlardı: bu ot İngilizleri oldukça kötü etkiledi. Bir sürü asker bitlenmişti. Bitler öylesine dayanılmazdı ki bazı askerler onlardan kurtulmak için kendilerini ham petrole bulayıp ateşe veriyordu. Aylmer’in varisi Gorringe’nin her gün 5 tonluk bir tedarik ihtiyacı vardı, oysa alabildiği bunun ancak yarısıydı.
5 Nisan’da bir saldırı sözü vermişti. Türkler bu durum karşısında ne yapmaları gerektiğini gayet iyi biliyordu. Top atışlarının ardından ilk siperlerini terk edecek, ikinci siperlerinde yorgun İngiliz askerlerinin saldırılarını bekleyeceklerdi. Böylece 1915’in ikinci yarısında İngiliz ve Fransızların Batı’daki saldırıları başarısızlıkla sonuçlandı. Mezopotamya’da su taşkınları yolları kapatmış, İngilizlerin ilerlemesini imkânsız hale getirmişti. Yıldırım ve çelik süngüler yüzünden pusulalar ters gösteriyor, su taşkınlarının günbegün yuttuğu Gorringe ve askerleri 15 Nisan’da nihaî mağlubiyete uğruyordu. 2. Black Watch birliğindeki 842 askerden 48’i, 1. Seaforth Highlanders birliğindeki 962 askerdense yalnızca 102’si hayattaydı.
Birliğe ikmal yapmak üzere yola çıkan bir gemi (Julnar) 26 Nisan’da çaresizce karaya oturunca Townshend müzakereleri başlattı. Ertesi gün Dicle nehrinden yukarı doğru çıktı ve Halil Paşa ile buluştu. Halil Paşa’ya, 1 milyon pound değerinde altına karşılık gelen bir rüşvet teklif edildi. Fakat kabul edilmedi. Ertesi gün bütün tedarikler ve silahlar imha edildi ve İngilizler teslim oldu. Türkler bu sırada mümkün olduğu kadar metanet ve ağırbaşlılık gösterdi. Birkaç yağma girişimini sert bir biçimde bastırdılar, bununla birlikte İngilizlerle işbirliği yaptıklarına inandıkları Arapları idam etmekten geri durmadılar. Çok ağır hastalara karşı Türk esirlerin iadesi için bir anlaşma yapıldı ve hastalar yine nehir üzerinden teslim alındı.
Herhalde bu, İngiliz askerî tarihinin parlak bir tecrübesi sayılmaz. Townshend muharebe boyunca mağrur duruşunu korumuştu, savaştan sonraki davranışları eleştirilere hedef oldu. Muharebeden hemen sonra konforlu buharlı gemisinden alınıp Ninova’da konforlu bir yere nakledildi. Buraya getirilirken yanında üç kamyon dolusu Alman subayı ve yedek güç vardı. Oradan da demiryoluyla Halep’e geçip Enver Paşa ile bir araya geldi; ikili gelecek üzerine konuştular.
Townshend daha sonra buradan alınıp İstanbul’a gönderildi. Burada bir korgeneralin huzuruna çıkarıldıktan sonra Büyükada’ya yollandı. Bu arada Marmara Denizi’nde bol bol yüzdü, çokça dostluk kurdu. İngiliz ordusuna mensup pek çok kişi gibi zamanla Türklere büyük bir sempati duydu ve 1918 yılında savaş sona erdiğinde ateşkes görüşmeleri sırasında aracı olarak kullanıldı.
Emrindeki subayların akıbeti ise bu kadar iç açıcı olmadı. Bu kişiler bulundukları yerden Kastamonu ve Yozgat’a uzanan bitmek bilmez bir yolculuğa çıktılar. Bazıları yürüyerek Osmanlı’nın doğu topraklarını geçtikten sonra vardıkları hapishaneden kaçacaktı. Yürüyüş oldukça zorluydu, fakat tutsaklık biraz ilginçti: Russell Brandon adında bir Sunday Times muhabiri yıllar sonra hayatta kalanlarla yaptığı görüşmede, bu kişilerin tatillerini Türkiye’de tek seferlik korumalarıyla birlikte geçirdiğini öğrendi.
Türkler uluslararası savaş tutsakları sözleşmelerinin hükümlerine uyuyordu; İngiliz esirler Toros dağlarında Berlin-Bağdat demiryolları inşaatında çalıştırıldılar. Pek özenilecek bir kader olmasa gerek bu. Fakat Brandon hayatta kalanlarla görüştüğü sırada bu kişilerin tatillerini bir zamanlar kendilerine gardiyanlık yapanlarla beraber Türkiye’de geçirdiklerini ve Townshend’e dair tek bir kötü söz dahi etmediklerini öğrendiğinde pek şaşırmıştı.