İngiliz tarihini anlamak
Şaşırtıcı ama İngiliz Anayasası diye bir şey yoktur. Kökü12. yüzyıla kadar uzanan ve siyasî hayatı düzenleyen kanunlar vardır ve 13. yüzyılda bu kanunları geçirmekle yükümlü parlamento denen bir temsilci kurum ortaya çıkmıştır.
Prof. Dr. Norman Stone
1989 Temmuz’unda Başkan Mitterand, Fransız Devrimi’nin 200. yıldönümü vesilesiyle harika bir gösteri düzenledi. Paris’in merkezinde yer alan büyük binalar temizlendi, ışıklandırıldı ve kırmızı-beyaz-mavi renkteki Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik flamalarıyla süslendi.
Tüm dünyadan, özellikle de eski Fransız sömürgesi olan ülkelerden konuklar davet edildi. Margareth Thatcher da Manş Tüneli üzerinden Fransa’ya ulaştı. Le Monde’dan bir gazeteci Thatcher’a Fransız Devrimi hakkında ne düşündüğünü sordu. Thatcher’ın cevabı pek de olumlu değildi. Ona göre İngiltere’nin hukukî bireysel haklar geleneği daha üstündü; çünkü Fransız Devrimi’nin meşhur ‘İnsan Hakları’ ilkesi terör ve tiranlıkla, yani Robespierre ve Napolyon’la sonuçlanmıştı.
Bu cevap karşısında oldukça sinirlenen Mitterand intikamını almakta gecikmeyecekti. Törende çekilen resmî hatıra fotoğrafında Thatcher 3. sırada, küçük Afrika devletlerinin temsilcileri arasında bulunuyordu. Bunun üzerine Thatcher da kendi intikamını aldı.
O akşam, oldukça uzun ve sıkıcı bir opera olan Fransız Devrimci operası André Chénier’nin galası vardı. Resmî davetliler daha sonra eski bir tren istasyonu olan, 19. yüzyıl tabloları ve mobilyalarından oluşan muhteşem bir koleksiyona sahip Musée d’Orsay’ye (Orsay Müzesi) götürüldü. Ne var ki protokolden sorumlu görevliler önemli bir detayı, devlet başkanlarının lavabo kullanmalarına fırsat vermeyi unuttular. Heyet müzeye vardığında, bu durum bazı sorunlara yol açtı tabii. Müzede yalnızca bir lavabo vardı ve lavaboyu ilk kullanma hakkı heyetteki tek kadın olan Margareth Thatcher’a aitti.
Lavabo birkaç kat aşağıdaydı. Thatcher iyice oyalandı ve geri döndüğünde kabilelerine özgü tören kıyafetleri içinde kıvranıp zıplayan Afrikalı devlet başkanlarıyla karşılaştı. Daha sonra müze müdürü Françoise Cachin (Komintern’in kurucusunun torunu) bana Margareth Thatcher’ın kendisinin müzeyi gezdirdiği en etkileyici kişi olduğunu anlattı tesadüfen: Bütün doğru soruları bilgelikle sormuştu. Thatcher İngiliz tarihi hakkında öyle detaylı bir bilgiye sahip değildi, -kimya ve hukuk eğitimi almıştı- ancak savaş zamanı Winston Churchill yönetimindeki bir ülkede büyütülmüş bir kız çocuğu olarak temel konulara hâkimdi ve eski moda bir vatanseverdi.
Kıta Avrupa’sı perspektifinden baktığınızda İngiliz tarihi gerçekten de çok ilginçtir. 18. yüzyıl Avrupa’sı Aydınlanmacı Despotizm dönemiydi. Hükümdarlar aynı yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda rejime ciddi zararlar veren ayanlara denk yerel asillerin güçlerine son vermiş, yanı sıra özellikle gerici buldukları Katolik Kilisesi’ne (ki Paris Başpiskoposu, İsa’nın yalnızca Tanrı’nın oğlu değil, aynı zamanda anne tarafından aristokrat bir ailenin üyesi olduğunu söylüyordu) saldırmışlardı. Kutsal Roma İmparatoru, müzikal bir komedi olarak gördüğü taç giyme törenine katılmayı reddetmişti.
Napolyon ise Avrupa’yı fethettiğinde bu süreci iyiden iyiye genişletti. Taç giyme töreni düzenlediği gibi bu törenler sırasında kendi tacını giyerken Papa’yı bir köşeye oturttu ve tören sona erdikten sonra onu tutuklattı. Böyle yapmadığı zamanlarda ise Kutsal Roma İmparatorluğu dâhil olmak üzere eski kurumları yerle bir etti. Fransa eski şehirlerini kaybederken bunların yerine bazı şehirlerin bölümleri ile valilikler elde etti (bu, Türkiye’de Tanzimat adıyla yürürlüğe konan sistemdi). Bütün bunların rasyonel olması gerekiyordu ancak 19. yüzyılın ilerleyen zamanlarında Fransa’da o kadar fazla hükümet değişikliği oldu ki sayısız anayasa (ve 5 cumhuriyet) yürürlüğe girdi.
Anayasasız bir ilerlemeci ülke
Eski bir İngiliz nüktesinde, bir gezgin, gazete bayisine gidip Fransız Anayasası’nın olup olmadığını sorar. Gelen cevap şudur: “Hayır, süreli yayınları satmıyoruz.”
Şaşırtıcı ama İngiliz Anayasası diye bir şey yoktur. Kökü 12. yüzyıla kadar uzanan ve siyasî hayatı düzenleyen kanunlar vardır ve 13. yüzyılda bu kanunları geçirmekle yükümlü parlamento denilen bir temsilci kurum ortaya çıkmıştır. Bunlardan bir tanesi, habeas corpus, kralın herhangi birini sebepsiz yere 3 günden fazla hapiste tutmasını yasaklamıştır (Fransa’da ise mahkemeye dahi çıkmadan yıllar boyu hapishanelerde kalıp ortadan kaybolabilirdiniz). Davalar tek bir hâkim tarafından değil, jüri tarafından görülür. Lordlar Kamarası ayanların (ve piskoposların) dengi kişilere öylesine bir bolluk ve ayrıcalık bahşetmiştir ki Napolyon bir yana, 18. yüzyılda yaşamış bir imparator bile bunlar karşısında çılgına döner.
Aristokrasinin mülkiyeti dokunulmayacak derecede kutsallaşmıştı ve 1990’lara kadar İngiltere’de bir açık arazi kaydı dahi bulunmuyordu. Eğer arazinin sahibinden izin almamışsanız, resmî makamlara gidip o arazinin üzerinde yaşıyor olsanız bile kimin neye sahip olduğunu soramazdınız. 1925 yılına dek küçük bir ev aldığınızda bu süreç ancak avukatların birer torba toprak takas etmesiyle sonuçlanabilirdi. Tüm bunlar kulağa saçma gelebilir ve diyelim ki 1770 yılı civarında çökmekte olan Polonya’da meydana gelen olaylardan örnekler olsa, akla yatkın gelebilirdi. Fakat İngiltere 1860 yılı civarında Polonya olmadığı gibi ‘ilk Fukuyama’ denebilecek bir sürecin de öznesi konumundaydı. Bu sürecin adı, ilerlemeydi.
İngiltere, ünü dünyaya yayılmış zengin bir devletti ve icatlarda da öncüydü. Sanayi devrimi İngiltere’de başlamıştı. Bu ülkenin gerçekleştirdiği ihracat, dünya ticaretinin yarısına tekabül ediyordu. O zamanlar bu fikre karşı çıkan pek çok insan bulunsa da, İngiltere devasa bir imparatorluk kurmanın eşiğindeydi. Herbert Spencer ve John Stuart Mill tüm dünyada okunuyordu. Avrupa’da ‘aynı formülü biz de uygulayalım’ diyen çok sayıda Anglofil (İngiliz sever) vardı.
Francis Fukuyama’nın 1990 civarında söylediği meşhur bir söz vardır; ona göre artık dünyada Amerika zaferini ilan etmiş, serbest pazar demokrasisi hakim sistem olmuştu ve bütün ülkeler bir tür Danimarka’ya dönüşecekti. Aynı iddia 1860’lı yıllarda da ortaya atmaktaydı. O sıralarda bu iddianın merkezinde İngiltere vardı. İster Tanzimat bürokratları olsun, ister Çar II. Alexander’ın reformcuları ya da yeni birleşik İtalya’nın kurucuları, formül her daim aynıdır: Hukukun üstünlüğü, eğitim, millî banka, altın standardı, serbest ticaret, sorumlu bir yerel hükümet… Bu durumda ilerlemeciliğe olan inanç, 1990’larda da olduğu gibi çok uzun ömürlü olmamıştır; ancak yine Anglosakson zaferinin önemli etkenlerinden birini oluşturmuştur.
İngiltere’yi (ve onun ya da onun bazı kısımlarının devasa bir uzantısı olan Amerika’yı) ne meydana getirdi? Bu soruya verilecek ilk cevap, bırakın bir devrimi, bir aydınlanmanın bile olmaması olmalı. Burada şöyle bir örnek verilebilir: Türk öğrencilerime her sene, İngiltere’nin niçin köleliği 1772’de, serfliği ise ancak 1925’te yasakladığını sorarım.
Bu terimlerin Türkçeye çevrilmesi oldukça zor; çünkü kölelik İngiltere’de bir makine misali kullanılmak anlamına geliyor, Türkçede ise bunun çok daha yumuşak bir anlamı var, hatta ‘evlat’ sözcüğünde olduğu gibi, bazen ailenin bir üyesi anlamına bile gelebilir. Serflik terimini doğrudan çevirmek ise imkânsız: Eğer bir serfseniz, size başka biri sahiptir ve Rusya’daki meşhur örnekteki gibi kumar masasında kaybedilip başkasının malı olabilirsiniz, ancak kendi toprağınızda çalışma imkânınız vardır.
Feodalizmin fosilleri
Çarlık Rusya’sındaki Müslümanlar serf olamaz, ne var ki Tatar toprak sahiplerinin gayrimüslim serfleri olabilir. İngiltere’de Margareth Thatcher’ın anladığı haliyle bireysel haklar Orta Çağ hukukunun bir parçası idi ve bu sebeple 1772 yılında yargıç (Mansfield) köleliği yasadışı ilan etti. Ancak mülkiyet hâlâ kutsaldı ve dolayısıyla serflik devam edebildi.
Gerçekte İngiltere’de 14. yüzyılın ortasında veba nüfusun dörtte birini ortadan kaldırdığında serfliğin pratik olarak devam etmesi mümkün değildi: Vebadan sonra toprak sahipleri işçilere ücret ödemek zorunda kaldılar, işçiler de bir yerden başka bir yere gitme hakkını elde ettiler. Serflik yalnızca bir tür emek gücü kiralama biçimi olarak sürdü: Yaşlı adamın toprak sahibinin otlarını, kalacak yer karşılığında kesmeyi kabul etmesi gibi... 1925 yılında ne zaman ki toprak sahipleri serfleri satmaya kalktılar, o zaman serflik de yasaklandı.
Avrupa’nın geri kalan yerlerinde (ve İskoçya’da) bu meseleler Aydınlanma ve devrimler yoluyla halledildi. Kölelik Fransa’da 1848 yılına kadar kaldırılmadı, Prusya’da serflik 1848 yılına kadar yasaldı (Alman bir arkadaşım “Boşanmayla ilgili kanunlarımızı gördün mü?” diye soruyor). Ancak İngiliz kurumları (monarşi, Lordlar Kamarası, köklü bir kilise, hatta parlamento kelimesinin kendisi, zira Kıta Avrupa’sında parlamentolar, çoğunlukla vergi toplama işiyle geçinen ve parazit gibi yaşayan avukatların oluşturduğu kurumlardı) yurt dışından bakıldığında feodalizmin fosilleri gibi görünüyor.
Elbette ki tam farkında olunmaksızın modernize edilen feodal kurumlar da bulunmaktaydı. Bu süreç 16. yüzyıla, kendilerine özgü bir dinî reform sürecini işleten ve kilisenin halen çoğunlukla Katolik olarak kalmasına rağmen Papa’nın yerine kendilerini kilisenin başına getiren Tudor’lara kadar götürülebilir.
Hukukî reformist: VIII. Henry
Kıta Avrupa’sı 17. yüzyılda Mutlak Monarşi, 18. yüzyılda ise Aydınlanmacı Despotizm ile yönetilirken, İngiltere’de Kraliyet, verdiği savaşı 17. yüzyılda kaybetmişti ve parlamento aracılığıyla hükümdarlığını sürdürmek zorundaydı. O zamanlar ilişkileri yürüten büyük toprak sahipleri bir beyliği, Hannoverlileri aday gösterdi ve Londra’nın para babalarıyla ortak bir çalışma yürüttü. Kilise o zamana göre ılımlı sayılabilecek şekilde hareket etti. İnsanları değil, kitapları yakıyordu (düşününce bunun genelde oldukça iyi bir fikir olduğu görülür). Bu formülün sonuçlarından biri durağanlık olabilirdi (ki modern zamanlarda olan buydu).
Belki de bütün sistem 1707’de İskoçya ile yapılan ittifak sayesinde işlemeye devam etti. Bu fakir ülkede gerçek bir Protestan Reformu gerçekleşmişti. Eğitim, bitmez tükenmez bir hırsla el ele giderdi ve bu ülkenin erkek ve kadınları İngiltere (ve Amerika ya da Hindistan) üzerinde tahmin ettiğinizden çok daha büyük bir etki sahibi olmaya başladılar.
Peki tüm bunları nasıl açıklayabiliriz?
Marksistler, 17. yüzyılda parlamento I. Charles’ı mağlup edip 1649’da idam ettiğinde bir burjuva devriminin gerçekleştiğini söylerler. Varsayılan ve bana göre daha mümkün görünen devrim 16. yüzyılın ortalarında İngiltere’de reform hareketinin başlatıcısı ve bütün meselenin merkezinde yer alan hukukî reformlara biçim veren kişi olan VIII. Henry ile gerçekleşmiştir.
Ancak nihayetinde bu süreci açıklamak için belki de en iyi cevabı İngiliz Bireyciliğinin Kökenleri (The Origins of English Individualism) adlı çalışmasıyla Alan Macfarlane vermiştir. İngiltere üzerine çalışan en iyi yorumcular gibi o da uzun süre yurtdışında yaşamıştır (İskoç asıllıdır ve Hindistan’da doğmuştur). Macfarlane, Anglosakson kaynaklarına bakmayı kendine iş beller ve bu belgelerde serflerin kendi özgürlüklerini satın aldıklarını, kadınların mülkiyet haklarının bulunduğunu keşfeder. Bunların ikisi de daha 12. yüzyılda, üstelik kraldan dahi daha üstün olan bir kanunla teminat altına alınmıştı. 1649 yılında I. Charles idam edildiğinde ölüm cezası kendi adıyla, yani kralın adıyla okunmuştur.
Şunu söylediğime memnunum ki, Türk öğrencilerime kölelik ve serflikle ilgili böyle zor sorular sorduğumda aralarından iyi olanlar, bunun oldukça ciddi bir konuya giriş niteliği taşıdığını fark ediyorlar.