İmparatorluğun dansı
Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüsamettin Arslan Sultan 3.Selimden beri devam eden köklü problemimiz olan modernleşirken kendimiz kalabilmenin çözümünü arıyor.
20. asrın başında coğrafyamız üzerinde dönemin egemen güçlerinin çizdiği politik sınırlar sadece “politik” sınırlardır. Ekonomik, stratejik, dinî ve kültürel nihaî sınırları yalnızca Tanrı çizebilir. Egemen güçler zulme ve baskıya başvurmaksızın “etnik” sınırlar da çizemezler. Osmanlı İmparatorluğu “politik” açıdan yoktur; fakat kültürel, dinî, ekonomik ve stratejik açıdan 20. yüzyıldan önceki kadar vardır ve diridir. Cumhuriyetimizin kuruluş hamlesini tescil eden uluslararası anlaşmalar Osmanlı’nın mirasını Anadolu’ya hapsetmiştir. Lozan, Sykes-Picot prangamızdır. Şu günlerde ABD, AB ve Rusya gibi egemen güçler Osmanlı’nın mirası topraklarda yeniden “politik” sınır çizme manevraları yapıyor. Boşuna! Dinî, kültürel, stratejik ve ekonomik ve etnik, folklorik sınırlar çizemeyecekler!
III. Selim’den beri çözemediğimiz köklü ve temel bir meselemiz var. Bu sorunu şöyle formüle ediyorum: Nasıl aynı zamanda hem modernleşebilir, hem de kendimiz kalabiliriz?
Bu mesele “modern Batı’ya açılma” tecrübemizden doğmuştur. Soru ölümcüldür ve cevabını vermek hem “teoride”, hem de pratikte zordur; çünkü “modernleşme” ile “kendisi kalma” arasındaki ilişki paradoksal bir ilişkidir. Pastamızı hem yiyip hem de saklamamız zordur. “Modernleşme” biz ve modern-Batı dışındaki toplumlar için bir akültürasyon (başka bir kültürü temellük), “kendisi kalma/olma,” bir enkültürasyon (kendi kültürünü temellük) sürecidir. Kendisi kalma sorunu, modernleşme süreci öncesi tarihî mirası veya “pre-modern”i yaşatma meselesidir. Kimliğimizin derin pre-modern gövdesi “modernite” selinin taşıdığı çer-çöple can çekişiyor. Modernleşmek istiyor muyuz? Evet, çünkü bunu yapmaksızın hayatta kalamayız. Kendimiz olmak, kendimiz kalmak istiyor muyuz? Evet; çünkü bunu başaramazsak “hiç” oluruz. Fakat kendisi kalmak/olmak mümkün müdür?
Bu soruya veya soruna modern Batı’ya açılma tecrübemizde verilmiş en iyi cevap, tartışmasız Ziya Gökalp’e aittir. Gökalp bu soruya zamanın Batı literatüründe genel kabul görmüş şu ayrıma başvurarak cevap verir: Hars (kültür) bir şey ve medeniyet/uygarlık başka bir şeydir. İlki otantik/premodern kültür, ikincisi bilim ve teknolojidir. Türkiye’nin “sağ” ve “sol” elitleri bu tasnifi tartışma götürmez bir veri olarak kabul etmiştir. Fakat bu ayrım artık savunulamaz ve her ayrım gibi “keyfî”dir; hem pratik, hem de teorik düzeyde savunulamaz. Elimizde “kültür” ile “medeniyeti” birbirinden ayırmamızı sağlayacak hiçbir “evrensel/objektif” kriter yoktur. Kaldı ki, elitlerimiz kendimiz olmamızı sağlayacak kültürün ne olduğunda bile uzlaşamamıştır.
İki asırlık modernleşme tecrübemiz sırasında kapımızdan, “bilim ve teknoloji” değil, daha çok modern Batı kültürü girmiştir. Zannedildiğinin aksine “modern bilim ve teknoloji” kültürdür; Batı kültürüdür. Pre-modern yanımız (bizi biz yapan yanımız), bilim ve teknoloji kültürünün sömürgesine dönüşmüştür.
İnsan “dans edebilen” âdemdir
Yine de uzlaşma noktalarına bakarak, toplumumuzun Gökalp’in “hars” diye nitelendirdiği pre-modern “biz”inin muhtevasındaki tartışma götürmez bazı kalemleri sayabiliriz: tarihî coğrafya ya da Kur’an-ı Kerim coğrafyası, dil, din ve günümüzde “etnik” kültür ya da “folklor” etiketleriyle aşağılayarak geçmişe, tarihin hırdavat deposuna havâle ettiğimiz halk dansları. Bizi “biz” yapan ana kalemler bunlar.
Kültürleri “ölü” ve “diri” olarak ikiye ayırabiliriz. Türkiye’de diri/canlı/fiilen yaşanan iki kültür var: Müslüman ve “modern/Batılı” yaşayış tarzları. Türkiye’nin “sağ” elitleri “kültür”ü Selçuklu ve Osmanlı elit kültürüyle eşitleyerek halka onu aşılamak; “sol” elitleri “kültür” ü Batı elit kültürüyle eşitleyerek modern Batılı elit kültürü aşılamak istiyorlar. Oysa “elit” kültür, elitlerin kültürüdür ve dünyanın hiçbir yerinde halk “elit” kültürle yaşamaz, yaşayamaz; “halk” kültürüyle yaşar. Her iki durumda da netice, kelimenin tam mânâsıyla bir fiyaskodur. Elit kültür elitler, halk kültürü halk içindir. Her ikisi de kendi başına değerlidir. Son tahlilde bu iki kültür birbirinden beslenir. Manevî elitlerden beklenebilecek “dindarlık” seviyesini manevî halktan beklemek ne kadar abesle iştigal ise, halka Bach ya da Türk klasik musikisi aşılamaya kalkışmak da o ölçüde abesle iştigaldir. Osmanlı’nın miras bıraktığı coğrafyada yaşayan halkları “o halklar” yapan, yani bizi “biz” yapan şeyler arasında en fazla önemsizleştirilmiş, elitler tarafından hor görülmüş “diri” kültür kalemimiz halk danslarımızdır. Fakat bu elitist tutum, iflah olmaz bir yanılgıdır. Devlet kendi halkını ulus-devlet TRT’sinin kültürel ve müzikal sansür mekanizmasıyla “yurttan sesler korosuna” ve “davul-zurnaya” mahkûm etmiştir ve buradan kendi tarzında eğlenemeyen, kendi tarzında düğün yapamayan, acılarını ve sevinçlerini kendi tarzında ifade edemeyen; kendi tarzında gülemeyen, ağlayamayan, kendi tarzında dans edemeyen bir toplum yaratmıştır.
Hayat her noktasında ritüeldir/seremoniktir. İnsan “homo ludens/oynayan âdem”dir. “Oyun,” oynarken unuttuğumuz şeydir. Hayat oyununu hayatı unutarak oynarız. Her dünya görüşünün mensupları bu dansı/oyunu kendi ritminde ve tarzında oynar/yapar. Rutin hayat ritüeldir. Rutin ritüel, ritüel rutindir. Konuşmak ve yazmak sesin ve kelimelerin dansıdır. Dil harflerle, kelimelerle ve sesle danstır. Cenaze töreni “yas” dansıdır. İbadet tarzlarımız (mesela namaz, mesela Hac) ilahî danstır; secdedeki dans. Modern “kültür” modern bilim ve teknolojiyle, tekno-bilimle danstır. Halk dansları halkların coğrafyalarıyla (hava, su ve toprakla) temas noktalarıdır. Coğrafyamız danslarımızla ve mezarlarımızla bizimdir. Çayda çıra ile Mevlevî semaı ya da Alevî semahı arasındaki fark tür farkı değil, derece farkıdır. Son tahlilde ikisi de ilahî danstır. Sufî geleneğimizin bize öğrettiği şey, bu dünya hayatının “oyundan” başka bir şey olmadığıdır. Hayat “oyun” olduğunu unuttuğumuz şeydir.
Halk danslarımız, pre-modern geçmişimizin hayat tarzından günümüze kalan ve bizi “biz” yapan temel unsurlarından biridir. Ve mesele elitlerin görmezden geldikleri kadar “basit” ve “ehemmiyetsiz” değildir. Hiçbir dünya görüşü “pratiği” yapılmaksızın var olamaz. Hiçbir din “amelsiz/pratiksiz” var olamaz. Halk dansları halkların dünya görüşlerinin kendi tarzlarında “pre-modern” pratiği, pre-modern “ameli” ve dolayısıyla kişilikleri ve kimlikleridir.
Ulus-devlet halkının dansını icra edemez
Kendimiz kalmak istiyor muyuz? Kim bu soruya “hayır” diyebilir?
Halk dansları halkların “ritm” gelenekleridir; coğrafya bedene kendi tarzında mührünü vurur. Buradan omurganın, ellerin ve ayakların dansı doğar. Halk danslarımız kendi ritmimizde “beden” eğitimidir. Amel nasıl dinin pratiği ise halk dansı da halkın kendi tarzında amelîdir/ibadetidir. Danslar ritmik geleneklerdir; ritim gelenekleridir. Gelenek (geçmişten gelen şey) tekrardır; hiçbir tekrar öncekinin kopyası değildir; tekrar etmek diriltmek ve yeniden hayat vermektir. Sünnet tekrardır; halk dansları geçmişin cedlerinin “sünneti”dir. Batılı ve modern “pop” kültürünün çocuklarımız üzerindeki ezici tahakkümüne karşı geliştirebileceğimiz en iyi tepki, günümüzün “sağ”, “sol”, “ilerici” ve “gerici” gibi kavramlarını içermeyen halk bilgeliğinin mahsulü bu sünnetin, bu geleneğin, yani halk danslarının tekrarıdır.
Pre-modern geçmişimiz ve geleneklerimiz “ulus-devlet” vizyonu ya da paradigmasıyla anlaşılamaz. Türkiye şu günlerde politika alanında yaptığı gibi kültür alanında da “ulus-devlet” vizyonunu terk etmeli ve kültüre, kültürümüze “imparatorluk vizyonu” diyebileceğimiz bir vizyonla bakmalıdır. Kafkasya, Girit, Selanik, Kırcaali, Kosova, Suriye, Musul ve Kerkük göçmenlerini dikkate alırsak Osmanlı burada ve Türkiye’dedir. Ulus-devlet paradigması bu realiteyi görmemiş, görmek istememiştir. Rakiplerine taş çıkartacak damak zevklerimiz ve muhteşem bir mutfağımız var. Türk mutfağı “ulus-devlet” mutfağı değil, imparatorluk mutfağıdır. Bu, halk danslarımız için de geçerlidir. Ulus-devlet halk dansları tarzında dans edemez; çünkü “modern”dir. Otantik danslar, otantik mutfaklar gibi imparatorluğa aittir. İmparatorluk halkların ve danslarının festivalidir. Bosna’dan Bağdat’a Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasındaki bütün halk dansları bizimdir. İmparatorluk dansları halkların otantik enstrümanlarının (bağlama, kaval, davul, zurna, tulum, kemençe vb.) dansıdır ve bu enstrümanlar bizimdir. Halk dansları “otantik” enstrümanların da dansıdır.
Anaokulu, ilkokul, ortaokul ve liselerde -Türkçeyi bir kenara bırakırsak- bu memlekete ait ne öğretiyorsunuz? Hakkını teslim edelim. Din bilgisi dersiniz var. Fakat “din” bilgi değildir. Bilmek tek başına, uygulamak ve yaşamak anlamına gelmez. Bilgiyi Google amca bile verebilir. Asıl olan, pratik ve uygulamadır. Çocuklarınıza hece vezninin dansını (halk danslarını) öğretmeden Türkçe öğretemezsiniz; imparatorluk halklarının danslarını öğretmeden Osmanlı’yı anlatamazsınız. Kaldı ki çağdaş dünyada en ideal eğitim “oyun”la eğitimdir. Eğer çocuklarınıza mensubu oldukları halkın danslarını, kendi tarzında eğlenmeyi, düğünü ve bayramı öğretmeyecekseniz bu memlekete ait başka ne öğretebilirsiniz?
Bir an gözlerinizi kapatın! Bırakın muhayyileniz kanat çırpsın. Geleceğinin temel eğitim okullarında yattığını kafanızda tutarak Türkiye’nin anaokulu, ilkokul, ortaokul ve liselerinde, imam-hatip ve sanat okullarında, askerî ortaokul ve liselerinde, polis kolejlerinde müfredata zorunlu halk dansları dersi konulduğunu; oğullarımıza ve kızlarımıza, basitten karmaşığa, usta-çırak usulüyle imparatorluk halklarının danslarını öğrettiğinizi düşünün. Müslümanlığınızın tohumunu eken Kur’an kursu modelinin başarısını hatırlayın. Ağrı, Diyarbakır, Urfa ve Dersim’de çocukların Rumeli, Karadeniz, Ege, Orta Anadolu ve Kafkas danslarını oynadığını; yine çocukların Edirne, İzmir, Konya ve Rize’de çayda çırayı, Erzurum barını, Diyarbakır-Urfa halaylarını, Musul ve Kerkük danslarını oynadığını düşünün. Azerbaycan’ı, Çeçenistan ve imparatorluk coğrafyasının burada sayamadığım danslarını oynayan Türk, Kürt, Çerkez, Arap, Gürcü orijinli Türkiyeli çocuklar ve gençler hayal edin. Düğününde kendi toplumunun tarzında dans edebilen gelin ve damatlar; mezuniyet gününde, Kurban ve Ramazan bayramlarında kendi tarzlarında eğlenebilen insanlar düşünün.
Böyle bir toplumun Türkiye’nin hinterlandındaki halklarla nasıl ilişkiler ve bağlar kurabileceğini hayal edin. İmparatorluk vizyonunun tecessüm ettiği bir kültürel demokrasi düşünün!
(III. Milli Kültür Şurası’nda yaptığım sunumun genişletilmiş versiyonudur.)