Modern Türkiye’nin tarihini yazarken Türk Tarih Tezi’ne aykırı bir yorum getirdiniz ve Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki sürekliliklere dikkat çektiniz. Peki bu düşünceye nasıl vardınız?
Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki süreklilik fikri çok eski; 70’li yıllarda bunları kitaplardan okuyordum. Niyazi Berkes ve Bernard Lewis gibi tarihçiler modernleşme alanındaki kurumsal süreklilikleri tartışıyorlardı. Onlara göre gelinen nokta, 18. yüzyılda başlayan oluşumun sonucuydu. Ben ise kurumsal süreklilik yerine TC kurucuları üzerinden siyasî alandaki devamlılığı göstermeye çalıştım. Mesela İttihat ve Terakki 1916’da, 1. Dünya Savaşı esnasında bütün medreseleri Maarif Nezareti’ne (Eğitim Bakanlığı’na) bağladı ve Şeyhülislamı kabineden çıkardı. Yani Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan siyasî değişimler aslında bu dönemde çoktan başlamıştı.
Cumhuriyet’in de kurucu kadrosu olan Jön Türklerin fikriyatını şekillendiren ideoloji nedir?
Zor bir soru. Jön Türklerin içinde bulunduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti çok katmanlı bir yapıydı. Farklı ideolojileri benimsemiş kişilerden meydana geliyordu. Aralarında Osmanlı Müslüman milliyetçiliği yapan da vardı, pozitivist laik kişiler de. Az sayıda dindar kişiler de mevcuttu. Savundukları toplum, Osmanlı Müslüman toplumudur. Osmanlı Müslüman milliyetçiliği tespitini yaptığımızda şunu unutmamak gerekir: Buradaki “Müslüman” ya da “İslam” kavramları etnik bir kategoride, yani kimliği tanımlayan bir araç olarak kullanılmaktadır. O dönemde milliyetçilikler arasında büyük bir rekabet vardı. Bu sebeple Rum, Bulgar, Sırp veya Ermeni milliyetçiliğinin karşısına Osmanlı Müslümanlığını koyuyorlar. Elbette bunlar dinî bir yönetim taraftarı değiller, Cumhuriyetçi laikler kadar olmasa da seküler bir bakışa sahipler.
Ayrıca o dönemde “Türk” kavramı da çeşitli şekillerde kullanılıyor. Müslüman Arnavutlar kendilerine “Türk” diyebiliyorlar ama onlar için “Türk” demek “Osmanlı Müslümanı” demek.
Bu söylem daha sonra Cumhuriyet dönemine damgasını vuran “Türk milliyetçiliği” ile karıştırılmamalı. Cemiyet’in toplum ve devlet görüşü daha çok fenne ve rasyonalizme dayalı laik bir anlayışa dayanmaktaydı.
Jön Türkler II. Abdülhamid’i despotlukla suçladılar fakat iktidara geldiklerinde onlar da muhaliflerini susturdular. Hürriyet ve meşrutiyet söylemlerinde samimi miydiler?
Jön Türkler başlangıçta bir diktatörlük kurmayı başaramıyorlar zaten. Balkan Savaşlarından önce İttihat ve Terakki iktidardan düşmüş, yerine muhafazakâr ve liberal bir rejim gelmişti. Ocak 1913’teki Bab-ı Âli baskınından, yani Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra tek parti yönetimi kuruluyor. Bu, bir çeşit diktatörlük sayılabilir.
Ancak gerçekten meşrutiyet ve hürriyete inanıyorlardı ve söylemlerinin arkasında durmaya da çalıştılar. Onlara göre devleti rasyonel ve bilimsel bir sistem içine oturtmak gerekiyordu ve meşrutiyet bunun aracıydı. Onlar için anayasa, parlamento, yani meşrutiyet müstakil bir hedef değil, sadece bir araçtı. Asıl amaçları, modern bir devlet kurmaktı. Böylece devleti korumayı, güçlendirmeyi ve kurtarmayı planlıyorlardı.
Cumhuriyet öncesinde ve Osmanlı tarihinde, hatta bugün bile Türkiye’de bu, güçlü bir gelenektir. Devlet her şeyin üstündedir. Bu hedefe ulaşmak için de öncelikle modern vatandaşı yaratmak gerekiyordu. Eski reayayı vatandaşa dönüştürmek istediler. Fransa ve Almanya’da bunun ne kadar güçlü bir devlet yarattığını görmüşlerdi.
Millî Mücadele’de İttihatçılık adlı kitabınızda resmî tarihin hasıraltı ettiği önemli bir gerçeği ortaya çıkardınız: İttihatçıların Millî Mücadele’deki rollerinden bahsettiniz. Peki İttihatçıların bağımsızlık mücadelesine katkıları ne boyuttaydı?
Millî Mücadele kararını alanlar zaten İttihat ve Terakki liderleriydi. Bu kararın hazırlık süreci 1915 Çanakkale muharebelerine kadar gider. Savaşın kaybedilmesi halinde İstanbul’un işgaline karşılık mücadelenin Anadolu içlerinde devam ettirilmesi fikri üzerinde durulmuştu. 1. Dünya Savaşı’nın sonunda planlar yapıldı. Silahlar saklandı. Askerî kadrolar gizlice Anadolu’ya gönderildi. Bir hazırlanma ve teşkilatlanma süreci sözkonusu. Ordu zayıflamış ama emir-komuta zinciri kopmamıştı. Anadolu’da kilit konumda yine İttihat ve Terakki liderleri yer almaktaydı. 19 Mayıs 1919’dan önce pek çok İttihat ve Terakki üyesi Anadolu’ya gönderilmişti.
Planlanan faaliyetler 1918 sonunda Trakya’da, doğuda Kars ve Ardahan’da hemen başlıyor. Öncelikle kamuoyunu uyandırmaya çalışıyorlar ki, bu konuda Cemiyet’in şubeleri aktif olarak çalıştı. Ancak bu süreci planlayıp yönetirken bir cumhuriyet kurma düşünceleri yoktu. Amaç, toprakları işgalden kurtarmaktı. Cumhuriyet kurma fikri Millî Mücadele sonunda, çok geç bir tarihte tezahür ediyor. Cumhuriyet tartışması 1922’de Mustafa Kemal ve çevresindekilerin söylemleriyle ortaya çıkmıştır.
Kemalizmle devam edelim. Kemalizm ile İttihatçılık arasındaki ilişkiden bahsedebilir misiniz? Benzerlikler veya süreklilikler var mı?
Kemalizm tek bir ideoloji değil. Çeşitli “Kemalizm”ler mevcut. Sovyetler’e, faşizme yakın olanlar var, kendilerini liberal görenler de. Kemalizm de, İttihatçılık da teşekkülünü Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki fikrî akımlara borçlu. Bu dönemde milliyetçiliğin içeriği değişiyor. Osmanlı Müslüman milliyetçiliği etnik Türk milliyetçiliğine dönüşüyor. Ayrıca laiklik fikri de ortaya çıkıyor. Cemiyet’in içinde 1905’te Fransa’da kurulan laik devlet tipini ideal devlet modeli olarak görenler var.
Şükrü Hanioğlu’nun da tespit ettiği gibi dil devrimi, harf devrimi ve kılık-kıyafet devrimi II. Meşrutiyet sürecinde zaten tartışılıyordu fakat iktidardakiler bu sivri fikirlere pek katılmıyorlardı. Mesela Enver ve Talat paşalar bu radikallerden kaçınıyorlardı. Cumhuriyet döneminde bu görüşleri en radikal şekilde savunanlar iktidara geldiler. Kurucu kadro Abdullah Cevdet’in düşüncelerine çok yakındı. Kemalizm, II. Meşrutiyet’in fikir akımlarının uzantısı fakat belli bir kısmımın uzantısı, en azından ben öyle düşünüyorum.
Merak edilen konulardan biri de Enver Paşa ile Mustafa Kemal rekabeti. Size göre böyle bir rekabet sözkonusu mu?
Bu rekabete Cumhuriyet döneminde vurgu yapıldı. Fakat II. Meşrutiyet yıllarında Enver Paşa, Mustafa Kemal’den çok daha önemli bir mevkide. Zaten Enver Paşa, Mustafa Kemal’i kendisine rakip olarak görmüyordu. Ayrıca hiç kimse görmüyordu. Neden? derseniz, Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki içindeki konumuna bakmak yeterli. Mustafa Kemal Şubat 1908’de Cemiyet’e dahil oldu. Oysa öncüleri 1,5 sene önce katılmışlardı. Bu yüzden Enver Paşa ve Kâzım Karabekir’e nispeten Mustafa Kemal karar vericiler arasında yer alamadı. Fakat tepedekileri yakından tanıyordu. Özellikle Cemal Paşa ile Ali Fethi (Okyar) Bey’i. Ali Fethi Bey kilit isimlerdendi ve Enver Paşa’ya gerçekten rakip olabilecek tek kişiydi. Hem siyasî, hem de askerî açıdan Enver Paşa’ya rakip olan Ali Fethi, Mustafa Kemal’in en yakın dostuydu. 1913’e kadar o ve Enver Paşa aynı rütbedeydi. Mustafa Kemal ise onlardan bir rütbe küçüktü. Bu hiyerarşi orduda çok önemli ve belirleyicidir. Nedenini tam olarak bilmiyoruz ama Trablusgarp’ta Enver Paşa ile Ali Fethi’nin araları açılmıştı. 1913’te ordudan ayrılarak Sofya’ya elçi olarak giden Ali Fethi, Mustafa Kemal’i de yanına aldı. Bu durumdan ikisi arasındaki mücadeleyi Enver Paşa’nın kazandığını anlıyoruz.
1. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Mustafa Kemal’in Enver Paşa’ya rakip olması söz konusu değil. Ancak savaştan sonraki gelişmeler dengeleri değiştirecekti. Çünkü İmparatorluk çökmüş, bundan da Enver ve Talat paşalar sorumlu tutulmuşlardı. Böyle bakıldığında o süreçte Mustafa Kemal’in Cemiyet’in lider kadrosu içinde yer almaması büyük bir şans oldu. 1919- 21 yıllarında Mustafa Kemal onlardan adım adım uzaklaşarak kendi iktidarını kuracaktır. Enver Paşa o sırada dışardaydı. Geri dönmeye çalıştıysa da mümkün olmadı.
1921 Eylül’ünde kazanılan Sakarya Savaşı dengeleri Mustafa Kemal adına değiştiren bir diğer olaydır. Millî Mücadele’yi yöneten kadro için savaş öncesi durum çok tehlikeliydi ve bu vaziyetten kıl payı kurtuldular. Zaferden sonra Mustafa Kemal Paşa’nın liderliği pekişirken Enver Paşa’nın yıldızı söndü. Bunu kendisi de anlıyor ve Batum’a gidiyor. Başarılı bir liderin sahneden çekildiği ve yeni bir liderin Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğu rekabetin hikâyesi özetle bu.
Bu yıl Ermeni tehcirinin 100. yıldönümü. Osmanlı Devleti’ni tehcir kararını almaya iten sebepler nelerdi?
İki faktör etkili olmuştu. Birincisi, İttihatçıların özellikle Balkan Savaşları sırasında şahit oldukları gerçeklerdi. Balkanlarda homojen bir ulus-devlet yapısının ne kadar başarılı olduğunu gördüler ve bundan nüfusun homojenleştirilmesi yönünde dersler çıkarttılar. Rumeli kaybedilmiş, geriye sadece Anadolu kalmıştı. Böylece Anadolu nüfusunun homojenleştirilmesi fikri gündeme geldi. Tam o günlerde 1. Dünya Savaşı patlak verdi ve daha ilk aylarında arka arkaya iki büyük yenilgi haberi geldi.
Osmanlı ordusu Ocak’ta Sarıkamış’ta, Şubat’ta da Mısır’da mağlup oldu. Sarıkamış savaşını kaybettiler fakat kar kış varken Ruslar bir şey yapamazdı. Ancak bahar gelince Doğu Anadolu’ya hücum edecekleri biliniyordu. İngilizler de bazı hazırlıklar içindeydi. Bu sebeple Osmanlı’nın en çok korktuğu cephe Çanakkale değil, İngilizlerin planladığı İskenderun-Dörtyol çıkarmasıydı.
Bu çıkarma tam gerçekleşmek üzereyken Lord Kitchener vazgeçti. Plana göre eşzamanlı olarak Ruslar Doğu Anadolu’ya inerken İngilizlerin Mısır’dan getirttikleri Akdeniz filosuyla İskenderun’a çıkarma yapmaları bekleniyordu. Bu şartlar tabiatıyla İmparatorlukta büyük bir panik ve korkuya yol açtı.
Osmanlı Devleti’nin Ermenilere uyguladığı ilk tehcir Zeytun’dadır (Maraş’ın kuzeyinde). Zeytun tehciri Suriye çöllerine değil, Konya’ya yapılmıştı. Ermenilerin çöle gönderilmesi henüz düşünülmüyordu. Ama Nisan 1915’te Ermenileri Anadolu’dan Suriye’ye göndermeye karar verdiler. Mayıs sonunda kanun çıkarıldı fakat karar elbette önceden alınmıştı.
Peki cephe hattında olmayanlar niçin tehcir edildi?
Bunda halkı homojenleştirme ideali önemli rol oynuyor. Cephedekiler kararın daha çok emniyet amaçlı alındığını düşünüyor. Ancak Talat Paşa ve çevresi bu konuyu daha temel bir problem olarak görüyor ve çözmek istiyorlar.
Ermenilerin Anadolu’dan sürülmesinde İngiliz ve Rusların kışkırtmasıyla ileride kurulması planlanan Ermenistan devleti fikrinin etkisi var mı?
O dönemde yok, çünkü bu fikir savaş sonunda ortaya çıkıyor. Ermeniler o yıllarda sadece bazı alanlarda reformların yapılmasını -1913 ve 14’te-talep etmişlerdi. Ağustos 1914’te Taşnaklar bile kongrelerinde Osmanlı Ermenilerinin devlete sadık kalmalarını istiyorlardı. Arkalarında Rumeli ve Balkan tecrübesi olan Talat Paşa gibi muhacirler Ermenileri iç düşman olarak görmeye başladılar. Artık onlara güvenmiyorlardı. Ermeniler de aynı şekilde. 1915’te karşılıklı güven yok olmuştu.
Tehcir organizasyonunu merkezi idare mi yaptı? Yoksa idarî amirlerin inisiyatifine mi bırakıldı?
Bu organizasyon İstanbul’daki Merkez-i Umumi tarafından planlandı. Konu üzerinde daha çok Dahiliye Nezareti Muhacirîn Müdürlüğü çalıştı. Talat Paşa da şahsen konuyla çok ilgilendi. Müdüriyette (Cumhuriyet devrinin İçişleri Bakanı) Şükrü Kaya var, o da ilgilenenlerdendi. Fakat yeterince imkânları yok; sadece emir verebiliyorlardı. O kadar.
Takip etmeye çalışıyorlar ama pek çok şeyi yapamıyorlardı. Özellikle güzergâhtaki çöl ve Fırat nehrinde kafileler için hiçbir hazırlık yapılmamıştı. Kamplar vardı ama ihtiyaçları karşılanmamıştı. Ayrıca yolda erkekler milisler tarafından öldürülüyordu. Yani çöle varanlar daha çok kadın, çocuk ve yaşlılardı.
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım