Halil İnalcık'la birlikte Osman Gazi'nin izinde

700 yıllık
miras
Hünernâme’de
yer alan
minyatürde
Osman Gazi’nin
tahta çıkışı
tasvir ediliyor.
700 yıllık miras Hünernâme’de yer alan minyatürde Osman Gazi’nin tahta çıkışı tasvir ediliyor.

Eğer tarihi ve kültürleri anlamak istiyorsak, onların yaşadığı zamana gitmek mümkün olmasa da, olayların geçtiği alanlarda keşif gezileri yapılabilmeli. Tarihsel bilginin bilimsel olabilmesinin en önemli koşullarından biri, olayların geçtiği yer ve mekânların bilinmesidir. Hayalî mekânlarla tarihsel olayları anlatmak mümkün değildir zira. Raif Kaplanoğlu Derin Tarih dergisindeki yazısıyla bizi gizemli tarihin peşinde bir keşife çıkarıyor.

W. M. Ramsay’ın “Topografya tarihin temelidir” sözü Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemi için sihirli bir ifade.

Ne yazık ki Türk tarihçilerimizin geleneğinde alan araştırmaları ve toponomi çalışmaları yaygın olmadığı gibi keşif gezilerine de yeteri kadar önem verilmemekte. Bu nedenle de Türk tarihçiliği masa başında yazılır oldu. Oysa bir tarihçi için olayların geçtiği mekânın görülmesi ve incelemesi son derece önemli. Nitekim bir devlet veya uygarlığın tarihini, özellikle de Osmanlı Devleti’ni sadece belge ve tarih kitaplarından anlamak mümkün değildir. Çünkü Osmanlı kaynakları, devletin kuruluşundan 150 yıl sonra yazılmaya başlandı. Ayrıca bu ilk kroniklere dönemin geleneği gereği birkaç nesildir söylenen bazı epik hikâye ve söylenceler de eklenmiştir.

İnalcık hocanın rehberliğinde… Prof. Dr. Halil İnalcık, Kızılkilise-Kemaliye köyündeki sancağı incelerken
İnalcık hocanın rehberliğinde… Prof. Dr. Halil İnalcık, Kızılkilise-Kemaliye köyündeki sancağı incelerken

İşte bu nedenle özellikle yabancı araştırmacılar kuruluş dönemine ait Türk kaynaklarını ciddiye almayıp tümüyle gerçekdışı oldukları düşüncesindeler.

Örneğin Colin Imber şu ilginç ifadeleri kullanır: “Osman Gazi hakkında geleneksel hikâyelerin neredeyse tümü hayal ürünüdür. Çağdaş bir tarihçinin yapabileceği en iyi şey, Osmanlı tarihinin başlangıcının bir kara delikten ibaret olduğunu kabul etmek olacaktır. Bu deliği doldurmak yönündeki her girişim, yalnızca yaratılan masalların sayısını artırmakla sonuçlanacaktır” (“Osman Gazi Efsanesi”, Osmanlı Beyliği, 1997, s.77).

Oysa bu hikâyelerin büyük bölümünün gerçek olduğu, 1995’ten sonra 10 yılı aşkın bir süre Prof. Dr. Halil İnalcık’la büyük bölümünü birlikte gerçekleştirdiğimiz tetkik gezilerinde anlaşıldı. İnalcık hoca, hikâye olarak adlandırılan bu olayların önemini gösteren şu bilimsel saptamayı yapmakta:

“Tarihi yapan güçler arasında inanç sistemleri ve efsaneler gittikçe daha ciddi olarak ele alınmaktadır. Bu anlamda efsane bir realitedir. Kahramanlar ve büyük işler efsanelerden doğar. Bunları tanımayan tarihçi, tarihi anlayamaz. Efsane, belki içeriğiyle değil, tarihin yürütücüsü ve yaratıcısı olarak maddi hayat hırsı kadar gerçektir.”

Kuruluş dönemi bir kara delik mi?

İlk Osmanlı kronikleri II. Bayezid döneminde yazıldı. Yani Osman Gazi döneminden 6 kuşak sonra... Bu nedenle özellikle yabancı yazarlar Türk tarih kaynaklarında geçen kuruluş dönemine ilişkin bilgileri dikkate almayarak, bunların birer efsane ve safsata olduğunu iddia ediyorlar. Ancak Sayın İnalcık, hiçbir ciddi katkı görmeden, uzun yıllar bu kara deliği kapatmaya çalıştı. Osmanlı Devleti’ni kuran sultanları, izlerinden adım adım izleyerek ‘kuruluş dönemi’ni çözmeye, tarihî mekânları bizzat görüp bir sonuca varmayı hedefledi. Hem de 90’lı yaşlarında... Bir arkeolog ve sanat tarihçisi gibi incelemeler yaparak yeni bir tarih anlayışı getirdi. Bu yeni anlayış, ileride tarihçilerimiz için vazgeçilmez bir ilke olmaya aday.

İlk Osmanlı kroniklerden birini yazan Âşıkpaşazâde, Osman ve Orhan Gazi dönemine ilişkin ayrıntılı bilgileri duyarak yazmadığını, Orhan Gazi’nin imamı olan İshak Fakîh’in oğlu Yahşi Fakîh’in yazdığı bir kitaptan kopya ettiğini söylemekte. Günümüze ulaşamayan Yahşi Fakîh’in bu kitabı, bir açıdan kuruluş döneminin kroniği. Ancak bu konuda en önemli sorun şu: Gerçekten böyle bir kitap var mıydı, yoksa anlatılanlar uydurmadan mı ibaretti?

Bu aşamada tarihçilerin çözmesi gereken şey, Âşıkpaşazâde’nin Yahşi Fakîh’ten aldığını iddia ettiği bilgilerin gerçek olup olmadığının tespit edilmesidir. Nitekim Osmanlı kroniklerinde yer alan, kuruluş dönemi olaylarının anlatıldığı bölümlerde 70 civarında yerleşim yerinin adı geçse de, yakın zamana kadar bunların sadece 30 kadarının varlığı bilinmekteydi. Bu nedenle kuruluş dönemini anlatan kitaplarda, neresi olduğu bilinmeden, 30’dan fazla hayali kale ve yerleşim yerinden söz edilerek olaylar açıklanıyordu. Oysa bir tarihsel bilginin bilimsel olabilmesinin en önemli koşullarından biri, olayların geçtiği yer ve mekânların bilinmesidir. Hayalî mekânlarla tarihsel olayları anlatmak mümkün değildir.

İşte Sayın İnalcık ile yaptığımız bu tetkik gezilerinde gerçekleşen keşiflerle, Âşıkpaşazâde’nin kitabında yer alan kuruluş dönemi bilgilerinin birer masal ürünü değil, gerçek olduğu ortaya çıktı. (Sayın İnalcık, sadece Türk kaynaklarında geçen yerleşim yerlerinin değil, Bizans kroniklerinde geçen yerlerin belirlemesi için de çalışmalar yaptı.)

Böylece Batılı tarihçilerin ‘kara delik’ olarak nitelediği Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemine ait bilgilerin büyük bölümü aydınlatıldı. Ancak bu hiç de kolay olmadı.

Nitekim Osman ve Orhan Gazi’nin fetih bölgesi olan Bitinya’daki Bizans ve ilk Osmanlı yerleşim yerlerinin bir kısmından hiçbir iz kalmamıştı. Bu kale ve kentler defalarca yeniden kuruldukları için eski yerlerini belirlemek çok güçtü. Buna, yıllar içinde gerçekleşen isim değişiklikleri de eklenince, işimiz daha da zorlaştı. Ayrıca ilk kroniklerde, Bitinya bölgesinde geçen olaylar anlatılırken, benzer isimli birçok yer karıştırılmıştı. Tarihçiler bu karışıklığı da çözmek zorundadır.

Örneğin Osmanlı kroniklerinde, Osman Gazi’nin 1289 (Oruçbey’e göre 1291) yılında fethettikten sonra devletin kuruluş nişanesi olarak ilk kez adına hutbe okuttuğu Karaca-Hisar neresiydi? Oysa tarihî kaynakların verilerine göre, kuruluş döneminde 3 Karaca-Hisar bulunmaktaydı. Yine Bitinya bölgesinde 2 Koyunhisar ve 2 Koyunhisar Savaşı vardı.

Epik öyküler tarihçiye yol gösterir

Kuruluş dönemi üzerine yapılan çalışmalarda ortaya çıkan diğer bir sorun da, kroniklerde geçen dönemin anlatım üslubu gereği yazılmış epik öykülerdi. Sayın İnalcık, özellikle yabancı araştırmacıların kuruluş dönemine ilişkin epik öyküler bağlamındaki yaklaşımını bir bağnazlık olarak niteliyor:

“En erken Orhan dönemine kadar indirebildiğimiz (Orhan’ın imamı İshak Fakîh) menâkibnâme rivayetleri, belli bir tarih nevini, epik bir üslûp ve tarzı temsil eder. Bu tarz, uc’daki Türkmen toplumunun epik tarih anlayışı ve anlatışını yansıtır; kahramanlık dönemine özgü epik tasvirler, mucizeler, folklorik malzeme egemendir. Ama Osmanlı menâkibnâme rivâyetleri epik-folklorik anlatış yanında, gerçek bir tarih tablosu vermekte ve örneğin aynı tarzın bir örneği olan Şikârî’nin Karaman Tarihi’nden çok daha nesnel (objektif ) bilgiler sağlamaktadır. Bu kaynağı tarih tenkit metotlarına göre değerlendirmeye çaba göstermeden, bir çırpıda bir yana attığımız zaman Osman Gazi hakkında hiçbir şey söyleyemeyecek duruma düşeriz.”

Bir başka yerde de şunları ifade eder:

“Bizim en eski kaynaklarımızdaki bilgiler ki, Orhan’ın imamı İshak Fakîh’ten geliyor. Âşıkpaşazâde’ye intikal etmiş olan bu bilgilerde birtakım yer adları var. Bu yer adlarını kullanarak bu rivayetlerin doğruluğunu tahkik etmeye çalıştık. Ve Raif (Kaplanoğlu) Bey, bu bölgeyi çok iyi bilen, mıntıkayı bilen bir mütehassıs olarak benimle beraber dağ tepe gezmiştir. ...Ve eski rivayetlerdeki yer adlarının doğruluğunu gidip yerinde görerek tahkik ettik. Mesela kaynaklarda geçen Çakıpınarı nerede, Hamzaköy nerede, Karategin nerede? Biz buraları tespit ederek, bu rivayetlerin doğruluğunu ispat ettik. Bir ‘kara delik’ olarak nitelenen, yani hiçbir şey öğrenemeyeceğimiz zannedilen Osmanlı’nın ilk devrini bu kaynaklardan öğrenebileceğimizi gösterdik. Bursa’nın tarihini çıkardık. Ve bu faaliyette çok eski öğrencim ve kıymetli tarihçi Yusuf (Oğuzoğlu) Bey ve Raif (Kaplanoğlu) Bey’le beraber dağ tepe gezerek buraları tespit ettik” (Bursa’da Yaşam dergisi, Ekim, 2011).

Beştaş’ın sesinin çınladığı yerler Tetkik gezilerinde Sakarya’nın sırtlarında Beştaş denilen bir mevkii bulunup burada Bizanslılardan kalma beş adet taş olduğu için bu adı aldığı, buradan Sakarya kıyılarına inilip Sarıcakaya (sağda) mevkiine gelindiğinde ise Sakarya’nın o gür sularının, atlarla sadece buradan geçilebileceği görüldü.
Beştaş’ın sesinin çınladığı yerler Tetkik gezilerinde Sakarya’nın sırtlarında Beştaş denilen bir mevkii bulunup burada Bizanslılardan kalma beş adet taş olduğu için bu adı aldığı, buradan Sakarya kıyılarına inilip Sarıcakaya (sağda) mevkiine gelindiğinde ise Sakarya’nın o gür sularının, atlarla sadece buradan geçilebileceği görüldü.

Beş taş hadisesi uydurma değil, hakikat

Osman Gazi’nin İznik kuşatması sırasında Yenişehir’den yana olan dağ yamacında bir havale kulesi yaptırdığı ve içine Taz (Draz) Ali kumandasında ufak bir kuvvet yerleştirdiği yazılmakta. Ayrıca bu bölümde, Draz Ali kayası ile pınarından da söz ediliyor. Gerçekten de tetkik seyahatlerinde gördük ki, İznik’ten Yenişehir’e giden yolun solunda Draz Ali köyü var. Üstelik köyün üzerindeki kayada palangadan yapılmış kalenin izlerini görmek mümkün. Bunlar dışında Draz Ali pınarı da kronikte söz edilen yerde belirlendi. Osmanlı kroniklerinde geçen İznik kuşatması sırasında Köprü-Hisar ve Kızıl-Hisar köylerinin de söz konusu bölgede oldukları tespit edildi. Yine kroniklerinde çokça adları geçen Çakır-Pınar, İncirli-Pınar, Hamzabey ve Nilüfer Hatun’un babasının şehri olan Yar-Hisar’ın neresi olduğu da tam olarak bulundu.

Âşıkpaşazade’de, İshak Fakîh’in bahsettiği Sakarya seferiyle ilgili şu ifade yer almakta:

“Mihal dedi ki; ‘Hanım; Sorgun üzerinden Sarıkaya’dan, Beştaş’tan geçelim ki Sakarya suyunu geçebilelim.’ (...) Vardılar, Beştaş tekkesine kondular. Şeyhine sordular: ‘Su (Sakarya) geçit verir mi?’ Şeyh: ‘Allah’ın fazlı ile gazilere geçittir’ dedi. Atlarının yemini kesip bindiler. Su kenarına vardılar.” (Aşıkpaşaoğlu, 10. Bab)

Özetle Osman Gazi Beştaş zaviyesine indi. Buranın şeyhi ona Sakarya’nın Sarıcakaya’dan geçileceğini söyledi. Tetkik gezileri sonunda, gerçekten de Sakarya’nın sırtlarında Beştaş denilen bir mevkii bulunup burada Bizanslılardan kalma beş adet taş olduğu için bu adı aldığı, buradan Sakarya kıyılarına inilip Sarıcakaya mevkiine geldiğinde ise Sakarya’nın o gür sularının, sadece atlarla buradan geçilebileceği görüldü.

Beştaş tekkesi, bugünkü Eskişehir’in Tepebaşı ilçesine bağlı Keskin ile Oluklu köyleri arasındadır. Bölgede araştırma yapan Prof. Dr. Halime Doğru, bu mevkiyi ilk tespit eden araştırmacıdır. Çeşitli kaynaklara göre Baba İlyas’ın müritlerinden oluşan bir grubun kurduğu Beştaş tekkesinde genellikle Osmanlı’nın ilk döneminde faaliyet gösteren heterodoks dervişler bulunmaktaydı. Kuruluş döneminde bu tür dervişlerin, yol üzerinde tekke açma amaçlı vakıf kurmalarına izin verilmiştir.

Bu tekkeler, sadece dinsel faaliyet göstermemiş, aynı zamanda ‘ayende ve revendeye’ yani gelen ve gidenlere hizmet etmiştir. Ayrıca Sakarya nehri vadisinden karşıya geçenleri denetim altında tutup rehberlik hizmeti yaptıkları da anlaşılmaktadır. Bugün büyük ölçüde tahrip olan Beştaş Zaviyesi ve çevresi, istikbalde kurulması beklenen ‘Osmanlı Arkeolojisi’nin önemli bir kazı alanı olarak, uzmanlarını beklemektedir.

Yine Osmanlı kroniklerinde, 1303 yılındaki kayıtlarda Dinbos/Dimbos (ya da Koyun-Hisar) Savaşı sırasında Dimbos kalesi ve geçidi, Marmaracık ve Koyun-Hisarı (Mahmudiye) kalelerinden söz ediliyor (Âşıkpaşazâde 16. Bab; Neşrî, I, 112). Gerçekten de bugün bu 3 köy, adları değişse de kroniklerde sözü edildiği gibi Yenişehir’in batısında yer alıyor. Savaşın geçtiği Dinbos geçidi, hatta antik Roma yolu kıyısında, (tıpkı kroniklerde bahsedildiği gibi) Aydoğdu Bey’in mezarının halen bulunduğu, hasta atların tedavisi için bugün bile bölge halkı tarafından bazı ritüellerin sürdüğü görüldü. Tekfurlar Savaşı sırasındaki adı geçen tüm yerleşim yerleri ile Osman Gazi’nin 1304’teki Sakarya Seferi sırasında sözü edilen Kara- Çepüş (Çepiş), Tekvur-Pınarı, Absu, Leblebüci Hisarı, Çadırlu, Lefke ve Çavuş gibi köylerin yerleri de tespit edildi.

Tüm bunlara karşın bugüne dek Colin Imber’i haklı çıkaran çalışmalar da yok değildi. Nitekim bazı tarihçiler kroniklerden ayıklanması gereken bazı epik hikayeler üzerine tarih yazma çabasına girmiş, devletin kuruluşunu Osman Gazi’nin rüyasına bağlayanlar olmuştur.

Orhan Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun’un babasının şehri olan Yarhisar köyünde (solda) bir inceleme sırasında...Halil İnalcık ve Raif Kaplanoğlu
Orhan Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun’un babasının şehri olan Yarhisar köyünde (solda) bir inceleme sırasında...Halil İnalcık ve Raif Kaplanoğlu

Osmanlı Arkeolojisi kürsüsü kurulmalı

Prof. Dr. Halil İnalcık, Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini anlamak için bölgede yapılacak tetkik seyahati ve toponomi araştırılmalarının da yeterli olamayacağını düşünüyor. Nitekim bu döneme ait birçok eser toprak altında kalmıştır. Bunlar arkeolojik kazılarla yeryüzüne çıkarılarak arkeoloji disiplini içinde değerlendirilmeli; Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrini doğru tahlil edebilmek için yeni bir yöntem olarak arkeolojik metod mutlaka kullanılmalıdır.

Bugün ‘Geç Bizans Devri’ olarak anılan Osmanlı kuruluş dönemi özgün bir arkeolojik dönem olarak nitelendirmelidir. Nitekim Bursa Araştırmaları Vakfı tarafından Sayın İnalcık’ın başkanlığında, Bursa Hisar içinde gerçekleştirilen Bitinya Sarayı kazısı tarihimizde ilk Osmanlı Arkeolojisi olarak literatüre girmiş durumda. (Daha sonra yine Sayın İnalcık’ın başkanlığında Eskişehir’deki Karaca-Şehir’de de bir kazı yapıldı.)

Umarız bu kazıların sayısı daha da artar.