Ganimet Türkler Almanya'yı 500 yıl önce fethetmişti
İşçi Türkler Almanya’yı kendilerine mesken edineli 50 yılı geçti. Bu ülke onlar için ikinci vatan oldu ancak kendilerinden önce de birileri aynı topraklarda gurbete düşmüştü. Arada yaklaşık 500 yıllık bir uzaklık vardı ve gurbetçi Ali’ler 2. Viyana Savaşı’nın ardından esaret hayatı başlayan “ganimet” Osmanların devamıydı
Mehmed Sadullah Paşa memleketinden çok uzakta bir halı üzerinde bağdaş kurmuş otururken közler üzerinde ağır ağır karıştırdığı kahvenin kokusu etrafı sarmaya başlamıştı bile. Takvimler 2 Mayıs 1697’yi gösteriyordu. Merak içinde gelen Almanlar insanı dinginleştiren bu maddeyi pek beğenmemiş, acı bulmuşlardı. Birbirlerine bakıp “Bu ne?” dercesine esir Türk’ün elinden çıkma içeceğe burun kıvırıyorlardı. Sadullah Paşa’nın yanındaki ibrikten fincanlara doldurduğu tatlı şurup ise acı kahvenin tadını bir anda değiştiriverdi. İşte o anda özellikle Alman hanımlar kahveye gönüllerini kaptırdılar.
1683’teki Viyana bozgununda elleri arkadan bağlı olduğu halde esir getirilenlerden sadece biriydi Mehmed Sadullah Paşa. Daha nice yeniçeriler, kadınlar, çocuklar ve erler vardı onunla aynı kaderi paylaşan. Hepsi esir alınıp Avrupa içlerine götürülmüşlerdi.
Almanya’da esir Türkler ve Türk kültürü üzerine çalışan en önemli isimlerden, Nürnberg Erlangen Üniversitesi Toplum Kültürü ve Folkloru Araştırmaları/Avrupa Etnolojisi Profesörü Hartmut Heller, onlar için ‘Ganimet Türkler’ (Beutetürken) terimini kullanıyor. Esirlerin sayısının binlerce olduğu tahmin ediliyordu. Ancak Heller 20 yıldan fazla süren araştırmalarında sadece 700’ün üzerinde Türk’ün izine ulaşabildi. Dinlerini değiştirmek zorunda bırakılan esirler arasında nice Aliler, Osmanlar, Fatmalar, Kaderler vardı…
Onların köklerine, yüzyıllar öncesinde geçirdikleri kimlik değişikliklerinden sonra ulaşmak iğne oyası işlemek gibi bir iş. Devlet adamlığına, hatta kilisede papazlığa uzanan görevlerde bulunan esir Türkler araştırılmayı bekliyorlar. Gelin küçük de olsa bir adım atalım ve Prof. Heller’in ifadesiyle “Türklerin Almanya’da 500 yıla yayılan izlerini” takip ederek bir kültür yolculuğuna çıkalım.
Almanya’daki Türk izleri halılar, göz desenli kumaşlar, o zamanki adıyla Türk mürveri olarak bilinen lale tohumları ve leylakların çok ötesine uzanıyor. Kahve bahsine dönersek, Würzburglular “Kahve Almanya’da resmî olarak ilk defa bizim şehrimizde içilmiştir” görüşünde ısrarlılar. Başta Hammer olmak üzere Batılı tarihçiler de binlerce çuval kahvenin Avrupalıların eline geçtiğini yazıyor.
Öğrendiğimize göre sabah içtikleri şarap nedeniyle öğlene kadar sarhoş olup iş yapamaz hale gelen memurlar Würzburglu kralın verdiği emirle kendilerine gelmişler: “Bundan sonra resmî görevlilerden hiç kimse sabah kahvaltısında şarap içmeyecek.” Şarapçılar tepkilerini ortaya koyarken esir Sadullah paşa çoktandır belediye tarafından kabul görmekteymiş zaten. Belediye tüm masraflarını ödeyerek paşaya Türk stili bir kahve açmış. Burası zamanın entelektüellerinin uğrak yeri olurken diğer şehirlerde de bu tür mekânlar açılmaya başlanmış.
Viyana’da başlayan bozgun süreci Türklerin Avrupa’da 150 yıl sürecek kültürel yayılmalarının da başlangıcı sayılabilir. Matbaanın icadından sonra Türklerle ilgili olarak yazılan ilk kitap, 1494’te Bavyeralı araştırmacı Nicolaus Höniger’in kaleme aldığı Türkengeschichte ( Türklerin Tarihi) adlı çok ciltli eserdir. Sadece bir numunesi günümüze ulaşan beş asırlık tarihî kitap, Orta Çağ Avrupası’nda Türkleri şeytan olarak niteleyen kiliseye bir tepki olarak kaleme alınmıştı. İlk baskısı 2,000 adet yapılan kitapta Türklerin sosyal hayatı, saray yaşantısı, ekonomik gelişmeleri, mimarî ve savaş teknikleri ve dinî inançları tarafsızca ele alınmış. Piyasaya sürüldüğü anda tükenen eser, Avrupa ve Osmanlı arasındaki ilişkileri hızla geliştirmiş, Osmanlı sultanlarını tasvir eden çizimler ve diğer resimler büyük ilgi görmüştü.
Sultan gibi yaşayan Baden kralı
Viyana surları önündeki Osmanlı-Avrupa savaşının üzerinden sadece 7 yıl geçmişti. 19 Ağustos 1691 tarihinde Sırbistan’ın Salamanken şehrinde Osmanlı ve Alman orduları karşı karşıya geldi. 8 devlet, 32 krallık ve binlerce kaleden toplanan askerler Osmanlı’yı Macaristan’dan atmak için var gücüyle saldırdı. Prens Markgraf Ludwig Wilhelm, Sadrazam Köprülü Fazıl Mustafa Paşa’dan çok çekiniyordu. Ancak sadrazamın alnına yediği kurşun orduyu çökertmeye yetmiş, Osmanlı’nın hücum gücünün beli kırılmıştı. Baden baronu Wilhelm her iki taraftan yaklaşık 100 bin kişinin öldüğü savaş meydanındaki sadrazam otağına kimseyi yanaştırmadı. Altın mutfak eşyalarından hazineye, binlerce okka kahveden padişahın hediyelerine kadar her şeye olduğu gibi el koydu.
Baden’e döndüğünde savaş meydanında yaşananların rüyalarına girdiğini söyleyecekti çevresindekilere. Öte yandan tüm konuşmalarında Türk sultanını taklit etmeye çalışıyor, divan topluyor, halk arasına Osmanlı kıyafetleriyle çıkıyordu. Türk ve Almanların dost olabileceğinden bahseden ilk Avrupalı lider oydu anlayacağınız. Böylece halk arasında ‘Türkenlouis’ olarak anılmaya başlandı.
Bando takımları mehterden ilham aldı
Yıl 1702. Fransız ordusu Ren’i aşıp Alman topraklarını işgale hazırlanıyor, General Ludwig ise bu işgalden nasıl kurtulacağını kara kara düşünüyordu. Aklına 2. Viyana Kuşatmasında esir aldığı 22 kişilik Osmanlı mehter takımı geldi. Esir yeniçerilere derhal kıyafetlerini giymelerini, sancaklarını alıp Mülheim’e gitmelerini emretti. Burada Fransız askerlerini ürkütecek olan müziklerini çalacaklardı. Ve beklenen oldu. Fransız ordusu Türkler geliyor korkusuyla harekâtı durdurdu. Böylece Mülheimliler rahat bir nefes aldılar.
Fransızlardan kurtulan şehir halkının Türk sevgisi bugüne ulaştı. Olaydan sonra her yıl düzenlenen törenlerde halk Türk kıyafetleri giyip birbirini selamlayacaktı. Geleneğe göre Mülheim Türkleri Kültür Derneği başkanı temsilî sultan seçiliyordu. Son sultanlardan Hans Biskup şöyle anlatıyor: “Yeni Mülheimliler biz eski Mülheimlilerden korkarlar. Çekinirler de. Bize Türk gözü ile bakarlar. Bizi mağrur bulurlar. Tabii bu da gururumuzu okşuyor.”
Ömrünün sonuna kadar Osmanlı sadrazamının özel eşyalarını kullanan ve bir daha savaş meydanlarına çıkmayan Ludwig’den geriye kalanların bir bölümüyle Karlsruhe Landesmuseum’da Türk eserleri bölümü açıldı. Birkaç yıl öncesine kadar da Baden Eyalet Müzesi’nin girişinde Ludwig’in Osmanlı kıyafetleri içinde büyük boy portresi ziyaretçileri karşılıyordu. Unutmadan hatırlatalım: Mülheim meydanındaki çeşmenin üstünde halen şehrin kurtulmasına kıyafetleriyle yardımcı olan Yeniçerilerin bakır figürleri yer alıyor. Bu kasabaya gidenler çeşmeyi ziyaret edip Yeniçerileri selamlamadan dönmesinler deriz.
Almanya’da bir diğer Türk dostu kuruluş da Fulda’daki Türkenbund Derneği. 350 yıllık geçmişi olan bu derneğin tüm üyeleri Alman. Her yıl karnaval yürüyüşünde Osmanlı kıyafetleri giyerek sokağa çıkıyorlar. Giysilerin ve rahatlıkla kullandıkları Türkçe kelimelerin ilk kez ne zaman hayatlarına girdiğini bilmiyorlar ama kimin umurunda! Onlar Türk usulü eğlencelerine devam ediyorlar. Sultanları, bayrakları ve fesleriyle Osmanlı dönemini canlandıran Türkenbund’un bando takımına da ‘yeniçeriler’ deniyor.
Mehteranı görüp duyan hemen her Avrupalı hükümdar ülkesinde bunu denemiştir. 12 Eylül 1683 günü Viyana önlerinde kös vuran mehteranın, Türklerin savaş meydanlarına getirdikleri en büyük mehter takımı olduğu aktarılır. Öyleki her birini altı kişinin taşıdığı 140 davul getirilildiği söylenir. Ayrıca Avusturyalı tarihçiler kuşatma anında kale önlerindeki davul sesinin 40 km’lik mesafeden bile duyulduğundan bahsederler.
1700’lerin başında Avrupa’nın irili ufaklı birçok şehrinde mehter takımlarından ilhamla ‘Türken Trommel’ (Türk bandoları) kurulduğu bilinir. 1699 Karlofça Antlaşması sonunda ilk kez Hannover ve Bavyera yöneticileri mehter takımı için öğretici müzisyen isteğinde bulunmuşlar. 1701’de 7 Türk müzisyen Osmanlı sultanının hediyesi olarak İstanbul’dan Münih’e gelmiş. 1789’dan sonra davul, tuğ, sancak ve zillerine kadar mehter taklit edilerek kullanılmış. Hilal motifi kullanılmayan diğer bandoların çaldığı müziğe halkın itibar etmediğini de Alman arşivlerinden öğreniyoruz.
Christoph Willibald Glücks’ün 1779’da yazdığı ‘Aldatılmış Kadı’ ve ‘Mekke’nin Hacıları’ adlı operalarda baştan sona Osmanlı mehteri notaları kullanılmış.
Osmanlı ve Türk izlerine Güney Almanya’da özellikle Münih - Regensburg - Nürnberg - Würzburg çizgisi üzerinde sıkça rastlamak mümkün. Viyana kuşatmasının hatırasını taşıyan köy Türkheim, Regensburg’taki Neşeli Türkler Caddesi, Kuzey Bavyera’da Küçük Türkiye Köyü, Münih’teki Emin Paşa Caddesi, Zweibrücken’deki çiftlik, Crailsheim şehrindeki Türkiye Mahallesi, Schwinfurt’taki Ankara Caddesi ve Türk meydanı, Würzburg’taki Cami Caddesi Türklerin Viyana’dan gurbetçilere ve günümüze uzanan hikayelerinin mihenk taşlarından sadece birkaçı.
Bir sultan sigarası: Yenice
Batı Trakya ve Razgrad’ın tütün tarlaları… Ellerine nikotin yapışan civanlar ve genç kızlar tarlalarındaki tütünün Alman kralına ikram edileceğini o zamanlar hayal bile edemezlerdi. Balkanların kaliteli tütünlerinin sigara yapılıp Avrupa’ya satılması, Alman Kayzeri II. Wilhelm ile Sultan II. Abdülhamid’in ortak fikriydi. Tütünler Alman tekniğiyle işlenip Türk ismiyle satılacaktı. Dresden’de kurulan fabrika 1896’da üretime başladı. Açılışa Osmanlı ve Alman devlet adamları da davet edilmişti. Ancak kilise ve çevresi başta olmak üzere halk arasında hazmedilemeyen bir sorun vardı: Fabrikanın mimarisi camiyi, bacaları da minareyi andırıyordu. Bacalardan çıkan dumanları Sultanın sigara içişine benzetenler bile oldu. II. Wilhelm ise Türklere yakınlık gösterdiği yönündeki eleştirilere kulak asmıyordu.
Üretilen ilk sigaraya Selamünaleyküm adı verildi. Bunu Maşallah ve Saladin takip etti. Sulima ve Saladdin, devrin en pahalı sigaralarıydı (Saladdin sigarası Selahaddin Eyyübi’yi, Sulima ise Kanuni Sultan Süleyman’ı yansıtıyordu). Fabrikada İngiltere Kralı Edward için özel bir sigara dahi üretildi. Osmanlı tütünleri yok pahasına satılsa da adeta bir kurtuluş reçetesiydi. Osmanlı motifleri, Sultan, Paşa ya da Türk bayrağı önemli reklam simgeleri haline geldi. Balkan ve 1. Dünya Savaşları fabrikaya tütün akışını engellese de Dresden’deki baca bir süre daha usul usul tütmeye devam etti.
Prusya kralı tarafından Türklere hediye edilen Berlin Türk Şehitliği, 1871-1918 arasındaki askerî ittifakın bir nişanesiydi. Temeli III. Selim tarafından atılan şehitlikteki ilk cenaze ise Osmanlı’nın Berlin’deki büyükelçisi Giritli Aziz Efendi’ye aittir. Alman tarihçilerin belirttiklerine göre Aziz Efendi’nin cenazesine binlerce Alman katılmış. 1866 yılında mezarlıklar lağvedilerek cenazeler bugünkü şehitlik Columbiadamm’a nakledilmiş. 1914’den sonra Galiçya, Katoviçe, Berlin ve diğer Avrupa cephelerinde şehit düşen Osmanlılar da buraya defnedilmişler.
Goethe’nin dedesi “Sultan”mış
“Ya ilk cami?” dediğinizi duyar gibiyiz. Bu konuda söyleyeceklerimiz maalesef pek iç açıcı değil. Avrupa’nın ilk minareli ve Türk stilindeki camisi 13 Haziran 1915’te Wünsdorf’ta Müslüman savaş esirleri için açıldı. Fransa ve İngiltere kraliyet ordularından esir alınan Müslüman askerler Hilal Kamp’a (Halbmondlager) toplanmıştı. Berlin Türk Büyükelçiliğinin camiye gösterdiği ilgisizlik ve onarım masrafları nedeniyle açılışından 10 yıl sonra, 3 Mayıs 1925’te yıkılmasına karar verildi.
“Viyana’da esir düşenlerden geriye kalanlar sadece Alman arşivlerindeki tozlu satırlar ile mezar taşları” diyor Almanya’da Türk İzleri kitabının yazarı Dr. Latif Çelik ve devam ediyor:
Örneğin 47 yıl esir yaşayan Osmanlı sipahisi Carl Osman’ın mezarı Ansbach şehrinin Rügland köyünde. Mezar taşında Almanca ‘İstanbul’da doğdu, Belgrad’da esir düştü, Ansbach’da 47 yıl esir kaldıktan sonra öldü. Mert bir düşman idi’ yazıyor. Kilisede eğitim görerek Protestan kilisesinin en yüksek seviyesine yükselen Papaz Karl Aly (Ali) de kültür izlerimizden biri. Ölümünden sonra ricası üzerine mezar taşının hilallerle süslenmesine kilise karşı çıksa da Osnabrück şehrinin Johannisfriedhof mezarlığındaki kabrinin başına bu taş konulur.
Almanya’nın geçmişinde izlerine ulaştığımız, esir edildikten sonra din değiştiren Türk kızları da var. Yine bir kilisenin arka bahçesinde 6 yaşında hayatını kaybeden esir Türk çocuğu Mustafa’nın mezarı yer alır. En eski Türk izi ise son Haçlı seferi sırasında Gaziantep ile Halep arasında esir edilen Selçuklu Subayı Mehmed Sadık Selim Sultan’dır. Bu isim ileride Soldan olarak anılacaktır.
Alman edebiyatının en ünlü isimlerinden Goethe’nin annesi bu aileden gelir. İddia edildiği gibi Goethe Müslüman değil ama İslam’a, Şark’a, İstanbul’a ve Türklere hayran biridir.” Yüzlerce yıla sığan izler elbette yazıya sığmıyor.