Enver Paşa'nın aklını çelen Rus yenilgisi
Almanların nazarında itibar kazanmak isteyen Enver Paşa, Sarıkamış’ın etrafındaki yüksek yaylada Rusları faka bastırabileceğini hesapladı. Netice elbette bir felaketti. Fakat her kâbusta olduğu gibi, atılan adımlar o vakit mantıklı ve iyi hesaplanmış görünüyordu.
Prof. Dr. Norman Stone
Aralık 1914’te çetin kış şartlarını aratmayan Kafkasya yaylasında Osmanlı 3. Ordusu’nun Enver Paşa’nın emriyle Ruslara karşı gerçekleştirdiği taarruz, harbin üstüne bir de donma vak’alarının ve 100 bin askerin hastalığının eklenmesiyle neredeyse külli bir kayba sebep olan bir facia olarak noktalandı. 1916’ya gelindiğinde Trabzon ve Erzurum’u almış olan Rusların daha fazla ilerleyecek askerleri ve tedarik hatlarının olmaması nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu bu cephelerde ucuz kurtulmuş oldu.
Diğer yandan Enver Paşa aptalca hareket edecek bir adam değildi: O zaman bu işe neden kalkışmıştı? El-cevap: Alman sefirinin Tarabya’daki yaz bahçesinde 1914 Ağustos’unda 1. Dünya Savaşı’nın henüz ilk kurşunları atılmaya başlarken ölüm fetvası niteliğinde bir anlaşma imzalayarak Almanlarla ittifak kurmuştu. O devrin gözlüğüyle bakacak olursak bu, son derece gözü kara bir karardı. Ancak Enver bu kararı alarak Avrupa’daki genel havaya uygun davranmış oluyordu.
Bundan başka hiçbir savaş, geleceğinin nasıl şekilleneceği konusunda böylesine büyük bir basiretsizlikle başlatılmamıştır. Yaşını başını almış generaller kaleler muhasara edeceklerinden, süvari taarruzuna kalkacaklarından ve toplu piyade saldırılarında bulunacaklarından gayet emin bir hâlde atları sırtında dörtnala giderek ve büyük bir zafer hülyasına dalarak savaşa girdiler: Harp kısa sürecekti; olsa olsa 6 aycık… Bundan gayet emindiler.
Bu noktada askerî değil de ekonomik bir akıl yürütme söz konusuydu. Avrupa’nın büyük devletleri ticarete bel bağlamış durumdaydı ve bu ticaretleri uzun süre kesintiye uğrayacak olursa işsizlik ve sosyal patlama yaşanırdı; üstüne üstlük bankacılar da savaşın ancak kısa bir süreliğine maddi destek görebileceğini belirtmişlerdi. Kredi, bulunmaz meta olacaktı. Daha 1915 baharında İngiltere’de gelir vergilerinin %15’e çıkartılması teklifine toplum tabanından itiraz gelecekti; zira bu artış işadamlarının güvenini kırmış olurdu. İşte bu yüzden savaş kısa sürecekti ve bütün kuvvetler ani taarruzların merkezde olduğu savaş planları tasarladılar.
Enver Paşa iyi müzakere edilmiş bir uzlaşmanın ortaya çıkacağını ve tarafsız kalması durumunda böyle bir uzlaşmanın Türkiye’nin aleyhinde neticeler doğuracağını düşünmüştü. İmparatorluğun parçalanması daha Napolyon zamanında ortaya çıkmış bir ihtimaldi. 1913-14 yıllarında Ruslar 6 Doğu Anadolu vilayetinde, orada yaşayan Ermenileri kullanarak bir yarı-manda sistemi kurmayı tasarlıyorlardı. Fransızlar Suriye’de, İngilizler ise Kuveyt’te ve Mezopotamya’nın, -geleceğin Irak’ı olacak olan- petrol zengini topraklarında faaliyet gösteriyordu. Türkiye, savaşa katılması hâlinde barış antlaşması müzakerelerinin sürdüğü masada bir sandalyeye malik olacaktı.
Almanlar son derece kuvvetliydiler ve Türkiye’yi nasıl olsa korur, hatta belki savaşı bile kazanabilirlerdi. Bu düşünce hiçbir surette ahmaklık veya mantıksızlık arz etmemekle birlikte bir felakete medar oldu.
Savaşın seyri nasıl değişti?
Türkiye, Kasım’ın ortaları itibariyle dahil olduğunda savaş henüz 3 aylıktı. Almanlar Batı’da iyi, hatta çok parlak bir başlangıç yapmışlardı: Önce Belçika’ya, ardından da Fransız ordusunun güneydoğuya yaptığı taarruzlarda büyük mağlubiyetler aldığı bir sırada kuzey Fransa’ya girmişlerdi. Fakat Alman hücumu, Eylül ayında başarısızlıkla sonuçlandı; çünkü ordu yaya olarak ilerliyordu. Hâlbuki Fransızlar birliklerini doğudan kuzeye trenle aktarıyorlardı (hatta Paris bölgesine vardıklarında taksiye terfi etmişlerdi – taksimetreler de bu meyanda çalışıyordu). Marne Savaşı Paris’i kurtarmakla kalmamış, İngilizlere de bir ordu toparlayacak kadar vakit vermişti. Marne’dan sonra siperlerden müteşekkil olan ön cephenin ta Manş Denizi’nde nihayete erdiği mevkiye kadar ne idüğü belirsiz karşılıklı çatışmalar sürüp gitmekteydi.
Bu noktaya kadar artık savaşın mahiyeti netleşmişti. Atların ta 3 kilometreden av olabilmeleri yüzünden belli ki süvari birlikleri faydasızdı. 1914’ten evvel nice büyük meblağlara mal olan kaleler ise yüksek miktarda patlayıcıyla havaya uçurulabiliyordu; ayrıca bunlar çok göz önünde hedeflerdi ve neticede 3-4 günde yıkılıp gittiler. Toplu piyade taarruzları ise seri topçu ateşi önünde bir katliama dönüştü. Büyük Kuvvetler kendilerini yeniden organize ettiler ve generalleri sonraki adımlara kafa yordular.
Batı Cephesi’ndeki bu çıkmaza makul bir cevap 1918’e kadar çıkmadı; zira o seneye gelene dek uçaklar, topçular ve piyadeler artık telsiz vasıtasıyla kısmen ortak hareket edebilmeye başlamıştı. Bu ise 1914’te tahayyül edilemeyecek bir çözümdü.
Enver Paşa’nın zihnini meşgul eden Doğu’da gayet girift bir diğer gelişme baş göstermişti. Rus ordusu birkaç nesil geri kalmıştı (demiryolu işçilerinin 3’te 2’si okuma bilmiyordu). Fakr u zaruret içindeki ülke, orduda hizmete müsait gençlerin iaşe ve barınak ihtiyaçlarına kaynak ayıramayacak durumdaydı. 1874’te geniş kapsamlı bir seferberlik başlatılmıştı ve buna bağlı olarak belli muafiyetler tanınmak zorundaydı. Dinî azınlıklara mensup olanlar ile Finli askerlerin ordu dışı kalmasına rağmen Çar’ın silahlı kuvvetleri hâlâ Rusya’nın toplam nüfusunun 5’te 1’ini teşkil etmekteydi fakat artık Fransız ordusundan daha büyük değildi. En büyük muafiyet “Ailesine ekmek kazananlar” için tanındı ve 1914 Ağustos’unda tamı tamına 2 milyon çiftçi evlenerek Savaş Bakanlığı’nı dumura uğrattı.
Bakanlık, çiftçilerinin anayurt için bebek yapmak adına vatanperverane duygularla hareket ettiklerini düşünüyordu. Ordunun diğerlerine kıyasla başka bir zaafı da sahra toplarındaydı. Bunların birçoğu hiçbir maksada hizmet etmez bir şekilde kalelere yerleştirilmiş bulunuyordu. Süvari birlikleri açısından kuvvetliydiler; ama atları beslemek, ulaşım sistemini ekonomik olarak zorluyordu. Rus ekonomisi savaştan evvelki birkaç senede çok hızlı büyümüştü ve 1913’te silahlanma için başlatılan ‘büyük program’ın ilerlemeyi tetiklemesi bekleniyordu. Ancak ordu 1914’e gelindiğinde hâlâ söz konusu zaafın pençesindeydi. Buna rağmen orduya, birbirinden çok uzak ve yetersiz demiryollarıyla birbirine bağlı iki cephe konumunda olan Almanlara ve de Avusturya İmparatorluğu’na karşı müstakil 2 büyük çaplı görev verildi.
Alman yenilmezliğinin resmi
Rus ordusu Avusturya’ya karşı büyük bir zafer kazandı. Avusturyalılar sayıca Rusların yarısı kadar askerle Sırbistan ve Rusya’ya karşı ikili bir taarruza kalkışmak gafletinde bulununca küçük düşürücü 2 mağlubiyete duçar olarak kuzeydoğu bölgelerinin büyük bir kısmını tahliye etmek zorunda kaldılar. İmdatlarına, bunu yapacak güce sahip olan Alman birlikleri yetişti; çünkü Ağustos ayının sonlarında gerçekleşmiş olan Tannenberg Savaşı’ndan galip çıkarak 1. Dünya Savaşı’nın en büyük zaferlerinden birini kazanmışlardı.
Rus orduları doğudan güneye, Doğu Prusya bölgelerine hücum etmişti. Hareketleri çok kötü bir şekilde koordine ediliyordu. Varşova’daki ordu karargâhına gönderilen telgraflar, son derece bozuk yollarda ilerlemek zorunda olan motorlu araçlarca Samsonov tarafından kumanda edilen güneydeki 2. Ordu’ya yığınlar halinde getiriliyordu (Samsonov, meşhur bavul markasının mucidi Samsonite’ın akrabasıdır). Bütün Rus komutanları gibi Samsonov da süvarilere haddinden fazla kıymet biçmişti ve bu öngörünün ne kadar da gerçeklikten uzak olduğu zavallı hayvancıklar açlıktan kırılınca ortaya çıktı. Süvari komutanlarından biri Nahcıvan Hânı olan yaşlı bir adamdı; hemoroitten öylesine muzdaripti ki atına binemedi ve ağlayarak düştü. Süvari birlikleri kayda değer bir görev yapmak bir yana, düşman güçlerini dahi bulamamışlardı. Rus 1. Ordusu Baltık sahilindeki Königsberg Kalesi’ni kuşatma niyetiyle sınırı geçerek ilerledi. Kale 20 Ağustos’ta taarruza uğradı ve çok sayıda Alman askerinin kaybı pahasına kendisini iyi muhafaza etti. Ne var ki Almanlar komutanlarını değiştirdiler ve cesaretlerini korudular.
Yeni kumandan, yaşlıca bir adam olan Paul von Hindenburg idi. O duygusuzluk şahikası hâliyle halkla ilişkiler adına biçilmiş kaftandı (nitekim terfi ederek Almanya’nın bir numaralı komutanı oldu ve günlerini portresini çizdirerek geçirdi). Onun Genelkurmay Başkanı Erich Ludendorff çok çalışkan bir adamdı ve 2 Rus ordusunun yarı büyüklüğündeki Doğu Prusya ordusu çok daha iyi idare ediliyordu. Ludendorff, kuvvetlerini demiryolu kullanarak Rus 1. Ordusu’nun önünden çekiverdi -ki geri çekilme şartlarında bölgesel bir demiryolu ayarlamak olağanüstü derecede zordu- ve kuvvetlerinin diğer yarısını Samsonov’un kuvvetlerinin batı kanadına hücum edebilecek bir düzene geçirdi.
Burası küçük düzenli kasabalardan, bir ormandan ve tepelerden oluşan bir düzlük olmakla birlikte gözetlemesi zor bir bölgeydi. Tedarikte müthiş sıkıntılar çeken Rusların daha büyük bir derdi vardı. Şifreli telsizle elbette iletişim kurabiliyorlardı fakat ellerinde işinin ehli olan çok az sayıda şifreleme ve şifre çözme uzmanı bulunuyordu: Emirler şifrelenmeden gidiyor, dolayısıyla Almanlar olup bitenden anında haberdar oluyorlardı. Rus 1. Ordusu’na karşı başta alınan mağlubiyetin akabinde trenle getirilmiş birliklerle Samsonov’un birliklerinin korumasız olan batı kanadına gerçekleştirilen taarruz, 26 Ağustos’ta büyük bir başarı kaydetti. Sonra bunu, böyle bir ihtimali aklından geçirmemiş olan Ruslara karşı 1. Ordu’nun önünde karadan yürütülen birlikler tarafından gerçekleştirilen ve doğu kanadına yöneltilen saldırı takip etti. Rusların iletişimi o derece zayıftı ki merkezde yer alan birlikleri olup bitene dair en ufak fikirleri olmaksızın yaya halde ilerlediler.
Kabusta saklı ilüzyon
İki taraflı Alman hücumları, tarihî bir Orta Çağ zaferinin mekânı olan küçük Tannenberg kasabasından çok da uzak olmayan bir yerde 28 Ağustos günü birleşince Rusların merkezî kuvvetleri çevrelenerek tuzağa düştü ve hem bitkin, hem de açlık çeker bir durumda teslim oldular. Samsonov kendisini vurarak intihar etti (dul karısına - bu centilmence bir savaş olduğundan- naaşını Rusya’ya geri götürme izni verildi) ve 4 tümen komutanı toplam 120 bin askerle birlikte teslim oldular. Azim bir Rus mağlubiyeti olarak Enver Paşa’nın gözlerinde (sadece onun değil tabi) Alman yenilmezliğinin bir resmiydi bu.
Bu parlak zaferi müteakip, Almanlar Doğu Prusya’yı daha az görkemli bir diğer zaferle temizlediler ve Ekim ayında Ludendorff taze bir orduyla Avusturyalıların yardımına yollandı. Almanların, Rusya Polonya’sının başkenti olan Varşova’yı geri çekilmeden evvel tehdit ettiği Polonya’da ise kafa karıştırıcı bir faaliyet vardı. Enver’in, Rusların hudut boyu garnizon kenti olan Kars’ı almak niyetiyle kuvvetlerini Rus Transkafkasya’sına doğru taarruza yöneltmeyi kararlaştırdığı 1914 Kasım’ının genel ahvali işte böyleydi.
Ruslar o bölgede askerce eksik bulunuyordu ve (Tiflis’ten gelip 1899’da bitirilmiş olan tekli demiryolundan oluşan) tedarik hatları da iyi durumda değildi. İran’da bazı birlikler konuşlandırmak zorunda kalmışlardı ve pek de akıllarını oraya verecek durumda değillerdi. Üstüne bir de Kafkasya’da Osmanlı Ordusu’na yardım için getirilebilecek Müslüman halklar mevcuttu: Zaten tedirgin olan Ruslar bu halkların bazısını bölgeden tehcir etmiş bulunuyordu.
Enver’in, iş bitirici bir adam olan kendi Genelkurmay Başkanı Bronsart von Schellendorf ile arası iyiydi. Almanların nazarında itibar kazanmak isteyen Enver, Sarıkamış’ın etrafındaki yüksek yaylada Rusları faka bastırabileceğini hesapladı. Netice elbette bir felaketti. Fakat her kâbusta olduğu gibi, atılan adımlar o vakit mantıklı ve iyi hesaplanmış görünüyordu. Avusturyalılar gibi çöküş süreci yaşayan bir imparatorluk olan Osmanlı, haddinden büyük bir işe girişmişti: Kuvvetleri yeterince büyük değildi ve tedarik hatları, zaten yetersiz olan bu kuvvetleri bile desteklemeye kâfi değildi. Osmanlı Ordusu, 1915’in savunma harekâtlarında fevkalâde bir performans gösterdi fakat 1914 harekâtı ona ciddi bir darbe indirmişti.