“Edirne düştükten sonra ölürsem kendimi şehit kabul etmiyorum”
Kendisi Erzurumlu ama anıtı yurdun öbür serhaddini bekliyor. Mehmed Şükrü Paşa’dan söz ediyoruz, bir başka deyişle Edirne’yi bütün imkânsızlıklara rağmen aylarca düşmana teslim etmeyen ünlü Şükrü Paşa’dan.
1857'de Erzurum'da doğan Mehmed Şükrü, askerlik mesleğine ilk adımı Erzincan Askeri İdadisi'nde attı; sonra İstanbul'a geldi. Harbiye'de matematiğe olan ilgisi ve derslerindeki başarısı hocalarının dikkatini çekti. Serasker Saib Paşa'nın yardımıyla bilgi ve görgüsünü arttırmak üzere II. Abdülhamid tarafından Almanya'ya gönderilerek 3. Topçu Alayı'nda görevlendirilip ünlü Potsdam Garnizonu'nda 1887 yılına kadar askerî eğitim gördü.
1879'da Harbiye'den mezun olduktan sonra Mühendishane-i Berrî-i Hümayun'da (Kara Mühendis Okulu'nda) Topçuluk ve Fransızca öğretmenliği yaparak mesleğine başlamıştı. Sivil okullarda matematik ve beden eğitimi dersleri verdi. Matematik okuttuğu Darüşşafaka'da sonraları meşhur olacak matematikçi Salih Zeki Bey'in yetişmesini sağladı.
Yine Sultan Abdülhamid'in emri üzerine Avrupa'daki top fabrikalarında Osmanlı Devleti'nin ihtiyacı için satın alınacak topları yerinde görüp incelemek göreviyle Almanya ve Fransa'ya gönderildi.
Aynı yıl Avrupa'dan satın alınarak İstanbul'a getirilen toplar Çatalca ve Hadımköy'de onun gözetiminde denemeleri yapılarak askerî birliklere dağıtıldı. Kısa sürede terfi edip yükselen Şükrü Paşa saraya yaver oldu ve 1893'te 36 yaşındayken tuğgenerallik rütbesiyle Paşa unvanını aldı. (Orgeneralliğe kadarki rütbelerini Edirne'deki vazifeleri sırasında almıştır.)
Edirne Topçu Komutanlığı'nda talim ve terbiyedeki kudret ve kabiliyetiyle asker ve komuta kademesinde kısa sürede ün yaptı. Bu başarısı Edirne Merkez Komutanlığı'na atanmasını sağladı. Disiplinli fakat babacan tavırlarıyla genç subaylar arasında sevilip sayılıyor; bilgi birikimini genç subaylarla paylaşmaktan çekinmiyordu.
Fakat Şükrü Paşa'nın bu samimi yaklaşımı, çekemeyenlerce saraya jurnal edilmesine sebep oldu. II. Abdülhamid tarafından görevinden alınarak Selanik'teki 3. Ordu Müfettişliği'ne gönderildi. Aşırı disiplini ve titizliği yüzünden asker arasında Deli Şükrü Paşa diye nam saldı. 10 Ekim 1912'de Edirne ile yolu bir kere daha kesişti Şükrü Paşa'nın. Bölgeyi iyi tanıması ve geçmişteki başarıları dolayısıyla Balkan Harbi'nin en önemli mücadele mevkilerinden biri olacağı sinyallerini veren Edirne'ye bu defa Müstahkem Mevkii Komutanı olarak atanacaktı.
Şehre geldiği 12 Ekim günü seferberlik ilan edilmiş olup hazırlıklar tüm hızıyla devam ediyordu. Bu dönemde şehirden 15 bin civarında nüfus trenlerle dışarıya sevk edilmiştir. Terk edenlerden biri de Şükrü Paşa'nın asker ve halk arasında fitneye sebep olduğuna inandığı, hatta idam etmekle tehdit ettiği, sonradan İttihat ve Terakki'nin 3 büyüğünden biri olacak olan Talat Bey'dir (geleceğin Talat Paşa'sı).
Psikolojik savaştaki başarısı
Plana göre Şükrü Paşa Edirne üzerine olabildiğince kuvvet çekecek ve düşmanı burada oyalayacaktı. Savaşa katılma ve düşman kollarının ardını tehdit etme görevlerini başarıyla yerine getirdi. 22 Ekim 1912'de kale dışındaki çarpışmalardan sonra kademe halinde birliklerini Edirne çevresindeki müstahkem mevki hudutları içerisine çekmeyi başardı.
Ancak Osmanlı birliklerinin Kırklareli ve Lüleburgaz muharebelerinde bozguna uğramasıyla Edirne düşman tarafından kuşatıldı. Şükrü Paşa'nın tarihe 'İkinci Plevne' olarak geçen Edirne Savunması başlıyordu.
Edirne Savunması'nın en önemli özelliklerinden biri, psikolojik savaş tekniklerinin en üst seviyede kullanılmış olmasıdır.
Bulgarlar uçaklardan Türkçe olarak “Edirne'yi bin topla kuşattık. Geliniz, teslim olunuz”, “Biz Bulgarlar nefret ve kine sahip, tedbirsiz Osmanlı hükümetiyle savaşıyoruz. Biliniz ki, bizim arzumuz kan dökmek değildir”, “Edirne'deki Osmanlı askerine! Ey Osmanlı askeri! Çoktan beri kuşatma altında bulunduğunuz için Edirne istihkâmları dışında ne gibi şeyler olduğunu doğal olarak bilmiyorsunuz. Paşalarınız, büyük subaylarınız bunu size söylemezler. Çünkü her şeyi size anlatırlarsa belki kendilerini kurşuna dizersiniz” mealinde beyannameler attılar.
İçeride ateş, dışarıda ölüm
Buna mukabil Şükrü Paşa, halkın ve askerin maneviyatını yüksek tutmasını sağlayacak karşı beyannameler yayınlamıştı. Nitekim Bulgarların Osmanlı komutanlarını suçlayan beyannamelerinin arkasına yazdıkları cevaplar, askerin moral bakımdan ne kadar iyi durumda olduğunu ve kendisine duydukları güveni göstermektedir: “Şükrü Paşa kumandandır. Arslandır ve Umum Millet-i Osmaniye harp istiyor. Bizim evimiz Osmanlı bayrağı görünen yerdir. Namus-i vatan için yaşasın harp ve ölüm”.
Bu savunma, Şükrü Paşa'nın ve kahraman askerlerinin başarılarıyla 2. Plevne Savunması olarak nitelendirilmektedir.Kâmil Paşa hükümetinin Edirne'yi Bulgarlara verdiğine dair haberlerin Edirne'ye ulaşması üzerine moraller bozulmuştu. Şükrü Paşa asker ve halkın nasıl bir ruhla Edirne'yi savunduklarını gösteren meşhur telgrafını İstanbul'a işte bu atmosferde çekmişti:
“Edirne gibi dünyanın en müstahkem mevâkiinden ma'dud bir şehr-i mukaddesi denî, hûnhâr (sayılan bir kutsal şehri alçak, kan içici) bir düşmana teslim edecek alçak bir kumandan Osmanlı tarihinde görülmemiştir. Bu cinayeti ben de irtikab etmeyecek (işlemeyecek) ve son mermimi kendi tabancama, kendimi de son kurşunuma tevdi (emanet) edeceğim. Ba'dehu (sonra) toplarımı o meşhûr-ı âlem mebâni ve emâkin-i muazzezimiz (dünyaca ünlü muazzez bina ve mekânlarımız) ile Bulgarlar üzerine çevirecek ve şehrimizi ateşlere boğarak harâbezârâ döndüreceğim. İçerde ateş, dışarıda ölüm içinde kalacak kahraman askerim işte o zaman velev ki muhâsirin (kuşatanlar) bir milyon olsun anı yaracak ve bu suretle ya kahramanca ölecek veyahud mukaddes pâyitaht-ı ecdâdını (atalarının kutsal başkentini) şanla terk edecektir”.
Çok geçmeden İstanbul'da Kâmil Paşa hükümetinin düştüğü ve yerine Mahmud Şevket Paşa hükümetinin geçtiği telgrafı geldi. Londra görüşmeleri öncesinde yapılan ateşkeste “Müzakerelerin başladığı esnada muhasara altındaki Osmanlı kalelerinin durumu korunacaktır” deniliyordu ama ne yazık ki, Edirne'ye asker ve sivil halk için yiyecek yardımı yapılamamıştı.
Bu esnada Edirne'nin içinden geçen Bulgar trenleri Çatalca önlerindeki askerlerine erzak taşımaktaydı.
Halkın ve askerin morali bozulmuş, askerler Karaağaç'ta bulunan pavyonlarda nahoş bir görüntüyle vakit geçirmeğe başlamıştır. Halk kuşatmanın ilk gününden itibaren İstanbul tarafından kendilerine yardıma gelecek ordunun hayaliyle kenar ve köşelerde muhabbet etmektedir. Uzayıp giden konuşmalardaki beklentinin bir türlü gerçekleşmemesi umutları yine de öldürmemiştir. Yanlışlıkla şehre inen sarhoş bir Rus pilotu bile “Enver Paşa yardıma geldi” dedikodularının yayılmasına sebep olmuştur.
Savunmanın ikinci aşaması, aşırı soğuklar yüzünden sekteye uğradı. Yağmurlar şehri çamur deryasına çevirmişti. Nehirler taşmış, yollar kaybolmuştu. Şubat'ta yağmaya başlayan kar daha yerden kalkmadan, Mart başında yeni kar yağmış, her taraf buz tutmuştu. İleri karakollardaki askerlere ulaşılamıyor, hatta Sarıkamış'taki gibi donarak ölenler bile oluyordu.
Isınmak başlı başına bir dertti. Petrol bitmişti, şehir aydınlatılamıyordu. Top mermilerinin hedefi olup yıkılan evlerdeki tahta ve ağaçlar yakıt olarak kullanılıyordu.
Sağlık sorunlarıyla baş edebilmek için eldeki bütün imkânlar kullanılıyordu. Mektepler birer hastaneye çevrilmişti. Kuşatmadan sonra hiçbir sağlık malzemesi gelmemişti şehre. Alman Kızılhaçı'nın Edirne'ye malzeme götürme talebi dahi Bulgarlarca reddedilmişti.
Şehir merkezine günde ortalama 450 civarında top mermisi düşmekteydi. Bulgarlar, mahalleleri ateş altına alarak halkı tedirgin etmeyi hedeflemişlerdi. Ahaliyse evlerde kalıp ölmektense soğukta sokaklarda kalmayı tercih ediyordu. Daha sonra çok az veya hiç top mermisi düşmeyen Rum mahallesine sığınmaya başladılar. Ancak Rumlar Müslümanların mahallelerine sığınmalarını istemiyorlardı.
“Etimi köpekler ve kuşlar çekiştirsin”
Şehirde gıda sıkıntısı had safhadaydı. Erzak Komisyonu şehir ve çevre köylerdeki ambar ve depoları kontrol etmekte, halkın elinde olup da komisyonca belirlenenden fazlasına el konulmaktaydı. (Pakistanlı şair Muhammed İkbal Edirne'deki bu olay üzerine bir şiir yazmıştır.)
Zavallı halk, karın altından ayrık otlarını toplayıp kaynatarak suyunu içmeye çalışıyordu. Süpürge tohumları kavrularak ve değirmende öğütülerek karıştırılıp ekmek yapılıyordu. Topları çekmek için kullanılan atlar bile kademeli olarak asker tarafından kesilip halka ve askere yenilmek üzere dağıtılmıştı.
Paşa, İstanbul'dan gelen telgraf içeriklerinden bahseden beyannameler yayınlıyor, Çatalca'da Osmanlı askerinin Bulgarlara üstünlük sağladığına dair haberlerle halkın moralini yüksek tutuyordu. Askerleri ve komutanları 155 günlük muhasara esnasında bütün zorluklara rağmen Şükrü Paşa'ya inanmışlar ve hiç yılmamışlardı.
Nihayet İstanbul hükümetinden yardım geleceğinden ümidini kesen Şükrü Paşa, başta Selimiye Camii olmak üzere ecdad yadigarı mabedlerin zarar görmesini önlemek amacıyla bu vatan parçasını içi yanarak teslim etmek zorunda kaldı.
1916 yılında vefat edince İstanbul'a defnedilmiş, 1998'de vasiyeti yerine getirilmek suretiyle buraya nakledilmiştir.
Edirne Savunması'nı Kıyık Tabya'dan yönetirken bıraktığı o vasiyet, bu kahraman ve fedakâr Osmanlı Paşası için söylenen tüm sözleri yetersiz bırakacak kadar çarpıcı satırlara sahiptir:
“Düşman, hatları geçtikten sonra ölürsem kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam kefenim, lifim, sabunum çantamdadır. Beni bu mahalle gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir abide dikecekler”.
Şimdi o, vasiyetinin geç de olsa yerine getirilişinden memnun, huzur içinde yatmaktadır. Şerefli bir yenilginin kendisinden sonrakilerin maneviyatları üstünde nasıl diriltici bir etki yaptığını görmenin tarifsiz huzurudur bu...
1879'da Harbiye'den mezun olduktan sonra Mühendishane-i Berrî-i Hümayun'da (Kara Mühendis Okulu'nda) Topçuluk ve Fransızca öğretmenliği yaparak mesleğine başlamıştı. Sivil okullarda matematik ve beden eğitimi dersleri verdi. Matematik okuttuğu Darüşşafaka'da sonraları meşhur olacak matematikçi Salih Zeki Bey'in yetişmesini sağladı.
Yine Sultan Abdülhamid'in emri üzerine Avrupa'daki top fabrikalarında Osmanlı Devleti'nin ihtiyacı için satın alınacak topları yerinde görüp incelemek göreviyle Almanya ve Fransa'ya gönderildi.
Aynı yıl Avrupa'dan satın alınarak İstanbul'a getirilen toplar Çatalca ve Hadımköy'de onun gözetiminde denemeleri yapılarak askerî birliklere dağıtıldı. Kısa sürede terfi edip yükselen Şükrü Paşa saraya yaver oldu ve 1893'te 36 yaşındayken tuğgenerallik rütbesiyle Paşa unvanını aldı. (Orgeneralliğe kadarki rütbelerini Edirne'deki vazifeleri sırasında almıştır.)
Edirne Topçu Komutanlığı'nda talim ve terbiyedeki kudret ve kabiliyetiyle asker ve komuta kademesinde kısa sürede ün yaptı. Bu başarısı Edirne Merkez Komutanlığı'na atanmasını sağladı. Disiplinli fakat babacan tavırlarıyla genç subaylar arasında sevilip sayılıyor; bilgi birikimini genç subaylarla paylaşmaktan çekinmiyordu.
Fakat Şükrü Paşa'nın bu samimi yaklaşımı, çekemeyenlerce saraya jurnal edilmesine sebep oldu. II. Abdülhamid tarafından görevinden alınarak Selanik'teki 3. Ordu Müfettişliği'ne gönderildi. Aşırı disiplini ve titizliği yüzünden asker arasında Deli Şükrü Paşa diye nam saldı. 10 Ekim 1912'de Edirne ile yolu bir kere daha kesişti Şükrü Paşa'nın. Bölgeyi iyi tanıması ve geçmişteki başarıları dolayısıyla Balkan Harbi'nin en önemli mücadele mevkilerinden biri olacağı sinyallerini veren Edirne'ye bu defa Müstahkem Mevkii Komutanı olarak atanacaktı.
Şehre geldiği 12 Ekim günü seferberlik ilan edilmiş olup hazırlıklar tüm hızıyla devam ediyordu. Bu dönemde şehirden 15 bin civarında nüfus trenlerle dışarıya sevk edilmiştir. Terk edenlerden biri de Şükrü Paşa'nın asker ve halk arasında fitneye sebep olduğuna inandığı, hatta idam etmekle tehdit ettiği, sonradan İttihat ve Terakki'nin 3 büyüğünden biri olacak olan Talat Bey'dir (geleceğin Talat Paşa'sı).
Psikolojik savaştaki başarısı
Plana göre Şükrü Paşa Edirne üzerine olabildiğince kuvvet çekecek ve düşmanı burada oyalayacaktı. Savaşa katılma ve düşman kollarının ardını tehdit etme görevlerini başarıyla yerine getirdi. 22 Ekim 1912'de kale dışındaki çarpışmalardan sonra kademe halinde birliklerini Edirne çevresindeki müstahkem mevki hudutları içerisine çekmeyi başardı.
Ancak Osmanlı birliklerinin Kırklareli ve Lüleburgaz muharebelerinde bozguna uğramasıyla Edirne düşman tarafından kuşatıldı. Şükrü Paşa'nın tarihe 'İkinci Plevne' olarak geçen Edirne Savunması başlıyordu.
Edirne Savunması'nın en önemli özelliklerinden biri, psikolojik savaş tekniklerinin en üst seviyede kullanılmış olmasıdır.
Bulgarlar uçaklardan Türkçe olarak “Edirne'yi bin topla kuşattık. Geliniz, teslim olunuz”, “Biz Bulgarlar nefret ve kine sahip, tedbirsiz Osmanlı hükümetiyle savaşıyoruz. Biliniz ki, bizim arzumuz kan dökmek değildir”, “Edirne'deki Osmanlı askerine! Ey Osmanlı askeri! Çoktan beri kuşatma altında bulunduğunuz için Edirne istihkâmları dışında ne gibi şeyler olduğunu doğal olarak bilmiyorsunuz. Paşalarınız, büyük subaylarınız bunu size söylemezler. Çünkü her şeyi size anlatırlarsa belki kendilerini kurşuna dizersiniz” mealinde beyannameler attılar.
İçeride ateş, dışarıda ölüm
Buna mukabil Şükrü Paşa, halkın ve askerin maneviyatını yüksek tutmasını sağlayacak karşı beyannameler yayınlamıştı. Nitekim Bulgarların Osmanlı komutanlarını suçlayan beyannamelerinin arkasına yazdıkları cevaplar, askerin moral bakımdan ne kadar iyi durumda olduğunu ve kendisine duydukları güveni göstermektedir: “Şükrü Paşa kumandandır. Arslandır ve Umum Millet-i Osmaniye harp istiyor. Bizim evimiz Osmanlı bayrağı görünen yerdir. Namus-i vatan için yaşasın harp ve ölüm”.
Bu savunma, Şükrü Paşa'nın ve kahraman askerlerinin başarılarıyla 2. Plevne Savunması olarak nitelendirilmektedir.Kâmil Paşa hükümetinin Edirne'yi Bulgarlara verdiğine dair haberlerin Edirne'ye ulaşması üzerine moraller bozulmuştu. Şükrü Paşa asker ve halkın nasıl bir ruhla Edirne'yi savunduklarını gösteren meşhur telgrafını İstanbul'a işte bu atmosferde çekmişti:
“Edirne gibi dünyanın en müstahkem mevâkiinden ma'dud bir şehr-i mukaddesi denî, hûnhâr (sayılan bir kutsal şehri alçak, kan içici) bir düşmana teslim edecek alçak bir kumandan Osmanlı tarihinde görülmemiştir. Bu cinayeti ben de irtikab etmeyecek (işlemeyecek) ve son mermimi kendi tabancama, kendimi de son kurşunuma tevdi (emanet) edeceğim. Ba'dehu (sonra) toplarımı o meşhûr-ı âlem mebâni ve emâkin-i muazzezimiz (dünyaca ünlü muazzez bina ve mekânlarımız) ile Bulgarlar üzerine çevirecek ve şehrimizi ateşlere boğarak harâbezârâ döndüreceğim. İçerde ateş, dışarıda ölüm içinde kalacak kahraman askerim işte o zaman velev ki muhâsirin (kuşatanlar) bir milyon olsun anı yaracak ve bu suretle ya kahramanca ölecek veyahud mukaddes pâyitaht-ı ecdâdını (atalarının kutsal başkentini) şanla terk edecektir”.
Çok geçmeden İstanbul'da Kâmil Paşa hükümetinin düştüğü ve yerine Mahmud Şevket Paşa hükümetinin geçtiği telgrafı geldi. Londra görüşmeleri öncesinde yapılan ateşkeste “Müzakerelerin başladığı esnada muhasara altındaki Osmanlı kalelerinin durumu korunacaktır” deniliyordu ama ne yazık ki, Edirne'ye asker ve sivil halk için yiyecek yardımı yapılamamıştı.
Bu esnada Edirne'nin içinden geçen Bulgar trenleri Çatalca önlerindeki askerlerine erzak taşımaktaydı.
Halkın ve askerin morali bozulmuş, askerler Karaağaç'ta bulunan pavyonlarda nahoş bir görüntüyle vakit geçirmeğe başlamıştır. Halk kuşatmanın ilk gününden itibaren İstanbul tarafından kendilerine yardıma gelecek ordunun hayaliyle kenar ve köşelerde muhabbet etmektedir. Uzayıp giden konuşmalardaki beklentinin bir türlü gerçekleşmemesi umutları yine de öldürmemiştir. Yanlışlıkla şehre inen sarhoş bir Rus pilotu bile “Enver Paşa yardıma geldi” dedikodularının yayılmasına sebep olmuştur.
Savunmanın ikinci aşaması, aşırı soğuklar yüzünden sekteye uğradı. Yağmurlar şehri çamur deryasına çevirmişti. Nehirler taşmış, yollar kaybolmuştu. Şubat'ta yağmaya başlayan kar daha yerden kalkmadan, Mart başında yeni kar yağmış, her taraf buz tutmuştu. İleri karakollardaki askerlere ulaşılamıyor, hatta Sarıkamış'taki gibi donarak ölenler bile oluyordu.
Isınmak başlı başına bir dertti. Petrol bitmişti, şehir aydınlatılamıyordu. Top mermilerinin hedefi olup yıkılan evlerdeki tahta ve ağaçlar yakıt olarak kullanılıyordu.
Sağlık sorunlarıyla baş edebilmek için eldeki bütün imkânlar kullanılıyordu. Mektepler birer hastaneye çevrilmişti. Kuşatmadan sonra hiçbir sağlık malzemesi gelmemişti şehre. Alman Kızılhaçı'nın Edirne'ye malzeme götürme talebi dahi Bulgarlarca reddedilmişti.
Şehir merkezine günde ortalama 450 civarında top mermisi düşmekteydi. Bulgarlar, mahalleleri ateş altına alarak halkı tedirgin etmeyi hedeflemişlerdi. Ahaliyse evlerde kalıp ölmektense soğukta sokaklarda kalmayı tercih ediyordu. Daha sonra çok az veya hiç top mermisi düşmeyen Rum mahallesine sığınmaya başladılar. Ancak Rumlar Müslümanların mahallelerine sığınmalarını istemiyorlardı.
“Etimi köpekler ve kuşlar çekiştirsin”
Şehirde gıda sıkıntısı had safhadaydı. Erzak Komisyonu şehir ve çevre köylerdeki ambar ve depoları kontrol etmekte, halkın elinde olup da komisyonca belirlenenden fazlasına el konulmaktaydı. (Pakistanlı şair Muhammed İkbal Edirne'deki bu olay üzerine bir şiir yazmıştır.)
Zavallı halk, karın altından ayrık otlarını toplayıp kaynatarak suyunu içmeye çalışıyordu. Süpürge tohumları kavrularak ve değirmende öğütülerek karıştırılıp ekmek yapılıyordu. Topları çekmek için kullanılan atlar bile kademeli olarak asker tarafından kesilip halka ve askere yenilmek üzere dağıtılmıştı.
Paşa, İstanbul'dan gelen telgraf içeriklerinden bahseden beyannameler yayınlıyor, Çatalca'da Osmanlı askerinin Bulgarlara üstünlük sağladığına dair haberlerle halkın moralini yüksek tutuyordu. Askerleri ve komutanları 155 günlük muhasara esnasında bütün zorluklara rağmen Şükrü Paşa'ya inanmışlar ve hiç yılmamışlardı.
Nihayet İstanbul hükümetinden yardım geleceğinden ümidini kesen Şükrü Paşa, başta Selimiye Camii olmak üzere ecdad yadigarı mabedlerin zarar görmesini önlemek amacıyla bu vatan parçasını içi yanarak teslim etmek zorunda kaldı.
1916 yılında vefat edince İstanbul'a defnedilmiş, 1998'de vasiyeti yerine getirilmek suretiyle buraya nakledilmiştir.
Edirne Savunması'nı Kıyık Tabya'dan yönetirken bıraktığı o vasiyet, bu kahraman ve fedakâr Osmanlı Paşası için söylenen tüm sözleri yetersiz bırakacak kadar çarpıcı satırlara sahiptir:
“Düşman, hatları geçtikten sonra ölürsem kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam kefenim, lifim, sabunum çantamdadır. Beni bu mahalle gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir abide dikecekler”.
Şimdi o, vasiyetinin geç de olsa yerine getirilişinden memnun, huzur içinde yatmaktadır. Şerefli bir yenilginin kendisinden sonrakilerin maneviyatları üstünde nasıl diriltici bir etki yaptığını görmenin tarifsiz huzurudur bu...