Cumhuriyet bir gecede nasıl ilan edildi?
Tarih: 28 Ekim 1923. Yer: Çankaya Köşkü. Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa; İsmet Paşa (İnönü), Fethi Bey (Okyar), Kâzım Paşa (Özalp), Deli Halid Paşa ve Ruşen Eşref (Ünaydın) gibi yakın arkadaşlarını akşam yemeğine davet ederek ertesi gün Cumhuriyet’in ilan edileceğini haber verdi.
Ben meşrutî bir hükümdar olduğum halde güyâ mutlak bir hükümdar imişim gibi muamelede bulunuyorlar ve doğrudan doğruya bana müracaat eyliyorlar. Meşrutiyetten bahsedince de 'Hangi Meşrutiyet?' diye mukabelede bulunuyorlar'.
Bu sözler Sultan Vahdeddin tarafından Mondros Mütarekesi döneminde İtilaf kuvvetlerinin baskıları karşısında söylenmiştir. Bir yönüyle aczin ve çaresizliğin ifadesi olan bu sitem, diğer yönüyle devletin tepe noktasındaki bir Halife-Padişahın siyasî gücünü ve konumunu göstermektedir. (Yoksa güçsüzlüğünü mü demeliydik?)
Mütareke dönemine kadar birden fazla partinin katıldığı fırtınalı ve sorunlu 3 seçim yaşandı: 1908, 1912 ve 1914 seçimleri. Aynı dönemde padişah, yetkisi gitgide azaltılmak suretiyle adeta protokoler bir devlet başkanı haline getirilmiş durumdaydı.
Aynı süreçte kabine siyasal ve anayasal bir varlık olarak ortaya çıkacaktı. 1909 düzenlemelerinden sonra Osmanlı'daki siyasî manzara şuydu:
Padişah yine devletin başıydı. Ancak Meclis-i Umumî'de anayasaya bağlılık yemini etme yükümlülüğü altına girmiş, hatta ödenekleri bile yasaya bağlanmıştı. En önemlisi, siyasî açıdan Bakanlar Kurulu'nun oluşumu üzerindeki yetkilerini büyük oranda yitirmişti. Sadece şeyhülislam ve sadrazamı seçer hale gelmiş, sadrazamın seçtiği bakanları usulen atamak durumunda kalmıştı. Belki de en dikkat çekici ve en radikal değişiklik, Bakanlar Kurulu'nun Meclis-i Mebusan'a karşı sorumlu olması ve güvenoyu almak zorunluluğunda bulunmasıydı.
Görünen o ki, 1909 değişiklikleri Osmanlı siyasî hayatında yürütme ve yasama organlarını ayrı ayrı konumlandırmak suretiyle kuvvetler ayrılığını ortaya çıkaran klasik parlamenter hükümet sistemine işlerlik kazandırmıştı. Bu tarihten sonra meşrutiyet, hürriyet, siyasî partiler, seçim, parlamento, hakimiyet-i milliye, irade-i milliye gibi kavramlar Osmanlı siyasî literatürüne pratik olarak da girmişti. Hatta 15 Ağustos 1909 tarihli Hey'et-i Ayan kararnamesinde ilk defa 'hakimiyet-i milliye' ilkesinden bile bahsedilmişti.
1913 ile 1918 arasındaki İttihat ve Terakki hükümetlerinin otoriter yönetim anlayışları geçerli olmakla beraber Meclis-i Ayan ve Meclis-i Mebusan'da siyaset, ekonomi, dış politika, gayrimüslimler, ayrılıkçı ve milliyetçi akımlar gibi meseleler serbestçe konuşulup tartışılmıştı. Bu dönemin zabıtları zengin bir malzemeye sahiptir.
İstanbul - Ankara mücadelesi
1919'a gelindiğinde Osmanlı milleti ne uğruna ve ne adına mücadele edeceğinin bilincindeydi. Milli Mücadele döneminde toplam 28 kongre yapıldığı ve bunların 13'ünün Sivas Kongresi öncesine rastladığı, kongreleri yapan cemiyetlerin çoğunun adının Müdafaa-i Hukuk veya Muhafaza-i Milliye olduğu düşünüldüğünde hakimiyet-i milliye, irade-i milliye ve müdafaa-i hukuk kavramlarının ne kadar içselleştirildiği ortaya çıkar. Bunun en açık deliliyse söz konusu cemiyetlerin icraatları ile yayımladıkları beyannamelerdi.
İşte Milli Mücadele bu fikrî ve siyasî temel üzerine kuruldu. Sanılanın aksine, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı da Osmanlı vatanı ve devletinin Halife-Padişah ile birlikte kurtuluşuna kendini adamıştı. Bu meclis, önemli tek icraatı olan Misak-ı Milli Beyannamesi'ni aynı gayeyle kabul ve ilan etmişti.
Her ne kadar 23 Nisan 1920'de Ankara'da açılan BMM 'yepyeni bir meclis' olarak tanımlanmış olsa da, İstanbul'dan gelebilen milletvekillerinin tamamı oradaydı. Ayrıca Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda görüşülen son meselenin (ağnam vergisi) BMM'nin ilk kanunu olması gibi hususlar dikkate alındığında sürekliliğin bulunduğuna şüphe kalmaz.
Bir taraftan BMM'nin otoritesine karşı gelenlerin cezalandırılmasını öngören 29 Nisan 1920 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve Damad Ferid Paşa'nın vatan haini olduğuna dair 20 Mayıs 1920 tarihli genelgesiyle İstanbul'la köprüler atılırken, diğer taraftan BMM'nin açılışı dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa imzasıyla Padişaha gönderilen 27 Nisan 1920 tarihli dilekçe dikkat çekicidir. Dilekçede amacın “hukuk-ı Saltanat-ı seniyyeleri ile istiklal-i millîmizi müdafaa ve temin etmek” olduğu vurgulanmaktadır.
Buna rağmen Mustafa Kemal Paşa 24 Nisan 1920'de Mecliste yaptığı uzun konuşmasında geçici de olsa bir hükümet ve devlet başkanı seçmeden 'reissiz bir hükümet' kurulması taraftarıydı. BMM yasama ve denetleme görevini görürken ülkenin işleri için 'bilfiil bir hükümet' kurulmalıydı. Bunun adı Kuvve-i İcraiye İçin İcra Vekilleri Heyeti oldu (2 Mayıs 1920 tarih ve 3 sayılı kanun).
İkinci adım, BMM'nin Şekil ve Mahiyetine Dair Mevadd-ı Kanuniye adını taşıyan tasarının 18 Ağustos 1920'de Genel Kurulda görüşülmesiydi. İlk maddesine göre “BMM, teşri ve icra kudretlerini haiz ve idare-i devlete bizzat ve müstakillen vâzıü'l-yeddir (el koymuştur)”. Bunun anlamı, kuvvetler birliğine dayalı bir meclis hükümeti sistemiydi.
Tasarı reddedilmişse de, daha sonra kabul edilecektir. Bu hüküm ve anlayış 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (2. madde) ile perçinlenecektir.
Gruplaşmaların nedeni
Kabul etmek gerekir ki, ilk Meclis farklı toplumsal tabaka ve düşünce mensuplarından oluşmakla beraber vatanın işgalden kurtuluşu hususunda hemfikirdi. Bu durum, Meclisin çoğulcu ve temsilî karakterini gösterir. Ne var ki, Teşkilat-ı Esasiye tartışmaları sürecinde farklı siyasî gruplar ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan biri, Mustafa Kemal Paşa'nın etrafında kümelenen ve daha radikal inkılapçı görüşlere sahip olan 1. Grup, diğeri muhafazakâr ve liberal eğilimli 2. Gruptu.
Hüseyin Avni ve Ali Şükrü Beyler 2. Grubun önde gelenlerindendi. Grubun temel kaygısı, Mustafa Kemal Paşa'nın yönetim tarzının otoriterliğe ve tek adamlığa doğru gidiyor oluşuydu.
Asıl farklılık, Lozan görüşmeleri sırasında ortaya çıktı. Mustafa Kemal ve arkadaşları (1. Grup), Musul vilayeti gibi ihtilaflı toprak meselelerini barış sonrası döneme bırakmak ve bir an önce barışı imzalamak taraftarıydılar. Oysa 2. Grup, İsmet Paşa heyetinin Lozan'da ülkenin temel meselelerinde yeterince müzakere etmediğini, dolayısıyla Misak-ı Milli'den taviz verilerek barış imzalanmak istendiğini savunmaktaydı.
Tartışmalar önemli 2 gerçeği ortaya koydu: 1) Artık bu Meclise Lozan'da imzalanacak antlaşmayı onaylatmak mümkün olmayacaktı.
2) Bu siyasî riski almamak için BMM'nin seçim yoluyla yenilenmesi zorunlu olacaktı. Nitekim M. Kemal Paşa'nın girişimiyle 1 Nisan 1923'te seçimlerin yenilenmesi kararı alındı.
Seçimler sonunda 11 Ağustos 1923'te 2. TBMM çalışmalarına başladı. İlk işi, milletvekillerinin yemin metnini kabul etmek oldu. Ardından Lozan'ı 23 Ağustos'ta onayladı. 213 milletvekili antlaşmayı kabul ederken, 14 milletvekili red oyu kullandı. Böylece Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları iç politikada rejimin adının konması dahil siyasî hamleleri için uygun ortama kavuştular.
Mustafa Kemal Paşa'nın Türkiye'nin Avrupaî bir devlet ve toplum düzenine kavuşması yönünde siyasal-toplumsal bir ütopyası olduğu bilinmeyen bir şey değildi. Hatta Karlsbad Hatıraları'nda gerekirse bunu bir darbeyle bile gerçekleştireceğini açıklamıştı. Aynı Mustafa Kemal Paşa Samsun'a 9. Ordu Birlikleri Müfettişi olarak tayini öncesinde Sultan Vahdeddin'e Cumhuriyetçi olarak tanıtılmışsa da, dikkate alınmayarak görevlendirme gerçekleşmişti. Mazhar Müfit Kansu'ya göre, Erzurum Kongresi sırasında zaferden sonra hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını bir sır olarak söylemişti.
Sivas Kongresi'nde olup bitenleri izleyen İngilizler, Mustafa Kemal Paşa'nın Cumhuriyet'i ilan edeceğini rapor ederken, 22 Eylül 1919 tarihli The Times gazetesi 'Sivas'ta Anadolu Cumhuriyeti'nden söz etmişti. Falih Rıfkı Atay ise 30 Ağustos Zaferi'nden sonra TBMM'de Cumhuriyet'in ilan edileceğini ilk defa 11 Eylül 1923'te özel bir toplantıda Mustafa Kemal Paşa'nın açığa vurduğu iddiasındadır (Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, İst. 1955).
1.Grup iktidarı eline geçiriyor
Lozan oylaması gösterdi ki, olabildiğince dikkat edilmesine rağmen Meclis'te hâlâ muhalif unsurlar vardı. Özellikle İçişleri Bakanı Sabit Sağıroğlu gibi Mustafa Kemal Paşa'nın istemediği kişiler Bakanlar Kurulu'nda yer alıyor, bu ise Fethi (Okyar) Bey hükümetinin işini zorlaştırıyordu. Üstelik bu durum M. Kemal Paşa ve arkadaşları nezdinde de hoşnutsuzluk yaratıyordu.
Sonunda Mustafa Kemal Paşa Bakanlar Kurulu'nu 25 Ekim 1923'te Çankaya'da topladı. Karar, bakanların toptan istifa etmesi ve yeni kabinede kesin surette yer almamaları şeklindeydi. 27 Ekim'de Fethi Bey hükümeti istifa etti.
Bütün bu gelişmelerden sonuç alınamayınca Mustafa Kemal Paşa kritik siyasî hamlesi için harekete geçti. 28 Ekim'de, Çankaya Köşkü'nde İsmet Paşa (İnönü), Fethi Bey (Okyar), Kâzım Paşa (Özalp), Deli Halid Paşa ve Ruşen Eşref (Ünaydın) gibi yakın arkadaşlarını akşam yemeğine davet ederek ertesi gün Cumhuriyet'in ilan edileceğini haber verdi. Bu müthiş haberin etkisiyle olsa gerek, 28-29 Ekim'de Halk Fırkası grubu toplantılarında, devam eden yeni kabine seçimi çalışmaları sonuçsuz kaldı.
Sonunda Çankaya'da hazırlanan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda yapılacak değişiklik teklifleri 29 Ekim akşam saatlerinde toplanan Genel Kurulda görüşülmüş ve aynen kabul edilerek Cumhuriyet ilan edilmiştir. Aynı akşam Mustafa Kemal Paşa 158 oyla Cumhurbaşkanı seçilirken, ertesi gün İsmet Paşa başkanlığındaki hükümet 166 oyla güvenoyu almıştır.
Esasında Cumhuriyet'in ilanı 1921 Anayasası'ndan bu yana fiilî siyasî durumun açıklığa kavuşturulmasıydı. Bu açıklığı sağlayan da, anayasanın ilk maddesine eklenen “Türkiye Devleti'nin hükümet şekli Cumhuriyet'tir” hükmüdür. Diğer maddeler, Cumhurbaşkanı'nın BMM üyeleri arasından tek seçim dönemi için seçilmesi (madde 10), Cumhurbaşkanı'nın Türkiye Devleti'nin başkanı olması ve gerekli gördükçe Meclise ve Bakanlar Kuruluna başkanlık etmesi (madde 11), Başbakanın Cumhurbaşkanı tarafından BMM üyeleri arasından seçilmesi ve hükümet üyelerinin Başbakan tarafından seçildikten sonra Cumhurbaşkanınca Meclis'in onayına sunulmasıdır (madde 12).
Padişahtan Cumhurbaşkanına geçiş
Türkiye, Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'in ilanına kadar geçen süreçte sınırlandırılmış ve adeta protokoler bir devlet başkanı statüsündeki padişahtan Meclis'e ve Bakanlar Kurulu'na başkanlık edebilecek 'devletin başı' olan bir cumhurbaşkanına sahip oldu. Aradaki fark şuydu ki, cumhurbaşkanı, yetkileri itibariyle dönemin padişahından daha yetkili ve güçlü bir konumdaydı.
Taha Akyol Cumhuriyet'in ilanının Mustafa Kemal Paşa'nın siyasî planı çerçevesinde aceleye getirildiği düşüncesindedir. Aslında bu acelecilik, onun fikirlerini gerçekleştirme hususundaki radikalliğinden ve radikalliğin beslendiği otoriter 'Rousseaucu Cumhuriyet' anlayışından (kuvvetler birliği ve genel irade) kaynaklanmaktadır.
Günümüz Türkiye'sinin en temel siyasî sorunu, bu otoriter Cumhuriyet'in demokratikleştirilmesidir. Bu süreci doğru anlayabilmek için en azından yakın tarihin siyasî düşünce ve hareketlerini bilmek zarureti vardır.
Bu sözler Sultan Vahdeddin tarafından Mondros Mütarekesi döneminde İtilaf kuvvetlerinin baskıları karşısında söylenmiştir. Bir yönüyle aczin ve çaresizliğin ifadesi olan bu sitem, diğer yönüyle devletin tepe noktasındaki bir Halife-Padişahın siyasî gücünü ve konumunu göstermektedir. (Yoksa güçsüzlüğünü mü demeliydik?)
Mütareke dönemine kadar birden fazla partinin katıldığı fırtınalı ve sorunlu 3 seçim yaşandı: 1908, 1912 ve 1914 seçimleri. Aynı dönemde padişah, yetkisi gitgide azaltılmak suretiyle adeta protokoler bir devlet başkanı haline getirilmiş durumdaydı.
Aynı süreçte kabine siyasal ve anayasal bir varlık olarak ortaya çıkacaktı. 1909 düzenlemelerinden sonra Osmanlı'daki siyasî manzara şuydu:
Padişah yine devletin başıydı. Ancak Meclis-i Umumî'de anayasaya bağlılık yemini etme yükümlülüğü altına girmiş, hatta ödenekleri bile yasaya bağlanmıştı. En önemlisi, siyasî açıdan Bakanlar Kurulu'nun oluşumu üzerindeki yetkilerini büyük oranda yitirmişti. Sadece şeyhülislam ve sadrazamı seçer hale gelmiş, sadrazamın seçtiği bakanları usulen atamak durumunda kalmıştı. Belki de en dikkat çekici ve en radikal değişiklik, Bakanlar Kurulu'nun Meclis-i Mebusan'a karşı sorumlu olması ve güvenoyu almak zorunluluğunda bulunmasıydı.
Görünen o ki, 1909 değişiklikleri Osmanlı siyasî hayatında yürütme ve yasama organlarını ayrı ayrı konumlandırmak suretiyle kuvvetler ayrılığını ortaya çıkaran klasik parlamenter hükümet sistemine işlerlik kazandırmıştı. Bu tarihten sonra meşrutiyet, hürriyet, siyasî partiler, seçim, parlamento, hakimiyet-i milliye, irade-i milliye gibi kavramlar Osmanlı siyasî literatürüne pratik olarak da girmişti. Hatta 15 Ağustos 1909 tarihli Hey'et-i Ayan kararnamesinde ilk defa 'hakimiyet-i milliye' ilkesinden bile bahsedilmişti.
1913 ile 1918 arasındaki İttihat ve Terakki hükümetlerinin otoriter yönetim anlayışları geçerli olmakla beraber Meclis-i Ayan ve Meclis-i Mebusan'da siyaset, ekonomi, dış politika, gayrimüslimler, ayrılıkçı ve milliyetçi akımlar gibi meseleler serbestçe konuşulup tartışılmıştı. Bu dönemin zabıtları zengin bir malzemeye sahiptir.
İstanbul - Ankara mücadelesi
1919'a gelindiğinde Osmanlı milleti ne uğruna ve ne adına mücadele edeceğinin bilincindeydi. Milli Mücadele döneminde toplam 28 kongre yapıldığı ve bunların 13'ünün Sivas Kongresi öncesine rastladığı, kongreleri yapan cemiyetlerin çoğunun adının Müdafaa-i Hukuk veya Muhafaza-i Milliye olduğu düşünüldüğünde hakimiyet-i milliye, irade-i milliye ve müdafaa-i hukuk kavramlarının ne kadar içselleştirildiği ortaya çıkar. Bunun en açık deliliyse söz konusu cemiyetlerin icraatları ile yayımladıkları beyannamelerdi.
İşte Milli Mücadele bu fikrî ve siyasî temel üzerine kuruldu. Sanılanın aksine, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı da Osmanlı vatanı ve devletinin Halife-Padişah ile birlikte kurtuluşuna kendini adamıştı. Bu meclis, önemli tek icraatı olan Misak-ı Milli Beyannamesi'ni aynı gayeyle kabul ve ilan etmişti.
Her ne kadar 23 Nisan 1920'de Ankara'da açılan BMM 'yepyeni bir meclis' olarak tanımlanmış olsa da, İstanbul'dan gelebilen milletvekillerinin tamamı oradaydı. Ayrıca Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda görüşülen son meselenin (ağnam vergisi) BMM'nin ilk kanunu olması gibi hususlar dikkate alındığında sürekliliğin bulunduğuna şüphe kalmaz.
Bundan olsa gerek, M. Kemal Paşa ve BMM (tabii ki hükümetler) bu gerçeğin bilinciyle hareket etmişler, radikal bir şekilde Padişah ve İstanbul hükümetiyle köprüleri atmamışlardı.Unutulmamalıdır ki, 1919-1922 yıllarındaki olaylar, sadece işgal edilen bir ülkenin kurtuluş mücadelesi değildir. Aksine, İstanbul (Padişah ve hükümet) ile Ankara (Mustafa Kemal Paşa ve BMM hükümeti) arasında iktidar mücadelesidir.
Bir taraftan BMM'nin otoritesine karşı gelenlerin cezalandırılmasını öngören 29 Nisan 1920 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve Damad Ferid Paşa'nın vatan haini olduğuna dair 20 Mayıs 1920 tarihli genelgesiyle İstanbul'la köprüler atılırken, diğer taraftan BMM'nin açılışı dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa imzasıyla Padişaha gönderilen 27 Nisan 1920 tarihli dilekçe dikkat çekicidir. Dilekçede amacın “hukuk-ı Saltanat-ı seniyyeleri ile istiklal-i millîmizi müdafaa ve temin etmek” olduğu vurgulanmaktadır.
Buna rağmen Mustafa Kemal Paşa 24 Nisan 1920'de Mecliste yaptığı uzun konuşmasında geçici de olsa bir hükümet ve devlet başkanı seçmeden 'reissiz bir hükümet' kurulması taraftarıydı. BMM yasama ve denetleme görevini görürken ülkenin işleri için 'bilfiil bir hükümet' kurulmalıydı. Bunun adı Kuvve-i İcraiye İçin İcra Vekilleri Heyeti oldu (2 Mayıs 1920 tarih ve 3 sayılı kanun).
İkinci adım, BMM'nin Şekil ve Mahiyetine Dair Mevadd-ı Kanuniye adını taşıyan tasarının 18 Ağustos 1920'de Genel Kurulda görüşülmesiydi. İlk maddesine göre “BMM, teşri ve icra kudretlerini haiz ve idare-i devlete bizzat ve müstakillen vâzıü'l-yeddir (el koymuştur)”. Bunun anlamı, kuvvetler birliğine dayalı bir meclis hükümeti sistemiydi.
Tasarı reddedilmişse de, daha sonra kabul edilecektir. Bu hüküm ve anlayış 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (2. madde) ile perçinlenecektir.
Gruplaşmaların nedeni
Kabul etmek gerekir ki, ilk Meclis farklı toplumsal tabaka ve düşünce mensuplarından oluşmakla beraber vatanın işgalden kurtuluşu hususunda hemfikirdi. Bu durum, Meclisin çoğulcu ve temsilî karakterini gösterir. Ne var ki, Teşkilat-ı Esasiye tartışmaları sürecinde farklı siyasî gruplar ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan biri, Mustafa Kemal Paşa'nın etrafında kümelenen ve daha radikal inkılapçı görüşlere sahip olan 1. Grup, diğeri muhafazakâr ve liberal eğilimli 2. Gruptu.
Hüseyin Avni ve Ali Şükrü Beyler 2. Grubun önde gelenlerindendi. Grubun temel kaygısı, Mustafa Kemal Paşa'nın yönetim tarzının otoriterliğe ve tek adamlığa doğru gidiyor oluşuydu.
Asıl farklılık, Lozan görüşmeleri sırasında ortaya çıktı. Mustafa Kemal ve arkadaşları (1. Grup), Musul vilayeti gibi ihtilaflı toprak meselelerini barış sonrası döneme bırakmak ve bir an önce barışı imzalamak taraftarıydılar. Oysa 2. Grup, İsmet Paşa heyetinin Lozan'da ülkenin temel meselelerinde yeterince müzakere etmediğini, dolayısıyla Misak-ı Milli'den taviz verilerek barış imzalanmak istendiğini savunmaktaydı.
Tartışmalar önemli 2 gerçeği ortaya koydu: 1) Artık bu Meclise Lozan'da imzalanacak antlaşmayı onaylatmak mümkün olmayacaktı.
2) Bu siyasî riski almamak için BMM'nin seçim yoluyla yenilenmesi zorunlu olacaktı. Nitekim M. Kemal Paşa'nın girişimiyle 1 Nisan 1923'te seçimlerin yenilenmesi kararı alındı.
Şurası bir gerçek ki, seçim kararı Cumhuriyet'in ilanına giden süreçte Mustafa Kemal Paşa'nın en büyük siyasî hamlesiydi. Her şeyden önce en büyük siyasî muhalif grup tasfiye edilmiş olacak, ardından isimlerini kendisinin belirleyeceği milletvekillerinden oluşacak bir Meclis kurulacaktı. Bu Meclis hem Lozan'ı onaylayacak, hem de Cumhuriyet'i ilan edecekti.
Seçimler sonunda 11 Ağustos 1923'te 2. TBMM çalışmalarına başladı. İlk işi, milletvekillerinin yemin metnini kabul etmek oldu. Ardından Lozan'ı 23 Ağustos'ta onayladı. 213 milletvekili antlaşmayı kabul ederken, 14 milletvekili red oyu kullandı. Böylece Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları iç politikada rejimin adının konması dahil siyasî hamleleri için uygun ortama kavuştular.
Mustafa Kemal Paşa'nın Türkiye'nin Avrupaî bir devlet ve toplum düzenine kavuşması yönünde siyasal-toplumsal bir ütopyası olduğu bilinmeyen bir şey değildi. Hatta Karlsbad Hatıraları'nda gerekirse bunu bir darbeyle bile gerçekleştireceğini açıklamıştı. Aynı Mustafa Kemal Paşa Samsun'a 9. Ordu Birlikleri Müfettişi olarak tayini öncesinde Sultan Vahdeddin'e Cumhuriyetçi olarak tanıtılmışsa da, dikkate alınmayarak görevlendirme gerçekleşmişti. Mazhar Müfit Kansu'ya göre, Erzurum Kongresi sırasında zaferden sonra hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını bir sır olarak söylemişti.
Sivas Kongresi'nde olup bitenleri izleyen İngilizler, Mustafa Kemal Paşa'nın Cumhuriyet'i ilan edeceğini rapor ederken, 22 Eylül 1919 tarihli The Times gazetesi 'Sivas'ta Anadolu Cumhuriyeti'nden söz etmişti. Falih Rıfkı Atay ise 30 Ağustos Zaferi'nden sonra TBMM'de Cumhuriyet'in ilan edileceğini ilk defa 11 Eylül 1923'te özel bir toplantıda Mustafa Kemal Paşa'nın açığa vurduğu iddiasındadır (Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, İst. 1955).
Mustafa Kemal Paşa resmiyette Meclis Başkanı olmakla beraber siyasî meşruiyeti zedelemeden bir devlet başkanı gibi davranmıştı. Ancak anayasal zemini oluşturup İstanbul'a karşı siyasî gücünü perçinledikten sonra Lozan öncesi saltanatın kaldırılması ve en önemlisi de Lozan'ın imzalanmasıyla uluslararası meşruiyet sağlanınca Cumhuriyet'in ilanı için karşısında hiçbir engel kalmamış oluyordu.
1.Grup iktidarı eline geçiriyor
Lozan oylaması gösterdi ki, olabildiğince dikkat edilmesine rağmen Meclis'te hâlâ muhalif unsurlar vardı. Özellikle İçişleri Bakanı Sabit Sağıroğlu gibi Mustafa Kemal Paşa'nın istemediği kişiler Bakanlar Kurulu'nda yer alıyor, bu ise Fethi (Okyar) Bey hükümetinin işini zorlaştırıyordu. Üstelik bu durum M. Kemal Paşa ve arkadaşları nezdinde de hoşnutsuzluk yaratıyordu.
Sonunda Mustafa Kemal Paşa Bakanlar Kurulu'nu 25 Ekim 1923'te Çankaya'da topladı. Karar, bakanların toptan istifa etmesi ve yeni kabinede kesin surette yer almamaları şeklindeydi. 27 Ekim'de Fethi Bey hükümeti istifa etti.
Bütün bu gelişmelerden sonuç alınamayınca Mustafa Kemal Paşa kritik siyasî hamlesi için harekete geçti. 28 Ekim'de, Çankaya Köşkü'nde İsmet Paşa (İnönü), Fethi Bey (Okyar), Kâzım Paşa (Özalp), Deli Halid Paşa ve Ruşen Eşref (Ünaydın) gibi yakın arkadaşlarını akşam yemeğine davet ederek ertesi gün Cumhuriyet'in ilan edileceğini haber verdi. Bu müthiş haberin etkisiyle olsa gerek, 28-29 Ekim'de Halk Fırkası grubu toplantılarında, devam eden yeni kabine seçimi çalışmaları sonuçsuz kaldı.
Sonunda Çankaya'da hazırlanan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda yapılacak değişiklik teklifleri 29 Ekim akşam saatlerinde toplanan Genel Kurulda görüşülmüş ve aynen kabul edilerek Cumhuriyet ilan edilmiştir. Aynı akşam Mustafa Kemal Paşa 158 oyla Cumhurbaşkanı seçilirken, ertesi gün İsmet Paşa başkanlığındaki hükümet 166 oyla güvenoyu almıştır.
Esasında Cumhuriyet'in ilanı 1921 Anayasası'ndan bu yana fiilî siyasî durumun açıklığa kavuşturulmasıydı. Bu açıklığı sağlayan da, anayasanın ilk maddesine eklenen “Türkiye Devleti'nin hükümet şekli Cumhuriyet'tir” hükmüdür. Diğer maddeler, Cumhurbaşkanı'nın BMM üyeleri arasından tek seçim dönemi için seçilmesi (madde 10), Cumhurbaşkanı'nın Türkiye Devleti'nin başkanı olması ve gerekli gördükçe Meclise ve Bakanlar Kuruluna başkanlık etmesi (madde 11), Başbakanın Cumhurbaşkanı tarafından BMM üyeleri arasından seçilmesi ve hükümet üyelerinin Başbakan tarafından seçildikten sonra Cumhurbaşkanınca Meclis'in onayına sunulmasıdır (madde 12).
Padişahtan Cumhurbaşkanına geçiş
Türkiye, Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'in ilanına kadar geçen süreçte sınırlandırılmış ve adeta protokoler bir devlet başkanı statüsündeki padişahtan Meclis'e ve Bakanlar Kurulu'na başkanlık edebilecek 'devletin başı' olan bir cumhurbaşkanına sahip oldu. Aradaki fark şuydu ki, cumhurbaşkanı, yetkileri itibariyle dönemin padişahından daha yetkili ve güçlü bir konumdaydı.
Taha Akyol Cumhuriyet'in ilanının Mustafa Kemal Paşa'nın siyasî planı çerçevesinde aceleye getirildiği düşüncesindedir. Aslında bu acelecilik, onun fikirlerini gerçekleştirme hususundaki radikalliğinden ve radikalliğin beslendiği otoriter 'Rousseaucu Cumhuriyet' anlayışından (kuvvetler birliği ve genel irade) kaynaklanmaktadır.
Günümüz Türkiye'sinin en temel siyasî sorunu, bu otoriter Cumhuriyet'in demokratikleştirilmesidir. Bu süreci doğru anlayabilmek için en azından yakın tarihin siyasî düşünce ve hareketlerini bilmek zarureti vardır.