Çözüm insan haklarına saygıdan geçiyor
Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığını koruduğu zamanlara öykünmek hem tamamıyla tarihdışı hem de profesyonellikle bağdaşmayan bir yaklaşımdır. Ne var ki Exeter Üniversitesi Arap ve Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ilan Pappe günümüz ihtilaflarının neden olduğu mülteci dalgalanmalarında bize yeniden Osmanlı'nın kolektif kuşatıcılığını düşündürüyor.
Geçmişte Osmanlı iİmparatorluğu'nun işleyişine yön veren birtakım olumlu idarî ana hatlar üzerine düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Bunların arasında en önemli olanı din, ırk, etnisite gibi kavramlara dayalı kolektif kimliklerdir. Elbette bu kolektif kimlikler Osmanlı’nın hükmetme hakkına etki etmemiştir. Ortadoğu’da Osmanlı’nın bayrağını devralan iki sömürgeci güç -İngiltere ve Fransa- çoğunlukla bu hassasiyeti umursamamış ve aynı anda hem Arapların bağımsızlığını kazandığı, hem de bu bölge üzerindeki kontrollerini muhafaza ettikleri o imkânsız ideallerinin peşinden giderken bu kimliklerin bir kısmını yok etmişler veya bunlara fiilen sahip olduklarından daha fazla güç atfetmişlerdir. Her iki durumda da bu grupların bazıları için ortaya çıkan sonuç tam bir felakettir.
Filistinliler için bu felaket -1948 gibi- erken bir tarihte yaşanmıştır. Bazıları, örneğin Yezidiler için felaket çok daha sonraları yaşandı. Maalesef Aleviler için bugün halen bu felaketlerin gerçekleşebileceğini söyleyebiliriz.
Burada Arap ulus devletleri meselesini bir kez daha açmaya gerek yok. Artık çok geç. 1. Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda sömürgecilik mirası üzerinde kurulan bazı Arap ulus devletleri nispeten güçlüydü ve bu ulusların kolektif millî kimlikleri yalnızca sömürgeci emellere değil, aynı zamanda yerel arzulara da dayanıyordu.
Ne var ki ulus devletlerin yalnızca sınırları dâhilinde yaşayan halk için bir felaket olmasının ötesinde, mülteci dalgaları yaratacak şekilde (Filistin, 1948 ve Suriye, 2011) çökmelerine bakarak, haritaların çizildiği o meşhur masayı yeniden kurmaya değmez mi, diye sorabiliriz. Bu ülkelerin ikisinde de mevcut rejimlerin, nüfusun kayda değer bir kısmı tarafından meşrulaştırılmasına imkân yok. Yine aynı ülkelerde bu ihtilafların ortadan kalkmasını mümkün kılacak siyasî yapılara ihtiyaç var.
Her iki durumda da atılabilecek tek adım, her şeyden önce insan haklarına ve vatandaşlık haklarına saygılı bir çözümü hayata geçirmektir. Böylesi bir çözüm, halihazırda Arap dünyasındaki yangını körükleyen en şiddetli ve sarsıcı hareketlerin ortaya çıkma şartlarını hazırlayan İsrail’in sıra dışı dokunulmazlığını tek adımda ortadan kaldıracaktır. İkinci olarak kolektif kimlikler için ulus devletler her zaman en iyi çözüm modeli değildir: iki uluslu, çokkültürlü veya vatandaşlık esasına göre inşa edilmiş bir devlet, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kuşatıcılığın 21. yüzyıla uyarlanmasına dair tartışmalarda asıl odaklanmamız gereken noktaları oluşturuyor.