Cihangirlik sevdasından vazgeçen varis
İngiliz İmparatorluğu’nun sonu ile Osmanlıİmparatorluğu’nun sonu arasında neredeyse uçurumlarkadar fark vardır. Osmanlı’dan koparak ayrılan ülkeler, Türkiye (‘Türkiya’)dahil kendisine başka isimler verdiler. ‘Osmanlı’ismi haritadan tamamen silindi.. Cumhuriyet Osmanlı mirasını nasıl tasfiye etti? Montajlanan tarihi Derin Tarih Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Armağan kaleme aldı.
Amerika Birleşik Devletleri'nin Soğuk Savaş dönemindeki acar Dışişleri Bakanlarından Dean Acheson 1962 yılında imparatorluğunu kaybettikten sonra bunalıma girmiş olan İngiltere'yi şöyle tasvir ediyordu: “Büyük Britanya bir İmparatorluk kaybetti ve henüz kendine yeni bir rol bulamadı.” 1950'lere kadar “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk” diye selamlanan İngiltere (“Büyük Britanya” demek daha doğru), bu tarihten itibaren hızla sömürgelerini kaybedince ciddi bir bunalıma girdi, o bunalımın etkilerini henüz atlatabilmiş değil. Girdap, en son, gemiyi alır içine çünkü.
Kaldı ki, İngiltere sömürgelerinden bizim gibi bozguna uğrayarak değil, ağır ağır çekildi. Durup dinlenmeye, saatini ayarlamaya vakti oldu; geride üsler bırakabildi, dahası haleflerini kendisi seçebildi ve bazı şartlar koşabildi. Hatta Commonwealth diye bir ticarî organizasyonu bile geliştirebildi bir ara. Öte yandan Kıbrıs'taki askerî üssü yasal olarak tanınmış bir hak olarak bir zamanlar büyük bir dünya gücünün adadaki izdüşümüdür ve dünya üzerindeki pek çok benzerinden sadece biridir.
Ancak İngiliz İmparatorluğu'nun sonu ile Osmanlı İmparatorluğu'nun sonu arasında neredeyse uçurumlar kadar fark vardır.
İngiltere'nin ana vatan topraklarına dokunulmadığı gibi bir türlü bütünleşemediği veya bilinçli olarak bütünleşmediği işgal ettiği topraklardan da (Hindistan ve Filistin'den zorlanarak çekildi ama bu hiçbir zaman ağır hasarlı bir yenilgi şeklinde olmadı) onu zorla atan kimse olmadı. Kazandığı sürede ise ekonomik-ticarî çıkarlarını sağlamlaştırabildi. Yani siyasî kopmalar ekonomik kopuş anlamına gelmedi.
Bu bir süreçti ve peyderpey, yeterli güvenceleri aldıktan sonra terk etti sömürgelerini. O kadar ki, 2 Ekim 1923 tarihinde son birlikleri İstanbul'u terk ederken bile bindikleri Arabic gemisi Çanakkale Boğazı'ndan çıkmadan önce kuvvetlerimiz Ankara'dan hareket edemeyeceklerdi. Bu şartı dahi koşabilmişlerdi. Ancak Osmanlı Devleti'nin parçalanması 1918 yılında aniden, neredeyse birkaç ay içerisinde gerçekleşti ve bırakın terk ettiği yerlerde üsler bulundurmayı, Liman Von Sanders dahil anlı şanlı komutanları, General Allemby'in kuvvetlerinin eline düşmekten son anda kurtulabildi. Ben Yemen'de kalan esirlerini bile ülkesine geri getiremedi diyeyim de gerisini siz anlayın.
Borges'in muazzam boyutlardaki bir 'imparatorluk haritası'ndan bahsettiği ünlü öyküsünde geçtiği gibi Osmanlı haritasının fersude parçaları bir yerlerde öylece kalakaldı. Parçalarını toparlamak bir yana, ana vatanını dahi işgalden kurtaramadı. Bağımsızlığını yitirdi ve Yunanlar eliyle bir askerî işgale daha uğradı.
Böylece yıkım yıkım üstüne geldi. Ancak bu, son değil, sonun başlangıcıydı.Böylece kendisine “Osmanlı'yım” diyen kimsenin ortada kalamayacağı yepyeni bir dönem açılmış oldu. Buna Post-Ottoman (Osmanlı Sonrası) dönem diyebiliriz. Artık Osmanlısız bir dünya haritası vardı ve bir zamanlar harita imalatçılarının onu kastederek kullandıkları Near Eastern (Yakın Doğu) tabiri, Osmanlı Devleti tarihe karıştıktan sonra fonksiyonunu yeterince icra etmiş olmalı ki, kullanımdan hızla düşüverdi.
Ve ardından yaprak dökümü başladı…
Osmanlı'dan koparak ayrılan ülkeler, Türkiye ('Türkiya') dahil kendisine başka isimler verdiler. 'Osmanlı' ismi haritadan tamamen silindi.
Onu yüzyıllardır karakterize eden ve İslam dünyasının başı olduğunu gösteren Halifelik, İngiliz-Fransız cephesinin dayatması yüzünden bir hamlede kaldırıldı. Selçuklulardan beri bu toprakların verimli beyinlerini sulamış olan medreseler aynı yıl bir darbeyle tarihe karıştı.
Osmanlı'nın protokolde üçüncü sıraya çıkardığı Şeyhülislamın bir anlamda devamı olan Şeriye ve Evkaf Vekili, Bakanlar Kurulu'ndan ihraç edilip herhangi bir üst düzey memur haline getirildi.
Bunlar Cumhuriyet'in ilk yılı olan 1924'te gerçekleştirilenlerdi. 1925 yılında ise halkın kılık kıyafeti değiştirildi. Şapka Kanunu ile Müslümanlar dışarıdan ayırt edici özelliklerini kaybettiler.
İsviçre hukuku nasıl Türk yapıldı?
Ertesi yıl sıra gündelik hayatı düzenleyen Medeni Hukuka gelmişti.
İsviçre'den harfi harfine tercüme edilerek bir gecede 'Türk' yapılan Medeni Kanun, Osmanlı kimliğinin belini kıracaktı. Hatta Mecliste Medeni Kanunun müzakere edilip birkaç maddesinin olsun gelenek ve dinimizin şartlarına uygun hale getirilmesi gündeme taşındığında “Medeniyet bir küldür (bütündür), olduğu gibi alınır” diye reddedilmişti. Batı hukukunun üstünlüğü üzerinde bir mütalaa bile yürütülmesine izin verilmiyordu. Maksat, Mahir İz'in dediği gibi 'maziden alakayı kesmek'ti.
1928'de bu defa alfabesi (yazısı) elden gitti Osmanlı'nın. Hala dedelerinin mezar taşını okuyamayanların yaşadığı, öz evlatlarının 'turist' konumuna indirgendiği bir ülke olmakla övünenlerimiz olduğunu biliyorsunuz.
Okullardan din, Kur'an, siyer, Arapça, Farsça ve hat sanatı gibi derslerin kaldırıldığı bir dizi müdahale izledi bunları.
İmam-Hatiplerin öğrencisizlik sebebiyle kapattırılması da aynı projenin bir parçasıydı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu aynı zamanda medrese vakıflarını ele geçirmeye yönelik büyük operasyonun bir ayağıydı.
Aynı kanunda bir İlahiyat Fakültesi açılacak deniliyordu ama 1933'teki üniversite reformunda kapatılan İlahiyat Fakültesi bir daha ancak 1948'de, o da İstanbul'da değil, Ankara'da açılabilecekti. 15 yıl boyunca bir İlahiyat Fakültesi olmadan yaşadı Türkiye. Filozof Kant'ın İlahiyatçı olarak tanındığı Avrupa Aydınlanması'nın peşinde olduğumuzu ifade ediyorduk öte yandan.
1930'ların başından itibaren bu defa Osmanlı'nın dinine yönelecekti yeni rejimin matkabı. Önce Türkçe Kur'an okunması gündeme getirildi. Türkçe namaz takip etti onu. Daha sonra ezan-ı Muhammedî Türkçeleştirildi. Minarelere “binlerce yılın yabancısı bir ses” dokundu.
Laikliği din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması olarak öğreten bir sistemde devlet 1941'de 'Allahu ekber' demeyi kanunla yasaklamayı laikliğe aykırı görmüyordu.
Bunu, boşalan camileri satmak veya kiralamak, yıkmak veya arsasını ele geçirip iktidardaki partinin kodamanlarına peşkeş çekmek üzere iç etme adımı takip etti. (Türbeler, tekkeler ve zaviyelerin kapılarına 1925'te kilit asılmıştı zaten.)
Hedefteki son iki alan, tarih ve dildi. Türk Dil ve Türk Tarih kurumları bununla görevlendirildiler.
Kimin Türk olduğunun belirlenmesi amacıyla düzenlenen ve 64 bin kişiyi kapsayan Afet İnan'ın başını çektiği antropometri, daha doğrusu 'kafatası ölçme anketi', 1935 yılının Ağustos ayında Mimar Sinan'ın mezarından kemiklerinin çıkarılması ve kafatasının kaybedilmesi rezaletine kadar dayanan bir dizi çılgınlığı tetikleyecekti.
Osmanlı'yı tamamen reddedenler tarihlerini Etilere, Sümerlere, Orta Asya'ya bağlamaya çalıştılar. İslam geleneği bütün imkânlarıyla birlikte dışlandı. Osmanlı medeniyeti de Mimar Sinan, Piri Reis gibi birkaç istisna hariç öteki ilan edildi. Redd-i miras bütün hızıyla sürüyordu.
Atatürk'ün İsveç Büyükelçisi'ne karşı yaptığı konuşmada görüldüğü gibi anlaşılmaz ve yer yer dalga geçmeye yol açabilecek durumlara düşüldü dil konusunda. Osmanlı'nın şiir gibi akan o zengin dili, ne yazık ki horlandı, dışlandı ve unutturuldu.
Montajlanan tarih
Soyadı kanunu Türkçemizde, Türk ve Müslüman kültür ve geleneğinin aksine, Avrupa'yı taklit eden bir anlayışla çıkarıldı. Bizde soy adı önde söylenir, ad onu takip ederdi. 'Kılıç Ali' gibi. Türkçede ayırt edici vasıf önce kullanılırken tersi yapıldı ve anonim olanın arkasına eklendi. Böylece mevcut soyadı sistemimiz de ters yüz edilip Avrupalaştırıldı.
Coğrafya da bu inkâr fırtınasından yakayı kurtaramadı. Yer isimleriyle öylesine fazla oynandı ki, bugün normal bir vatandaş Elazığ'ı Sultan Abdülaziz'in kurduğunu fark edemez durumdadır. (Aslı Mamuretü'l- Aziz olan şehrin ismi halk arasında Elaziz diye telaffuz edilirken Atatürk tarafından bir padişahı hatırlattığı için kasıtlı olarak bugünkü haline getirilmiştir.) Neyse ki Diyarbekir bu süreci ucuz atlattı; tek harf değişikliğiyle Diyarbakır yapılarak bölgenin Bekir aşiretiyle olan kadim bağı koparıldı, bakır madenine bağlandı. Dersim, başına devletin tunçtan eli inince Tunçeli oldu. Ankara yakınlarındaki Ahi Mesud köyünün adı ise tamamen anlaşılmaz bir kılığa sokulmak kastıyla Etimesgut yapılıverdi vs.
Reşat Nuri'nin Çalıkuşu adlı romanının Mütareke döneminde çıkan ilk baskısında ismi geçen Bağdatlı Ahmet adlı askerin memleketi sonraki baskılarda kasıtlı olarak silindi.
Vaktiyle Enver Paşa için söylenegelen “Hoş gelişler ola, kahraman Enver Paşa” marşının sözleri “Hoş gelişler ola, Mustafa Kemal Paşa” olarak yeni kahramana uygun hale getirildi.
1913 yılında Türk bayrağının yıldızı içine Osmanlı'nın kurucusu olan Osman Gazi'nin resmi konulurken sonraki yıllarda aynı yere Mustafa Kemal Paşa'nın resmi oturtulmaya başlandı.
Velhasıl Cumhuriyet'e geçilirken, Lozan süreciyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu'nun toprakları ve haritası üzerinde olduğu gibi kültürel ve zihinsel haritasında da geniş kapsamlı bir operasyonun gerçekleştiğini ve bir daha bu topraklarda 'Osmanlı' gibi tehlikeli bir oluşuma meydan vermemek için içeriden ve dışarıdan uğraşıldığını görüyoruz.
Bu, 1924 yılında hanedanın yurt dışına sürülürken sadece 10 gün içerisinde haraç mezat satılan mallarından daha iyi hiçbir şeyle gösterilemeyecek bir çılgınlıktır. Kâzım Karabekir Paşa bu furyadan yabancıların faydalandıklarını ve içerideki adamları vasıtasıyla son derece değerli antika eşyayı ve gayrimenkulleri onda bir, yirmide bir fiyatına kapattıklarını yazar. Galiba Osmanlı'nın büyük mirasının başına gelen de biraz budur.
Osmanlı satılığa çıkarıldı. Yalnız hanedanın elindeki antika eşyaları, köşk ve yalıları, güzelim camileri, türbe ve medreseleri değil, Ayasofya Camii dahil pek çok maddi ve manevî varlığı da satıldı, rehine verildi.
Kime peki? Ve neden?
Atatürk'ün mal varlığından cami ve mescitlerin satılmasına kadar uzanan bir zincirde Osmanlı'nın neden ve nasıl satıldığını ve bir cihan imparatorluğunun cihangirlik sevdasından vazgeçmiş varisi tarafından nasıl hoyratça yok edildiğini yakında çıkacak olan Satılık İmparatorluk adlı kitabımızda ibretle okuyacaksınız.
“Biz sussak tarih susmayacak”
Vârisin hafızası ne kadar temizlenmek istenirse istensin, Memalik-i Osmaniye o kadar bereketli bir kaynağa sahip ki, satmakla veya silmekle bitiremiyoruz varlığını. Kalanlar mutlaka bir yerden başlarını uzatıp seslerini duyuruyorlar.
İngiltere'nin imparatorluğunu kaybettikten sonra kendine yeni bir rol bulamadığını söylemişti eski ABD Dışişleri Bakanlarından Dean Acheson.
Türkiye ise 1918'den sonra üzerinden geçen silindirin etkisinden yeni yeni kurtuluyor ve rolünü hatırlamaya çalışıyor.
1950 sonrasında biz tarihten kaçtıkça o bizim üzerimize doğru geldi ve sonuçta Nietzsche'nin “Yıkılan sütun yeniden dikilecektir” sözünün manasına agâh olabileceğimiz bir seviyeye getirdi bizi tarihî şartlar.
Şimdi bizim görevimiz, o susturulmuş sesleri toplayıp farkındalık meydana getirecek şekilde gelecek nesillere aktarmaktır. Tıpkı Sezai Karakoç'un şu ateşli cümlelerinde olduğu gibi susmamanın erdemini hatırlatmaktır daha doğrusu:
“Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak. Halbuki biz sussak, tarih susmayacak. Tarih sussa, Hakikat susmayacak.Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak. Halbuki bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar, vicdan azabından kurtulsalar tarihin azabından kurtulamayacaklar. Tarihin azabından kurtulsalar Tanrı'nın azabından kurtulamayacaklar.