Cengiz Han Buhara'ya merhamet etti mi?
Camileri, kütüphaneleri ve saraylarıylaİslam medeniyetininen gözde şehirlerinden biriydiBuhara. Gittiği her mamur beldeyiharap eyleyen, taş üstündetaş koymayan medeniyetdüşmanı Moğollar dayandıbir gün kapısına. Akıbetine oldu? CengizHan merhametetti mi dersiniz? Yavuz Bahadıroğlu Derin Tarih okurları için yazdı.
Dünyanın en zalim hükümdarlarından biri olarak tarihe geçen Cengiz Han, dünyanın en kanlı ordusuyla Buhara önlerine gelmişti. Karşılarına çıkan her şehri, her kaleyi yaka yıka, ocakları söndüre söndüre yürümüş, nihayet Buhara surlarına dayanmışlardı.
Şehir halkı kararsızdı. 1220’de korkunç bir kâbus yaşıyorlardı. Halk surlara tırmanıp karınca sürüsü gibi kaynaşan ve harp çığlıkları atan Moğol ordusunu korkuyla seyrediyordu. “Bu acımasız, ilkesiz ordu ile başa çıkılmaz” diyorlardı. Tartışmalar uzayıp giderken Müslüman Karluk Hükümdarı Arslan Han’la Müslüman Almalık Hükümdarı Sugna Tekin’in, meşhur Müslüman âlimlerden Cafer Hoca ve İmam Hacib’le birlikte şehre geldikleri bildirildi. Kapı açıldı. İçeri alındılar.
Girer girmez Karluk Hükümdarı Arslan Han:
“Bağışlayın” diye söze başladı, “meşverette olduğunuzu bilmiyorduk. Dilerseniz dışarıda bekleyelim.”
“Yok” dediler, “iyi ki geldiniz. Aslında biz de sizi konuşuyorduk. Bize yardımcı olun.”
“İşte bu yüzden geldik” dedi, Almalık Hükümdarı Sugna Tekin; “yardımcı olmak istiyoruz. Ne de olsa dindaşız.”
“Peki, ne yapalım?”
“Silahlarınızı bırakın, kapıları açın. Kaç kere gözlerimle gördüm ki, büyük Kağan savaşarak girdiği yeri harabeye çevirir. Bu deliliği yapmayın. Nasılsa ordularına karşı fazla dayanamazsınız. Şehrinize yazık olur. Bakın büyük hocalarımız da yanımızda, onlar adına da konuşuyorum, kendinize ve şehrinize yazık etmeyin.”
“Teslim olmalıyız diyorsunuz. O takdirde şehri yakıp yıkmaz mı? Bizi kılıçlarına lokma etmez mi? Cengiz Han hakkında kötü şeyler duyduk.”
İmam Hacib bu sözlere gülerek karşılık verdi:
“Tevatürdür. Merkitler karşı koymasalardı başlarına o felaket gelmeyecekti. Aslında Cengiz Han merhametlidir. Bizi dinler. Şefaat ederiz size. Endişe duymayın.”
Söyleyecekleri bittikten sonra çekip gittiler.
Şehir meclisi şaşkındı. İkilemde kalmışlardı. Ama bir karar vermeleri lâzımdı: Ya teslim olacaklar yahut çarpışacaklardı. Üçüncü ihtimal yoktu. Tartışma uzadı gitti. Kimi teslim olmak taraftarıydı, kimi de ne olursa olsun savaşılmasını istiyordu:
“Ecdat yadigârı, İslam medeniyetinin göz bebeği, ilim-irfan yuvası Buhara’yı putperest Cengiz’e teslim etmenin uhrevî mesuliyeti vardır. Binaenaleyh kanımızın son damlasına kadar mukavemet etmeliyiz. Cengiz şehre girecekse cesetlerimize basarak girsin!”
Şehir teslim ediliyor ama...“Cesetlerimize basmak şüphesiz Cengiz Han’a büyük zevk verir. Asıl mesele ölüp ölmemek değil, Allah’a bir can borcumuz var ve nasılsa bir gün hepimiz öleceğiz. Asıl mesele, bu kültür şehrini tahrip olmaktan kurtarmak. Çünkü Cengiz Han ve askerlerinin en büyük zevki kütüphaneleri yakıp camileri yıkmaktır! Teslim olursak belki bu facianın önüne geçebiliriz. Belki o zaman merhamete gelir.”
“Cengiz Han’da merhamet ha! Ne boş hayal!”
“Hayal değil, hakikat. Bize gelen dindaşlarımızı duymamış gibi konuşuyorsun. Cengiz Han merhametsiz olsa bile bizimkiler onu engeller. Geldiler gördük, bizimle namaz da kıldılar. Daha ne istiyorsunuz? Onlar da Müslüman, biz de. Elbette bizi korurlar. Dindaşlarını ezdirecek değiller ya!”
Bu hatırlatma etkili oldu:
“Evet, evet. Cafer Hoca ile İmam Hacib, Cengiz Han’ı durdururlar. Zaten Müslümanlara verilen zararı önlemek için onun yanında yer aldıklarını duymuştum. Onlar bizi korur, ne dinimize ne ırzımıza-namusumuza, ne canımıza, ne irfanımıza zarar verdirirler.”
Ama bunun ham hayal olduğunu yaşanan örnekler eşliğinde anlatanlar ve asla teslim olunmamasını, vakit geçirilmeden savunma tedbirleri alınmasını savunanlar da az değildi. “Yapmayın, kendinizi kandırmayın; bilin ki bu gaflet bizi boğar!” diyorlardı.
Lâf uzadı, uzadı; çoğunluğun dediği oldu. Teslim kararı çıktı: “Cengiz Han’a bir heyet gönderelim. İnançlarımıza, kütüphanelerimize, mabedlerimize, canımıza, ırz ve namusumuza dokunmamak kaydıyla teslim olacağımızı bildirelim”.
“Münasiptir” denildi, karar verildi. Bu fikre muhalif olanlara ise “Gaflettir, ihanettir!” demekten başka yapacak bir şey kalmadı.
Heyet hazırlanıp beyaz bayrak çekti. Cengiz Han’ın ordugâhına ulaştı. İçlerinde büyük bir ümit taşıyorlardı. Cengiz Han’ın yanında bulunan hocalarla Müslüman hanların kendilerine yardımcı olacaklarına, ezdirmeyeceklerine inanıyorlardı.
Zaten onlar Cengiz Han’ın İslam ülkelerini tahrip etmesine mâni olmak için oradaydılar. Hele Cafer Hoca büyük bir âlimdi. Cengiz Han zulmetmek istese bile durdururdu. Ne zamandır yanında bulunduğuna göre herhâlde nüfuzu vardı. Cengiz Han, Cafer Hoca’nın ilminden istifade ediyor olmalıydı. Cafer Hoca gibi tanınmış bir hocaya güvenmeyecekler de kime güveneceklerdi?
Büyük ümitlerle karışık küçük endişelerini çiğneye çiğneye huzura çıktılar. Cengiz Han gelişigüzel serpiştirilmiş minderlere yaslanmıştı. Bir tarafında Müslüman Karluk Hükümdarı Arslan Han, diğer tarafında Müslüman Almalık Hükümdarı Sugna Tekin duruyordu. Öbür yanında ise Cafer Hoca ile İmam Hacib bulunuyordu.
Harzem heyeti başkanı onları görünce derin bir nefes aldı. Bir hayli rahatlamıştı.
“Kılıçlara yem ederim”Cesaretlendi, “Büyük Kağan” diye söze başladı, “biz Buhara halkının temsilcileriyiz. Şehrimizin kaleleri çok yüksektir. Dört yanı kalın ve sağlam duvarlarla çevrilidir. Ayrıca içinde canını vermeye hazır kahramanlar vardır.”
Cengiz Han, insanın iliklerini donduran bir sesle sordu:
“Onun için mi teslim olmak istiyorsunuz?”
Heyet başkanı duymazdan gelerek konuşmaya devam etti:
“Erzağımız da boldur. Ne kadar gayretli bir ordunuz olursa olsun, şehri almak için yıllarca uğraşmanız gerekecektir.”
Cengiz Han’ın bakışları hâlâ buz gibiydi. Sarı sarı bakıyor, sanki karşısındakinin ciğerini deliyordu.
Müslüman hanlar ve hocalar niçin susuyorlardı acaba? Buhara’yı bağışlamasını söylemelerinin tam sırasıydı; fakat inadına susuyor, inadına önlerine bakıyorlardı. Buhara gibi bir ilim, irfan şehrinin yakılıp yıkılmasına seyirci mi kalacaklardı? Buna imkân yoktu. Yürekleri sızlardı. Vicdanları elvermezdi. Uykuları kaçardı. Öyleyse hâlâ niçin konuşmuyor, neden Cengiz Han’a bu gerçeği söylemiyorlardı?
Cengiz Han’ın yanındaki Müslüman hanlarla hocalara bakınca kuşkuya kapıldı, ilgisiz durmalarının sebebini anlayamadı.
“Bü... Büyük Kağan!” diye kekeledi, “Biz...”
Cengiz Han öfkeyle bağırdı:
“Sus, şarlatan! Yalvarmaya geldinizse yalvarın, övünmeye geldinizse işte kapı, defolun!”
Ümit teli koptu. İnim inim inleyen bir sesle:
“Teslim şartlarını görüşmeye geldik” diyebildi yalnızca, “bizi kılıçtan geçirmeyin yeter!”
Cengiz Han kısa bir süre düşündü, Çinli danışmanı Bilge Çu-en’e bir el işareti yapıp yanına çağırdı. Çu-en, Cengiz Han’ın kulağına bir şeyler fısıldadı. Cengiz Han güldü:
“Tamam” dedi elçilere dönerek, “kabul, şehir halkını kılıçtan geçirmeyeceğim.”
“Camilerimizi, kütüphanelerimizi de yıkmayın.”
Çu-en’le tekrar fısıldaştı ve tekrar güldü:
“Buna da tamam: Camilerinizi, kütüphanelerinizi yıkmayacağım.”
Zavallı elçi bir Müslüman hükümdarlara baktı, bir Müslüman hocalara baktı; hâlâ susup durmalarına anlam vermeye çalıştı ama veremedi. Müslüman hanların ve hocaların Cengiz Han’a müdahale etmemelerine akıl erdiremiyordu. Düşüncelerinin burasına Cengiz Han’ın homurtusu düştü:
“Anlaştık mı ihtiyar, kapıları açıyor musunuz?”
Elçibaşı toparlanmaya çalıştı. Ama sesi eskisi gibi güvenli değildi. Başka bir şey aklına gelmediği için sözlerini tekrarladı: “Şehir halkını kılıçtan geçirmeyin, camilerimizi, kütüphanelerimizi yıkmayın!”
Cengiz Han kıs kıs gülüyordu. Şarap kupasını Çinli köleye uzattı:
“Doldur!”
Bir dikişte bitirdikten sonra elçilere çok tuhaf gelen bir soru sordu:
“Şarap içer misiniz?”
Hepsi aynı anda tiksintiyle cevap verdiler:
“Hayır!”
Yüzünü buruşturdu:
“Öyleyse sizin dininizle benimkinin bağdaşması mümkün değil. Yine de söz verdim: Şehir halkını kılıçtan geçirmeyeceğim, camilerinizi, kütüphanelerinizi yıkmayacağım. İnandığınız Allah’a dua edin ki bugün neşeli günüm, yoksa güçsüzlerin şart koşmalarına asla müsaade etmezdim. Ya yarın sabah şehrin bütün kapılarını açarsınız ya da kapalı tutar, savunmaya çalışırsınız.”
Biraz daha içtikten sonra devam etti:
“Direnirseniz taş üstünde taş, omuz üstünde baş komam. Ne kadın dinlerim, ne yaşlı, ne çocuk, cümlenizi kılıçlara yem ederim.”
Elçibaşı, “Kale duvarlarımız çok sağlamdır” diye mırıldandı. Kendi kendine konuştuğunu sanmıştı ama hayret, Cengiz Han duymuştu. Ağır ağır ayağa kalktı ve “Bir kalenin sağlamlığı, savunanların cesaretiyle ölçülür. Yoksa taş duvarlar bir şekilde yıkılır. Gidin, kalenin bütün kapılarını açın. Hakkınızdaki hükmü sonra vereceğim” dedi. Bir an düşünüp ilâve etti:
“Bu hükmün mümkün olduğu kadar yumuşak olması için şeytanımı kandırmaya çalışacağım!” Sinsice sırıttıktan sonra sırtını döndü. Görüşme bitmiş, heyetin güvendiği Müslüman hanlar ve hocalar tek kelime dahi etmemişler, öylece önlerine bakarak susmuşlar, hep susmuşlardı.
12 kapı düşmana açıldı
Heyet Buhara’ya dönerken düşünceliydi ihtiyar heyet başkanı:
“Ne dersiniz?” diye sorunca, biri atıldı:
“Savaşalım. Yoksa Cengiz Han’ın niyeti kötü. Diğerlerine, Müslüman milletlere yaptığını bize de yapacak.”
“Öyle şey yapmaz!” diye kestirip attı bir başkası, “daha doğrusu, yapamaz, yaptırmazlar. Görmediniz mi Arslan Han’la Sugna Tekin’i? Onları yanına oturtmuştu. Demek sözlerine değer veriyor. Sonra İmam Hacib var, Cafer Hoca var. Bizi ezdirmezler.”
“Ama hiç konuşmadılar, Cengiz’in söylediklerine itiraz etmediler.”
“Âdet böyledir. Koca Kağan konuşurken yanındakiler susar. Vakti gelince elbet konuşacaklar. Onlara güvenmemiz lâzım. Sonra söylendiği kadar kötü yürekli, zalim bir İslam düşmanı olsaydı, Müslüman hükümdarlarla bazı hocaları yanına alır mıydı?”
İnsan inanmak istediği şeye inanır. Onlar da inanmak istiyorlardı ve inandılar. Şehre döndüler. Gördüklerini, duyduklarını biraz süsleyerek anlattılar:
“Sözün özü, Cengiz’e güven olmaz, ama yanındaki hocalara ve Müslüman hanlara güvenelim. Elbette dindaşlarını koruyacaklardır”.
Getirilen haberler savunma taraftarı olanları tatmin etmedi fakat teslim olmak isteyenler ağır bastı. Müslüman hanlar ve Cengiz’in yanındaki hocalar, kendilerini koruyacaklar, ezdirmeyeceklerdi.
Ve Buhara’nın 12 kapısı birden düşmana açıldı. Cengiz Han şehre girdi. İki yanında Buharalıların güvendiği Karluk ve Almalık Hanları vardı. Ardında İmam Hacib ve Cafer Hoca yürüyordu. Buhara halkı bunları görünce ümitlenir gibi oldu. Oysa onlar, yürek yakan manzarayı görmemek için gözlerini yerden kaldırmıyorlardı.
Yıllarca evvel büyük bir hata yapmışlardı. Cengiz’e yakın olunca dindaşlarını koruyabileceklerini zannedip bu yola girmişlerdi. Belki İslam dininin yüceliğini Cengiz’e anlatabilir, onu Müslüman yapıp kılıcını ve ordusunu İslamın hizmetine alabilirlerdi.
O takdirde dünyayı fethin yolları açılır, İslam sancağı dünya yüzünde dalgalanırdı. Sonunda bunun hayalden ibaret olduğunu anladılarsa da, iş işten çoktan geçmişti. Her çıkışları Cengiz’in sert bakışlarına, tehditlerine toslayıp tuz buz oluyordu. Nihayet onu memnun etmek için her istediğine boyun eğmek zorunda kaldılar.
Cengiz Han şehre girdi. Askerlerini meydanda topladı ve bas bas bağırmaya başladı:
“Camileri, kütüphaneleri yıkmayın, yakın! Kitapları ırmağa atın. Direnmeye çalışan herkesi canlı canlı gömün. Kılıç kullanmayın, ne de olsa kesmeyeceğimize söz verdik!”
Kahkahaları neredeyse şehrin öbür ucundan duyuluyordu. Arslan Han daha fazla dayanamadı:
“Ama, Büyük Kağan, söz vermiştiniz!..”
Cengiz Han’ın delici bakışları gözlerine mıhlanınca susmak zorunda kaldı:. O susunca Cengiz Han bir kahkaha daha attı:
“Hayrola Arslan Han, Müslümanlığını mı hatırladın? Sözümde durmadığımı kimse iddia edemez. Müslümanları öldürmeyeceğim demedim, sadece kesmeyeceğim dedim. Nitekim kesmiyorum, diri diri toprağa gömdürüyorum. Camileri, kütüphaneleri yıkmayacağım dedim, yıkmıyorum, sadece yakıyorum. Ve herkese ibret olması gereken son sözünü söyledi:
“Kendi ikbalini dininden daha çok seven insana güvenilmez! Buharalılar sana güvenmekle belalarını buldular. Onları ben değil, senin gibiler yok ediyor!”
Kendi döneminde “ilmin kıblesi” sayılan Buhara camileri, türbeleri, kütüphaneleriyle birlikte yanıyor, Cengiz Han’a destek veren Müslüman hükümdarlarla hocalar gözlerini kapatıp susuyorlardı.