Bir imparatorluk mirasının yağması
Dünya güç üzerine mi, yoksa erdem üzerine mi kurulu? Ortaya konulan siyaset -ister iç, ister dış- realist mi, yoksa duygusal yaklaşımların neticesi mi olmalı? Bu soruların cevabı belli… Prof. Dr. Mim Kemal Öke Derin Tarih dergisinde bizi yeni ufuklara götüren kitapların kritiğini yaptı.
İyi de, Allah böyle mi yarattı âlemi? Peki, aşk değil miydi bu âlemin/âdemin vücut bulmasındaki esrar veya hikmet? Biz, insanoğlu olarak, sözüm ona mantıklı ama vicdansız davranarak ne yapmaya çalışıyoruz Allah aşkına?
Girişin çarpıcı olduğunun farkındayım; çünkü bu ay için okuduğum kitaplar beni, siyaset hakkında, tabiatıyla hal ve gidişimiz hakkında bu sorgulamaya zorladı.
Mark Mazower, Batı'nın parlak tarihçilerinden. Ezber bozan yaklaşımı, kimsenin el atmadığı konulara eğilmesi sonucu ortaya koyduğu eserlerle çeşitli ödüller de almış. Son kitabı Büyülü Saray Yok'ta ise imparatorluk kavramının sonu ve Birleşmiş Milletler'in ideolojik kökenlerini irdeliyor. Birleşmiş Milletler'in 'hikmet-i vücudu'nun hayli tartışıldığı günümüzde bu inceleme bizi yeni ufuklara götürebilir.
Mazower, devrin çatışan felsefeleri ile o döneme damgasını vuran liderlerin siyasetleri diyalektiğinde/diyaloğunda Birleşmiş Milletler'in kimliğinin arkeolojisini sunuyor bize. Öyle ki, bir yanda BM'yi kadim emperyal ve ırkçı güç dengesi sisteminin aracı olarak gören Güney Afrikalı -tabii ki beyaz- Smuts, öte yanda BM'nin soykırımlarla mücadele etmesini savunan Musevi -Siyonist- aktivistler, yani Lemkin, Schechtman ve dahası BM'nin yükselen üçüncü dünya milliyetçilik ve özgürlükçü ideallerinin bayraktarlığını yapması gerektiğine işaret eden Hindistan'ın ilk başkanı Nehru… Kısacası idealler çatışıyor, belki de ideallerle realite çatışıyor! Sonunda ne oldu?
Mazower'e bakılırsa, iyi oldu. Zaten ilk başta, o konjonktürde fazla iyimser ve romantik olmaya gerek yoktu ki! BM, kimliği muğlak, esnek, hatta silik olması dolayısıyla bugüne değin yaşadı.
Mazower'e göre dünya siyasetinde 'büyülü saray' beklenmemeli. Ama buna rağmen BM, uluslararası sorunların ifade edildiği bir merkez oldu; sistemin tüm aktörleri bu platformu kullanmaktan kaçınmadılar. “Öyleyse” diyor Mazower, “BM'nin dünya sahnesindeki rolünün kapsamlı bir dönüşüme uğratılması gerektiğine dair son zamanlarda ortaya atılan iddialara pek itibar edilmemelidir!”
Yekpare bir kimlikten de söz edemeyiz BM için. Bir yanda Güvenlik Konseyi, bir yanda Genel Kurul'dan başlayarak gerek beş ana organı, gerekse onlara bağlı acenteleriyle kaleidoskobun parçaları gibi çok kimliklidir BM. Bu bünyede en utanmaz emperyalistleri hoşnut edecek imkânlar da vardır, en hızlı devrimcileri geride bırakacak ilerici atılımlar da…
Anlayacağınız, BM'nin içinde de realizm - idealizm diyalektiği mevcuttur.
Ruhumuzdan tavizler verdik
Realizm uğruna nelere katlanıyoruz? Şu toprakların dili olsa da söylese! İç ve dış siyasette gücü olanların huyuna suyuna gidelim diye nelere katlanmadı şu garip halkım diye inlesem, beni yadırgar mısınız? Hep güvenliğimize kasteden, tehdit odakları denen kökü dışarıda öcülerle korkutulduk. Devletin, vatanın sürdürülebilir kılınması için kişiliğimizden, kimliğimizden, tarihî ruhumuzdan tavizler verdik. İdealizmden soğuttular bizi.
Hoş, Cumhuriyet'in kuruluşuna giden yolda gerçekten de nice pusular vardı. Şu emperyal(ist) dünya nasıl da gözünü dikmişti Osmanlı'nın mirasına. Bir imparatorluk yağmalanıyordu.
Lozan ve Osmanlı'nın Reddedilen Mirası: Satılık İmparatorluk tam da o günlerin iklimini yansıtıyor. Ayakta kalmak için haraç mezat 'pazarlanan' bir imparatorluğun son günlerinden kareler sunuyor bize Mustafa Armağan.
Yeri gelmişken, ilginç bir anekdot nakledeyim: İngiltere'de öğrenci iken bazı tarihî şatoları gezmiştim. Bu tarihî şatoların sahipleri genellikle aristokrasiden bir kont ya da lord. Evini gezdiriyor. Fakirlik içinde... Yiyecek ekmek bile yok. Üç beş kuruş giriş ücreti alarak ziyaretçilerden kazandığı para ile hayatını idame ettiriyor. Üstü başı dökülüyor; ama şatoyu satmıyor. Kiraya vermiyor. Otel yapılmasına karşı çıkıyor. Şato ise perişan, dökülüyor. “Neredeyse yıkılacak” diyorsunuz, “Birlikte ölürüz” cevabını veriyor ve ekliyor: “Benden sonra ne yaparlarsa yapsınlar!”
Bu bir tercihtir. Osmanlı'da reformun sınırı vardı; yöneticileri bu devletin ruhunu satmamakta direttiler ve o 'kırmızı çizgileri' aşmadılar. İkbal ile çekildiler bu âlemden.
Kurtuluş' ve 'Kuruluş' realizmin eseridir. “Onca komplodan çıkış, ancak bu kadar soğuk ve kanlı bir siyasetin sonucu mu olabilirdi?” diye sorgulanmanın şimdi tam zamanı. Mesela Lozan, onca fedakârlığın karşılığı mıdır? Bunu ben de geçmişte çok sormuştum. Ne ilginçtir ki Lozan'dan arta kalan sorunlar hala bizimle birlikte! O halde “Değer miydi?” diyenler haksız mı? Mustafa Armağan da emek mahsulü yeni kitabında işte bu sorunun cevabını arıyor.
Armağan'ın tarihe ilgisi, Türkiye okuruna çok şey katmıştır ve ileride bu makalelerin kimyasından merhum Ahmed Kabaklı Hocamızın Temellerin Duruşması tadında bir yorum eseri ortaya koymasını adeta 'lübbü'l-lüb' kabilinden bekliyorum.
Bu vesileyle kendi tavrımı da açıkça ortaya koymak isterim: Evet, siyasette komplo vardır; ama her eylemi komploculuğun ürünü olarak gören sosyal şizofreniye, paranoyaya bir tür tarihyazımı olarak karşıyım. Armağan'ın eleştirdiği noktalara bu 'evham'lar neticesinde gelmedik mi?
Öte yandan, dünya siyaseti realizm üzerine kurulu olsa da bunu, “Her şey mübahtır” tarzında bir çıkarcılığa indirgemek bence bir ülkeyi çirkinleştirir, o devleti de küçültür. Büyük devlet olmak, sadece tank sayısı ile ölçülmemelidir. Bundan dolayı ilkeniz, felsefeniz ve dış politikanızın erdemi, yani jeokültürünüz de önemlidir. Türkiye dış siyaseti şimdi bunu deniyor gibime geliyor. Sırf jeopolitiğini satan bir ülke olmaktan çıkıyor muyuz acaba?
“Ters teper mi, eksen kayması zarar verir mi, ya da gerçekçilikten ayrılmamalıyız” diyenlere şunu hatırlatmak lazım: Hindistan'ı realist Nehru kurdu; ama ardında idealist Gandhi vardı. Derin tarihin akışında Nehru, Gandhi'nin gölgesinde kaldı ve Gandhi, bazıları için bir ekol oldu, bazıları içinse bir idol!
Girişin çarpıcı olduğunun farkındayım; çünkü bu ay için okuduğum kitaplar beni, siyaset hakkında, tabiatıyla hal ve gidişimiz hakkında bu sorgulamaya zorladı.
Mark Mazower, Batı'nın parlak tarihçilerinden. Ezber bozan yaklaşımı, kimsenin el atmadığı konulara eğilmesi sonucu ortaya koyduğu eserlerle çeşitli ödüller de almış. Son kitabı Büyülü Saray Yok'ta ise imparatorluk kavramının sonu ve Birleşmiş Milletler'in ideolojik kökenlerini irdeliyor. Birleşmiş Milletler'in 'hikmet-i vücudu'nun hayli tartışıldığı günümüzde bu inceleme bizi yeni ufuklara götürebilir.
Mazower, devrin çatışan felsefeleri ile o döneme damgasını vuran liderlerin siyasetleri diyalektiğinde/diyaloğunda Birleşmiş Milletler'in kimliğinin arkeolojisini sunuyor bize. Öyle ki, bir yanda BM'yi kadim emperyal ve ırkçı güç dengesi sisteminin aracı olarak gören Güney Afrikalı -tabii ki beyaz- Smuts, öte yanda BM'nin soykırımlarla mücadele etmesini savunan Musevi -Siyonist- aktivistler, yani Lemkin, Schechtman ve dahası BM'nin yükselen üçüncü dünya milliyetçilik ve özgürlükçü ideallerinin bayraktarlığını yapması gerektiğine işaret eden Hindistan'ın ilk başkanı Nehru… Kısacası idealler çatışıyor, belki de ideallerle realite çatışıyor! Sonunda ne oldu?
Mazower'e bakılırsa, iyi oldu. Zaten ilk başta, o konjonktürde fazla iyimser ve romantik olmaya gerek yoktu ki! BM, kimliği muğlak, esnek, hatta silik olması dolayısıyla bugüne değin yaşadı.
Mazower'e göre dünya siyasetinde 'büyülü saray' beklenmemeli. Ama buna rağmen BM, uluslararası sorunların ifade edildiği bir merkez oldu; sistemin tüm aktörleri bu platformu kullanmaktan kaçınmadılar. “Öyleyse” diyor Mazower, “BM'nin dünya sahnesindeki rolünün kapsamlı bir dönüşüme uğratılması gerektiğine dair son zamanlarda ortaya atılan iddialara pek itibar edilmemelidir!”
Yekpare bir kimlikten de söz edemeyiz BM için. Bir yanda Güvenlik Konseyi, bir yanda Genel Kurul'dan başlayarak gerek beş ana organı, gerekse onlara bağlı acenteleriyle kaleidoskobun parçaları gibi çok kimliklidir BM. Bu bünyede en utanmaz emperyalistleri hoşnut edecek imkânlar da vardır, en hızlı devrimcileri geride bırakacak ilerici atılımlar da…
Anlayacağınız, BM'nin içinde de realizm - idealizm diyalektiği mevcuttur.
Ruhumuzdan tavizler verdik
Realizm uğruna nelere katlanıyoruz? Şu toprakların dili olsa da söylese! İç ve dış siyasette gücü olanların huyuna suyuna gidelim diye nelere katlanmadı şu garip halkım diye inlesem, beni yadırgar mısınız? Hep güvenliğimize kasteden, tehdit odakları denen kökü dışarıda öcülerle korkutulduk. Devletin, vatanın sürdürülebilir kılınması için kişiliğimizden, kimliğimizden, tarihî ruhumuzdan tavizler verdik. İdealizmden soğuttular bizi.
Hoş, Cumhuriyet'in kuruluşuna giden yolda gerçekten de nice pusular vardı. Şu emperyal(ist) dünya nasıl da gözünü dikmişti Osmanlı'nın mirasına. Bir imparatorluk yağmalanıyordu.
Lozan ve Osmanlı'nın Reddedilen Mirası: Satılık İmparatorluk tam da o günlerin iklimini yansıtıyor. Ayakta kalmak için haraç mezat 'pazarlanan' bir imparatorluğun son günlerinden kareler sunuyor bize Mustafa Armağan.
Yeri gelmişken, ilginç bir anekdot nakledeyim: İngiltere'de öğrenci iken bazı tarihî şatoları gezmiştim. Bu tarihî şatoların sahipleri genellikle aristokrasiden bir kont ya da lord. Evini gezdiriyor. Fakirlik içinde... Yiyecek ekmek bile yok. Üç beş kuruş giriş ücreti alarak ziyaretçilerden kazandığı para ile hayatını idame ettiriyor. Üstü başı dökülüyor; ama şatoyu satmıyor. Kiraya vermiyor. Otel yapılmasına karşı çıkıyor. Şato ise perişan, dökülüyor. “Neredeyse yıkılacak” diyorsunuz, “Birlikte ölürüz” cevabını veriyor ve ekliyor: “Benden sonra ne yaparlarsa yapsınlar!”
Bu bir tercihtir. Osmanlı'da reformun sınırı vardı; yöneticileri bu devletin ruhunu satmamakta direttiler ve o 'kırmızı çizgileri' aşmadılar. İkbal ile çekildiler bu âlemden.
Kurtuluş' ve 'Kuruluş' realizmin eseridir. “Onca komplodan çıkış, ancak bu kadar soğuk ve kanlı bir siyasetin sonucu mu olabilirdi?” diye sorgulanmanın şimdi tam zamanı. Mesela Lozan, onca fedakârlığın karşılığı mıdır? Bunu ben de geçmişte çok sormuştum. Ne ilginçtir ki Lozan'dan arta kalan sorunlar hala bizimle birlikte! O halde “Değer miydi?” diyenler haksız mı? Mustafa Armağan da emek mahsulü yeni kitabında işte bu sorunun cevabını arıyor.
Armağan'ın tarihe ilgisi, Türkiye okuruna çok şey katmıştır ve ileride bu makalelerin kimyasından merhum Ahmed Kabaklı Hocamızın Temellerin Duruşması tadında bir yorum eseri ortaya koymasını adeta 'lübbü'l-lüb' kabilinden bekliyorum.
Bu vesileyle kendi tavrımı da açıkça ortaya koymak isterim: Evet, siyasette komplo vardır; ama her eylemi komploculuğun ürünü olarak gören sosyal şizofreniye, paranoyaya bir tür tarihyazımı olarak karşıyım. Armağan'ın eleştirdiği noktalara bu 'evham'lar neticesinde gelmedik mi?
Öte yandan, dünya siyaseti realizm üzerine kurulu olsa da bunu, “Her şey mübahtır” tarzında bir çıkarcılığa indirgemek bence bir ülkeyi çirkinleştirir, o devleti de küçültür. Büyük devlet olmak, sadece tank sayısı ile ölçülmemelidir. Bundan dolayı ilkeniz, felsefeniz ve dış politikanızın erdemi, yani jeokültürünüz de önemlidir. Türkiye dış siyaseti şimdi bunu deniyor gibime geliyor. Sırf jeopolitiğini satan bir ülke olmaktan çıkıyor muyuz acaba?
“Ters teper mi, eksen kayması zarar verir mi, ya da gerçekçilikten ayrılmamalıyız” diyenlere şunu hatırlatmak lazım: Hindistan'ı realist Nehru kurdu; ama ardında idealist Gandhi vardı. Derin tarihin akışında Nehru, Gandhi'nin gölgesinde kaldı ve Gandhi, bazıları için bir ekol oldu, bazıları içinse bir idol!