Bir demokrasi laboratuvarı
23 Nisan 1920 ile 16 Nisan 1923 arasında faaliyet gösteren, bir yandan işgalci güçlere karşı Kurtuluş Savaşı'nı yönetip başarıya ulaştıran, bir yandan da birbiri ardına yaptığı yasal düzenlemelerle Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerini atan Birinci Meclis'in açılışından bu yana tam 96 yıl geçti. Aradan geçen süreye rağmen hâlâ 1. Meclis'ten alınması gereken bazı derslerin bulunduğunu ve bu Meclis'in gerçek anlamda bir demokrasi laboratuvarı olduğunu dikkate alan Prof. Dr. Ahmet Demirel yazıyı Derin Tarih dergisinde kaleme aldı.
Tarık Zafer Tunaya'nın da belirlediği gibi “Türkiye Büyük Millet Meclisi kendisini bir ihtilal organı olarak ilân etmiştir: Manevi şahsiyetinde Başkumandanlığı muhafaza (yani İstiklal Savaşı'nı bilfiil idare) eden, millet ve memleketin alınyazısını elinde tutan, en üstün kudret olan milli hâkimiyeti kullanacak, rakip tanımayan tek meşru organ. Fakat rakipsiz olması, yetkisinin sınırsız olması demek değildi. Bu sınır kendi yaptığı kaideler ve bunlara kaynak olan gayesiydi” (“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin Kuruluşu ve Siyasi Karakteri”, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, Ank.: 1981, s. 220-21).
Açılışından başlayarak yapılan yasal düzenlemelerde sürekli olarak millet egemenliği ile Meclis'in siyasî sistemin tamamına egemen olan tek meşru güç olması ilkeleri vurgulanmıştır.
24 Nisan 1920'de Mustafa Kemal Paşa Mütareke'den Meclis'in açılışına kadar geçen süredeki gelişmeleri özetlediği ünlü nutkunu okumuş, sonunda hükümet kurulmasına yönelik önergesini açıklamıştı. Kuvvetler birliği esasına dayalı önerge, yürütme ve yasama yetkilerinin Meclis'in elinde toplanmasını ve Meclis'in içinden seçilmiş bir heyetin hükümet işlerini yürütmesini istiyor; Meclis Başkanı'nın aynı zamanda bu heyetin de başkanlığını yürütmesi gerektiğine işaret ediyordu. Meclis bu öneriyi benimsemiştir.
Mustafa Kemal Paşa yedi yıl sonra okuduğu Nutuk'ta bu konuşmasına değindikten sonra bunun aslında adı konmamış bir cumhuriyet olduğunu söyler:
“Bu esaslara müstenit olan (dayanan) bir hükümetin mahiyeti, suhuletle (kolaylıkla) anlaşılabilir. Böyle bir hükümet, hâkimiyet-i milliye esasına müstenit halk hükümetidir. Cumhuriyettir. Böyle bir hükümetin teşekkülünde esas vahdet-i kuva (kuvvetler birliği) nazariyesidir” (Nutuk, İst., MEB,12. bs., c. 2, s. 438).
25-29 Nisan 1920 tarihlerindeki görüşmelerden sonra kabul edilen 2 sayılı Hıyanet-i Vataniye Kanunu'yla da Meclis'in amacı belirlenmiş ve Meclis'in bu amaca ulaşmada tek yetkili meşru organ olduğunun altı çizilmişti. İlk maddesi şöyledir:
“Yüce hilafet ve saltanat makamını ve Osmanlı ülkesini yabancı güçlerden kurtarmak ve saldırıyı def etmek amacına yönelerek kurulmuş olan BMM'nin meşruluğuna başkaldırma niyetinde olarak, söz, eylem ve yazı ile karşı koyanlar ya da karışıklık çıkarmak isteyen kişiler vatan haini sayılır” (TBMM Zabıt Ceridesi, c.1, s. 63-4, 66, 79-84, 99-109, 115-22, 127-34, 137-45).
Hıyanet-i Vataniye Kanunu, Meclis'in ilk etapta sık sık dile getirdiği bu sözle gayesini açıklamasının dışında özellikle 8. maddesiyle yasama ve yürütmeden sonra yargı yetkisini de Meclis'e vermesi bakımından önemlidir. Maddede “bu yasa uyarınca mahkemelerce verilecek kararlar kesin olup BMM'ce onaylandıktan sonra yerlerinde infaz edilir. Onaylanmazsa Meclis tarafından verilecek karara uyulur” denilmesi Meclis'in yargı yetkisini de bünyesinde topladığının göstergesidir.
Üzerinde durulması gereken bir nokta da, bu dönemde ikili bir iktidarın söz konusu olmasıdır. Gerçekten de Ankara'daki TBMM Hükümeti'nin yanı sıra İstanbul'da bir başka hükümet vardır. Meclis bu konudaki belirsizliği 7 Haziran 1920'de kabul ettiği bir kanunla gidermiştir.
TBMM'nin 7 sayılı kanunun 1. maddesinde “İstanbul'un işgal tarihi olan 16 Mart 1920'den itibaren BMM'nin onayı dışında olarak İstanbul'ca yapılmış olan bütün antlaşma, anlaşma ve sözleşmeler ve musal kararlar ve verilmiş ayrıcalıklar ve maden devri ve verilen ruhsatnameler ile Mütareke'den sonra yapılmış bütün gizli antlaşmalar ve doğrudan doğruya veya bir aracı eliyle yabancılara verilmiş ayrıcalıklar, madenlerin devri ve verilen ruhsatnameler geçersizdir” denilmiştir (TBMM ZC, c. 2, s. 144).
Devlet yapısını belirleme ve Meclis hükümeti sisteminin yasal çerçevesini netleştirme yolunda en büyük adım, 20 Ocak 1921'de Meclis'in 85 sayılı kanunu olarak kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'yla (1921 Anayasası) atılmıştı. Böylelikle Meclis'in başından beri benimsemiş olduğu yasamanın üstünlüğü ilkesinin katı biçimi olan Meclis hükümeti (güçler birliği) sistemine anayasal bir çerçeve oluşturulmuştu. Taha Parla'nın da vurguladığı gibi kabul edilen son şekliyle “1921 anayasasının temel kuruluş şeması içindeki ilişkiler hiyerarşisi şöyle özetlenebilir: Millet egemenliği-Yasama organı (özdeşlik ilişkisi); Yasama organı-Yürütme organı (vekâlet ilişkisi); Yürütme organı-Yönetim organları (bağlılık ilişkisi). Kısacası: Halk-Parlamento-Hükümet- Bürokrasi” (Demokrasi, Anayasalar, Partiler ve Türkiye'nin Siyasal Rejimi, İst., 1986, s. 15).
Böylece kısa sürede atılan adımlarla Ankara'da ülkenin kaderine bütünüyle el koyan yasal bir Meclis hükümeti kurulmuştu. Bu sisteme göre siyasî karar alma sürecinde tartışmasız tek egemen organ Meclis'in kendisidir. Öyle ki, Heyet-i Vekile (Bakanlar Kurulu) ayrı bir programa sahip olamayacağı gibi tek tek bakanlar da belirli işleri Meclis adına yürütmekle görevlendirilen ve Meclis tarafından teker teker doğrudan seçilen Meclis'in “memurları” olarak değerlendirilmiştir.
Yanlış anlaşılmış muhalefet
Bilindiği gibi Birinci Meclis'te aynı zamanda önemli bir iktidar-muhalefet çekişmesi de yaşanmıştır. Bu çekişme esas olarak sistemin yapı taşlarının yerli yerine oturtulmasından, yani 1921 Anayasası'nın kabulünden sonra 1921 ilkbaharında Meclis içinde Birinci Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adlı bir iktidar kurulmasının ardından başlamış ve Meclis kapanana kadar hararetle sürmüştü. İktidar- muhalefet çekişmesinin özü, yakın zamana kadar sanıldığı gibi bir ilerici-gerici veya İslamcı-laik çekişmesi değildir. Bu çekişme aslında tam da Meclis'in sistem içindeki yeri ve siyasî süreçteki rolü konusundan kaynaklanmıştır.
1.Meclis'te yapılan tartışmalar incelendiğinde muhalefetin karşı çıkışlarının tamamıyla, açılışından itibaren yasama yetkilerinin yanı sıra yürütme, hatta yargı yetkilerini de elinde bulunduran Meclis'in, bu egemen konumunu zaafa uğratacağı düşünülen uygulamalara yöneldiği görülmektedir. Bir başka deyişle muhalefet, 1921 Anayasası'nda açık bir biçimde ifadesini bulan millet egemenliği kavramına dayanarak Meclis üstünlüğü ve bu gücün üzerinde yetkili makam tanımamak konusunda olağanüstü duyarlı davranmıştır.
İlginç olan nokta, muhalefetin başlangıçta belirlenen ve yukarıda özetlediğim yasal çerçevenin dışına çıkan yeni taleplerle ortaya atılan bir muhalefet olmaması, aksine bu çerçevenin dışına taştığını düşündüğü yeni yasal düzenlemelere karşı çıkan ve başlangıçta benimsenen Meclis üstünlüğü ilkesine dönülmesini isteyen bir muhalefet olmasıdır.
Yeni yasal düzenlemelerden birincisi, bakanların seçim yönteminde yapılan değişikliktir. İlk benimsenen esasa göre bakanlar Meclis tarafından herhangi bir sınırlamaya tâbi tutulmaksızın teker teker oylanarak seçilirken, 4 Kasım 1920'de bu sistem değiştirilmiş ve bakanların yine Meclis tarafından ama sadece Meclis Reisi'nin göstereceği adaylar arasından seçilmesi esasına geçilmiştir.
Bu değişiklikle Meclis Reisi'nin istemediği ve aday göstermediği kişilerin bakan seçilebilmelerinin önü kapatılmıştır. Bu değişikliği her konuda tek egemen olan Meclis'in yetkilerinin sınırlanması olarak değerlendiren muhalifler başlangıçta uygulanan esasa, yani aday gösterilmeden seçim yapılmasına dönülmesini istemişlerdir.
İkinci yasal düzenleme, 5 Ağustos 1921'de yürürlük süresi üç ay olmak üzere kabul edilen Başkumandanlık Kanunu'yla, Meclis'in manevî şahsiyetinde bulunan Başkumandanlığın Mustafa Kemal Paşa'ya verilmesi ve kendisine görevi süresince Meclis yetkilerini kişisel olarak kullanma hakkı gibi olağanüstü bir yetkinin tanınmasıdır. Kanunun süresi izleyen dönemde aynı hükmü içererek üçer aylık sürelerle üç kez daha uzatılmıştır. Muhalifler kanunun 1. maddesiyle Mustafa Kemal Paşa'nın Başkumandanlığa getirilmesine destek verirken, kendisine Meclis yetkileri veren 2. maddeyi Meclisin üstünlüğü ilkesinden sapma olarak değerlendirmişler ve bu yetkilerin tekrar Meclis'e devredilmesini istemişlerdir.
Üçüncü yasal düzenleme, Meclis'in denetimi dışında çalışan İstiklal Mahkemeleri'nin kurulmasıdır. Muhalifler İstiklal Mahkemeleri üzerinde Meclis denetiminin olmamasını Meclis üstünlüğü ilkesinden bir sapma olarak değerlendirmişler, mahkemelerin kaldırılmasını veya bu mahkemeler üzerinde Meclis denetiminin sağlanması gerektiğini savunmuşlardır.
Meclis üstünlüğü ve onun üzerinde yetkili bir güç tanımama ilkesinden hareket edilince doğal olarak Heyet-i Vekile'nin, Meclis'e ait yetkileri Meclis'in bilgisi dışında kullandığı her uygulama muhalefetin şiddetli tepkisini çekmiştir. Ayrıca ülkede kanuna dayanan bir yönetim kurulması ilkesi de muhalefetin temel ilkelerinden biri olmuş, bunun doğal sonucu olarak Temmuz 1922'de kurulan muhalif İkinci Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu temel hak ve özgürlükler konusunda oldukça duyarlı davranmıştır.
Muhalefetin programı ne diyor?
İkinci Grup'un 16 Temmuz 1922'de kabul ettiği üç maddelik programın 1. maddesinde Meclis'teki bütün mebusların üzerinde görüş birliği içinde bulunduğu Misak-ı Milli çerçevesinde millî birlik ve bağımsızlığa ulaşmak amaçlanırken, 2. maddede “mevcut kanunların millî egemenlik ilkesine göre değiştirilmesi ve düzeltilmesi” öngörülmüştür. Bu maddenin hedefleri, somut olarak 5 Ağustos 1921'de kabul edilen Başkumandanlık Kanunu'nun 2. maddesi, bakan seçiminde aday gösterme uygulaması ve Meclis'in İstiklal Mahkemelerinin çalışmaları üzerinde denetim hakkının bulunmamasıdır.
Temel hak ve özgürlüklerin dokunulmazlığı ve saygınlığını sağlamayı hedefleyen 3. madde ise muhaliflerin temel hak ve özgürlükler konusundaki duyarlılığının grup programına yansımasıdır.
Muhalefet, Meclis'in açılışında benimsenen ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'yla anayasal bir çerçeveye kavuşturulan sistemden sapma olarak değerlendirdiği yasaların yürürlükten kaldırılması için verdiği mücadeleden sonuç da almıştır. Muhaliflerin Meclis'teki ağırlığı, özellikle İkinci Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla örgütlenmeyi gerçekleştirdikleri 1922 Temmuz'unda yoğun olarak hissedilmiştir
8 Temmuz 1922'de muhalif milletvekillerin oylarıyla, bakan seçiminde aday gösterme yöntemi yürürlükten kaldırılmış, bu arada aynı kanunla, ayrı bir Heyet-i Vekile Reisi'nin Meclis tarafından doğrudan seçilmesi esası getirilerek kuvvetler ayrılığına yönelik önemli bir adım atılmıştır.
20 Temmuz 1922'de Mustafa Kemal Paşa'nın Başkumandanlık unvanı süresiz olarak uzatılırken, bu kanunun Başkumandana verdiği Meclis yetkilerini kullanma hakkı geri alınmıştır. Söz konusu yetkilerin kaldırılmasıyla Başkumandanlık emriyle kurulan ve Meclis denetimi dışında faaliyet gösteren İstiklal Mahkemeleri'nin görevleri de sona erdirilmiştir.
31 Temmuz 1922'de yeni bir İstiklal Mahkemeleri Kanunu kabul edilmiş; bu kanunla o tarihten sonra kurulacak İstiklal Mahkemeleri üzerinde Meclis denetimi kurulmuştur. Muhaliflerin bu kanunun çıkmasından sonra yeni İstiklal Mahkemeleri kurulması konusunda oldukça gönülsüz davrandıklarını belirtelim. Bu tarihten sonra İkinci Grup'un da desteğiyle sadece Elcezire'de, o da görev alanı asker kaçakları sorunuyla sınırlı olmak üzere bir tek İstiklal Mahkemesi kurulmuştur.
İkinci Grup, Meclis üstünlüğü ve yetkilerin kullanılış biçimi konusundaki titizliğini bu dönemde de sürdürmüş, Meclis'e ait yetkilerin, Heyet-i Vekile ya da Meclis Reisi'nce, Meclis'in bilgisi dışında kullanılmasına sürekli tepki göstermiştir. Meclis tutanakları bu tür tepkilerin örnekleriyle doludur.
Muhalefetin Meclis'in sistem ve siyasî karar alma sürecindeki üstün konumu konusunda gösterdiği bu duyarlılık ve bu konuda istediği yasal düzenlemeleri gerçekleştirmiş olması kadar ilginç olan bir başka nokta, iktidarın Meclis çoğunluğunun iradesine saygı göstermesi ve bu yasal değişiklikleri içine sindirmiş olmasıdır. Bu da düzeyli bir iktidar-muhalefet çekişmesinin yaşandığının göstergesidir.
Birinci Meclis'ten çıkarılacak dersler
Bütün bunlar göstermektedir ki, günümüzde de anlamını koruyan 1. Meclis tecrübesinden alınması gereken epeyce ders var. Sahip çıkılması gereken şu veya bu grup değil, Meclis'in açıldığı günden başlayarak bir bütün olarak hem iktidarı destekleyen, hem de daha sonra muhalefete geçecek milletvekillerinin el ele vererek kurmuş oldukları Meclis üstünlüğüne dayalı sistemin kendisidir.
Bu yapılırken, Meclis'in sistem içindeki üstün konumunun korunması için muhalefet eden ve bunda başarılı olan muhalefet için olumsuz sıfatlar kullanma alışkanlığı da terk edilmelidir. Unutmamalı ki, Birinci Meclis'te kurulan sistem ve İkinci Grup'un bu sistemin muhafazası için verdiği mücadele, bu Meclis'in Türkiye'nin en demokratik meclislerinden biri olarak anılmasını mümkün kılmıştır.
Büyük bölümü işgale uğramış ve ağır savaş koşulları altında yaşayan Türkiye'nin, kuruluş yıllarında böylesine demokratik bir meclise sahip olması ve Kurtuluş Savaşı'nı böyle bir meclisin yönetimi altında başarıya ulaştırmış olması, ülkemiz için bugün de, gelecekte de kıvanç verici bir miras olarak anılmalıdır.
Meclis'in tek parti döneminden başlayarak sistem içinde zamanla azalan yeri ve siyasî süreçteki rolü yeniden tesis edilirken gözden uzak tutulmaması gereken çok önemli bir mirastır bu.
Açılışından başlayarak yapılan yasal düzenlemelerde sürekli olarak millet egemenliği ile Meclis'in siyasî sistemin tamamına egemen olan tek meşru güç olması ilkeleri vurgulanmıştır.
24 Nisan 1920'de Mustafa Kemal Paşa Mütareke'den Meclis'in açılışına kadar geçen süredeki gelişmeleri özetlediği ünlü nutkunu okumuş, sonunda hükümet kurulmasına yönelik önergesini açıklamıştı. Kuvvetler birliği esasına dayalı önerge, yürütme ve yasama yetkilerinin Meclis'in elinde toplanmasını ve Meclis'in içinden seçilmiş bir heyetin hükümet işlerini yürütmesini istiyor; Meclis Başkanı'nın aynı zamanda bu heyetin de başkanlığını yürütmesi gerektiğine işaret ediyordu. Meclis bu öneriyi benimsemiştir.
Mustafa Kemal Paşa yedi yıl sonra okuduğu Nutuk'ta bu konuşmasına değindikten sonra bunun aslında adı konmamış bir cumhuriyet olduğunu söyler:
“Bu esaslara müstenit olan (dayanan) bir hükümetin mahiyeti, suhuletle (kolaylıkla) anlaşılabilir. Böyle bir hükümet, hâkimiyet-i milliye esasına müstenit halk hükümetidir. Cumhuriyettir. Böyle bir hükümetin teşekkülünde esas vahdet-i kuva (kuvvetler birliği) nazariyesidir” (Nutuk, İst., MEB,12. bs., c. 2, s. 438).
25-29 Nisan 1920 tarihlerindeki görüşmelerden sonra kabul edilen 2 sayılı Hıyanet-i Vataniye Kanunu'yla da Meclis'in amacı belirlenmiş ve Meclis'in bu amaca ulaşmada tek yetkili meşru organ olduğunun altı çizilmişti. İlk maddesi şöyledir:
“Yüce hilafet ve saltanat makamını ve Osmanlı ülkesini yabancı güçlerden kurtarmak ve saldırıyı def etmek amacına yönelerek kurulmuş olan BMM'nin meşruluğuna başkaldırma niyetinde olarak, söz, eylem ve yazı ile karşı koyanlar ya da karışıklık çıkarmak isteyen kişiler vatan haini sayılır” (TBMM Zabıt Ceridesi, c.1, s. 63-4, 66, 79-84, 99-109, 115-22, 127-34, 137-45).
Hıyanet-i Vataniye Kanunu, Meclis'in ilk etapta sık sık dile getirdiği bu sözle gayesini açıklamasının dışında özellikle 8. maddesiyle yasama ve yürütmeden sonra yargı yetkisini de Meclis'e vermesi bakımından önemlidir. Maddede “bu yasa uyarınca mahkemelerce verilecek kararlar kesin olup BMM'ce onaylandıktan sonra yerlerinde infaz edilir. Onaylanmazsa Meclis tarafından verilecek karara uyulur” denilmesi Meclis'in yargı yetkisini de bünyesinde topladığının göstergesidir.
Üzerinde durulması gereken bir nokta da, bu dönemde ikili bir iktidarın söz konusu olmasıdır. Gerçekten de Ankara'daki TBMM Hükümeti'nin yanı sıra İstanbul'da bir başka hükümet vardır. Meclis bu konudaki belirsizliği 7 Haziran 1920'de kabul ettiği bir kanunla gidermiştir.
TBMM'nin 7 sayılı kanunun 1. maddesinde “İstanbul'un işgal tarihi olan 16 Mart 1920'den itibaren BMM'nin onayı dışında olarak İstanbul'ca yapılmış olan bütün antlaşma, anlaşma ve sözleşmeler ve musal kararlar ve verilmiş ayrıcalıklar ve maden devri ve verilen ruhsatnameler ile Mütareke'den sonra yapılmış bütün gizli antlaşmalar ve doğrudan doğruya veya bir aracı eliyle yabancılara verilmiş ayrıcalıklar, madenlerin devri ve verilen ruhsatnameler geçersizdir” denilmiştir (TBMM ZC, c. 2, s. 144).
Devlet yapısını belirleme ve Meclis hükümeti sisteminin yasal çerçevesini netleştirme yolunda en büyük adım, 20 Ocak 1921'de Meclis'in 85 sayılı kanunu olarak kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'yla (1921 Anayasası) atılmıştı. Böylelikle Meclis'in başından beri benimsemiş olduğu yasamanın üstünlüğü ilkesinin katı biçimi olan Meclis hükümeti (güçler birliği) sistemine anayasal bir çerçeve oluşturulmuştu. Taha Parla'nın da vurguladığı gibi kabul edilen son şekliyle “1921 anayasasının temel kuruluş şeması içindeki ilişkiler hiyerarşisi şöyle özetlenebilir: Millet egemenliği-Yasama organı (özdeşlik ilişkisi); Yasama organı-Yürütme organı (vekâlet ilişkisi); Yürütme organı-Yönetim organları (bağlılık ilişkisi). Kısacası: Halk-Parlamento-Hükümet- Bürokrasi” (Demokrasi, Anayasalar, Partiler ve Türkiye'nin Siyasal Rejimi, İst., 1986, s. 15).
Böylece kısa sürede atılan adımlarla Ankara'da ülkenin kaderine bütünüyle el koyan yasal bir Meclis hükümeti kurulmuştu. Bu sisteme göre siyasî karar alma sürecinde tartışmasız tek egemen organ Meclis'in kendisidir. Öyle ki, Heyet-i Vekile (Bakanlar Kurulu) ayrı bir programa sahip olamayacağı gibi tek tek bakanlar da belirli işleri Meclis adına yürütmekle görevlendirilen ve Meclis tarafından teker teker doğrudan seçilen Meclis'in “memurları” olarak değerlendirilmiştir.
Yanlış anlaşılmış muhalefet
Bilindiği gibi Birinci Meclis'te aynı zamanda önemli bir iktidar-muhalefet çekişmesi de yaşanmıştır. Bu çekişme esas olarak sistemin yapı taşlarının yerli yerine oturtulmasından, yani 1921 Anayasası'nın kabulünden sonra 1921 ilkbaharında Meclis içinde Birinci Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adlı bir iktidar kurulmasının ardından başlamış ve Meclis kapanana kadar hararetle sürmüştü. İktidar- muhalefet çekişmesinin özü, yakın zamana kadar sanıldığı gibi bir ilerici-gerici veya İslamcı-laik çekişmesi değildir. Bu çekişme aslında tam da Meclis'in sistem içindeki yeri ve siyasî süreçteki rolü konusundan kaynaklanmıştır.
1.Meclis'te yapılan tartışmalar incelendiğinde muhalefetin karşı çıkışlarının tamamıyla, açılışından itibaren yasama yetkilerinin yanı sıra yürütme, hatta yargı yetkilerini de elinde bulunduran Meclis'in, bu egemen konumunu zaafa uğratacağı düşünülen uygulamalara yöneldiği görülmektedir. Bir başka deyişle muhalefet, 1921 Anayasası'nda açık bir biçimde ifadesini bulan millet egemenliği kavramına dayanarak Meclis üstünlüğü ve bu gücün üzerinde yetkili makam tanımamak konusunda olağanüstü duyarlı davranmıştır.
İlginç olan nokta, muhalefetin başlangıçta belirlenen ve yukarıda özetlediğim yasal çerçevenin dışına çıkan yeni taleplerle ortaya atılan bir muhalefet olmaması, aksine bu çerçevenin dışına taştığını düşündüğü yeni yasal düzenlemelere karşı çıkan ve başlangıçta benimsenen Meclis üstünlüğü ilkesine dönülmesini isteyen bir muhalefet olmasıdır.
Yeni yasal düzenlemelerden birincisi, bakanların seçim yönteminde yapılan değişikliktir. İlk benimsenen esasa göre bakanlar Meclis tarafından herhangi bir sınırlamaya tâbi tutulmaksızın teker teker oylanarak seçilirken, 4 Kasım 1920'de bu sistem değiştirilmiş ve bakanların yine Meclis tarafından ama sadece Meclis Reisi'nin göstereceği adaylar arasından seçilmesi esasına geçilmiştir.
Bu değişiklikle Meclis Reisi'nin istemediği ve aday göstermediği kişilerin bakan seçilebilmelerinin önü kapatılmıştır. Bu değişikliği her konuda tek egemen olan Meclis'in yetkilerinin sınırlanması olarak değerlendiren muhalifler başlangıçta uygulanan esasa, yani aday gösterilmeden seçim yapılmasına dönülmesini istemişlerdir.
İkinci yasal düzenleme, 5 Ağustos 1921'de yürürlük süresi üç ay olmak üzere kabul edilen Başkumandanlık Kanunu'yla, Meclis'in manevî şahsiyetinde bulunan Başkumandanlığın Mustafa Kemal Paşa'ya verilmesi ve kendisine görevi süresince Meclis yetkilerini kişisel olarak kullanma hakkı gibi olağanüstü bir yetkinin tanınmasıdır. Kanunun süresi izleyen dönemde aynı hükmü içererek üçer aylık sürelerle üç kez daha uzatılmıştır. Muhalifler kanunun 1. maddesiyle Mustafa Kemal Paşa'nın Başkumandanlığa getirilmesine destek verirken, kendisine Meclis yetkileri veren 2. maddeyi Meclisin üstünlüğü ilkesinden sapma olarak değerlendirmişler ve bu yetkilerin tekrar Meclis'e devredilmesini istemişlerdir.
Üçüncü yasal düzenleme, Meclis'in denetimi dışında çalışan İstiklal Mahkemeleri'nin kurulmasıdır. Muhalifler İstiklal Mahkemeleri üzerinde Meclis denetiminin olmamasını Meclis üstünlüğü ilkesinden bir sapma olarak değerlendirmişler, mahkemelerin kaldırılmasını veya bu mahkemeler üzerinde Meclis denetiminin sağlanması gerektiğini savunmuşlardır.
Meclis üstünlüğü ve onun üzerinde yetkili bir güç tanımama ilkesinden hareket edilince doğal olarak Heyet-i Vekile'nin, Meclis'e ait yetkileri Meclis'in bilgisi dışında kullandığı her uygulama muhalefetin şiddetli tepkisini çekmiştir. Ayrıca ülkede kanuna dayanan bir yönetim kurulması ilkesi de muhalefetin temel ilkelerinden biri olmuş, bunun doğal sonucu olarak Temmuz 1922'de kurulan muhalif İkinci Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu temel hak ve özgürlükler konusunda oldukça duyarlı davranmıştır.
Muhalefetin programı ne diyor?
İkinci Grup'un 16 Temmuz 1922'de kabul ettiği üç maddelik programın 1. maddesinde Meclis'teki bütün mebusların üzerinde görüş birliği içinde bulunduğu Misak-ı Milli çerçevesinde millî birlik ve bağımsızlığa ulaşmak amaçlanırken, 2. maddede “mevcut kanunların millî egemenlik ilkesine göre değiştirilmesi ve düzeltilmesi” öngörülmüştür. Bu maddenin hedefleri, somut olarak 5 Ağustos 1921'de kabul edilen Başkumandanlık Kanunu'nun 2. maddesi, bakan seçiminde aday gösterme uygulaması ve Meclis'in İstiklal Mahkemelerinin çalışmaları üzerinde denetim hakkının bulunmamasıdır.
Temel hak ve özgürlüklerin dokunulmazlığı ve saygınlığını sağlamayı hedefleyen 3. madde ise muhaliflerin temel hak ve özgürlükler konusundaki duyarlılığının grup programına yansımasıdır.
Muhalefet, Meclis'in açılışında benimsenen ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'yla anayasal bir çerçeveye kavuşturulan sistemden sapma olarak değerlendirdiği yasaların yürürlükten kaldırılması için verdiği mücadeleden sonuç da almıştır. Muhaliflerin Meclis'teki ağırlığı, özellikle İkinci Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla örgütlenmeyi gerçekleştirdikleri 1922 Temmuz'unda yoğun olarak hissedilmiştir
8 Temmuz 1922'de muhalif milletvekillerin oylarıyla, bakan seçiminde aday gösterme yöntemi yürürlükten kaldırılmış, bu arada aynı kanunla, ayrı bir Heyet-i Vekile Reisi'nin Meclis tarafından doğrudan seçilmesi esası getirilerek kuvvetler ayrılığına yönelik önemli bir adım atılmıştır.
20 Temmuz 1922'de Mustafa Kemal Paşa'nın Başkumandanlık unvanı süresiz olarak uzatılırken, bu kanunun Başkumandana verdiği Meclis yetkilerini kullanma hakkı geri alınmıştır. Söz konusu yetkilerin kaldırılmasıyla Başkumandanlık emriyle kurulan ve Meclis denetimi dışında faaliyet gösteren İstiklal Mahkemeleri'nin görevleri de sona erdirilmiştir.
31 Temmuz 1922'de yeni bir İstiklal Mahkemeleri Kanunu kabul edilmiş; bu kanunla o tarihten sonra kurulacak İstiklal Mahkemeleri üzerinde Meclis denetimi kurulmuştur. Muhaliflerin bu kanunun çıkmasından sonra yeni İstiklal Mahkemeleri kurulması konusunda oldukça gönülsüz davrandıklarını belirtelim. Bu tarihten sonra İkinci Grup'un da desteğiyle sadece Elcezire'de, o da görev alanı asker kaçakları sorunuyla sınırlı olmak üzere bir tek İstiklal Mahkemesi kurulmuştur.
İkinci Grup, Meclis üstünlüğü ve yetkilerin kullanılış biçimi konusundaki titizliğini bu dönemde de sürdürmüş, Meclis'e ait yetkilerin, Heyet-i Vekile ya da Meclis Reisi'nce, Meclis'in bilgisi dışında kullanılmasına sürekli tepki göstermiştir. Meclis tutanakları bu tür tepkilerin örnekleriyle doludur.
Muhalefetin Meclis'in sistem ve siyasî karar alma sürecindeki üstün konumu konusunda gösterdiği bu duyarlılık ve bu konuda istediği yasal düzenlemeleri gerçekleştirmiş olması kadar ilginç olan bir başka nokta, iktidarın Meclis çoğunluğunun iradesine saygı göstermesi ve bu yasal değişiklikleri içine sindirmiş olmasıdır. Bu da düzeyli bir iktidar-muhalefet çekişmesinin yaşandığının göstergesidir.
Birinci Meclis'ten çıkarılacak dersler
Bütün bunlar göstermektedir ki, günümüzde de anlamını koruyan 1. Meclis tecrübesinden alınması gereken epeyce ders var. Sahip çıkılması gereken şu veya bu grup değil, Meclis'in açıldığı günden başlayarak bir bütün olarak hem iktidarı destekleyen, hem de daha sonra muhalefete geçecek milletvekillerinin el ele vererek kurmuş oldukları Meclis üstünlüğüne dayalı sistemin kendisidir.
Bu yapılırken, Meclis'in sistem içindeki üstün konumunun korunması için muhalefet eden ve bunda başarılı olan muhalefet için olumsuz sıfatlar kullanma alışkanlığı da terk edilmelidir. Unutmamalı ki, Birinci Meclis'te kurulan sistem ve İkinci Grup'un bu sistemin muhafazası için verdiği mücadele, bu Meclis'in Türkiye'nin en demokratik meclislerinden biri olarak anılmasını mümkün kılmıştır.
Büyük bölümü işgale uğramış ve ağır savaş koşulları altında yaşayan Türkiye'nin, kuruluş yıllarında böylesine demokratik bir meclise sahip olması ve Kurtuluş Savaşı'nı böyle bir meclisin yönetimi altında başarıya ulaştırmış olması, ülkemiz için bugün de, gelecekte de kıvanç verici bir miras olarak anılmalıdır.
Meclis'in tek parti döneminden başlayarak sistem içinde zamanla azalan yeri ve siyasî süreçteki rolü yeniden tesis edilirken gözden uzak tutulmaması gereken çok önemli bir mirastır bu.