Bediüzzaman Said Nursi ve Hüsrev Altınbaşak Kur ’an yazısının muhafazası için nasıl savaştılar?
Kur’an-ı Kerim günümüze kadar yalnız müslümanların mukaddes kitabı olarak kalmamış, ilim ve kültür hayatının şekillenmesinde de en büyük hisseye sahip olmuştur. Bediüzzaman'nın külliyatları Kur’an hattıyla yazarak İslam yazısının korunması yolunda gösterdiği mücadeleyi Cemaleddin Şener Derin Tarih'teki yazında kaleme aldı.
1400 yıl boyunca gelişip güzelleşen Arap alfabesi İslam milletlerinin en önemli ortak kültür vasıtası olmuştur.
Türk milleti asırlar boyu mukaddes tanıdığı Arap harfleriyle kütüphaneler dolusu kitap yazarak ilim ve kültür sahasına kazandırmıştır. Halen pek çok elyazması eser, dünyanın dört bir köşesinden gelen araştırmacılar için kıymetli birer hazine hükmündedir.
Ne var ki, geçen asırda bizi Kur’an’a bağlayan harflerimizin değiştirilmiş olması, bu kültür hazinesiyle milletimizin arasına kalın bir set çekmiştir. Müminler, İslam âlimleri ve fikir önderleri bu kayıptan büyük üzüntü duysalar da, pek bir şey gelmemiştir ellerinden.
Bunun en çarpıcı istisnası, Türkiye’de gerçekleştirdiği iman-Kur’an hizmetiyle geçen asrı kendisi ve davasıyla meşgul eden Bediüzzaman Said Nursi olmuş, maddeci felsefe karşısında iman esaslarını ispat etmek için yazdığı 142 parçalık Risale- i Nur Külliyatı’nı -günümüzde daha çok “eski yazı” veya “Osmanlıca” olarak anılan- Kur’an hattıyla yazarak İslam yazısının korunması yolunda büyük bir mücadele örneği göstermiştir.
Bu tavrını açıklarken “Kur’an harflerinin değiştirilmesine karşı cihad ettiğini” ve “Bu uğursuz zamanda Kur’an’ın temel taşları olan harflerine hücum edildiği için kendisinin Kur’an harfleriyle ziyadesiyle meşgul olduğunu” belirtmek ihtiyacını duymuştur.
Bediüzzaman’ın hayatına ve eserlerine baktığımızda bu mücadelesini hizmetinin her safhasına yaydığını görüyoruz. Öyle ki, etrafına toplanan talebelerinden en büyük talebi, risaleleri ‘eski/mez’ yazı ile ve bizzat kendi elleriyle yazıp çoğaltmalarıydı. “Hatt-ı Kur’an’ı (Kur’an yazısını) kaldırmaya çalışanları susturmalıyız. Ve Kur’an’ı unutturmaya niyet edenlerin niyetlerini onlara unutturmalıyız” diyor, bu şekilde Nur talebelerinin “Bütün kuvvetleriyle Kur’an yazısını muhafaza etmelerini” sağlamaya çalışıyordu.
Böylece bir yandan Risaleler el altından, gizlice neşredilmiş oluyor, diğer yandan Kur’an yazısı unutulup terk edilmekten korunuyordu. Bediüzzaman’ın her iki maksadı birlikte takip ettiği, Tarihçe-i Hayat’ta şöyle ifade edilmiştir: “
Kur’an yazısını muhafaza etmek hizmetiyle de vazifeli olan Risale-i Nur’un, muhakkak Kur’an yazısıyla neşredilmesi lâzımdı. Eski yazı yasak edilmiş ve matbaaları kaldırılmıştı.”
Üstadlarından aldıkları manevî cihad şuuruyla hareket eden Nur talebeleri bütün engellemelere rağmen “600 bin nüsha” gibi inanılması güç miktarda el yazması risaleyi 1927’den 1950’li yıllara kadar vatan sathına yayarak imanın ve Kur’an hakikatlerinin kuvvetli delillerle güçlenmesini sağlamışlardı. Bediüzzaman kalemleriyle yaptıkları hizmeti şöyle alkışlamıştı:
“Onlar, bu mübarek kalemleriyle, eski zamanda İslamiyetin büyük mücahit kahramanlarının kılınçlarının kudsî hizmetlerini görüyorlar. Elbette istikbal, onları ve Nurcuları çok alkışlayacak!”
Risale-i Nur’un Kur’an hattıyla yazılıp çoğaltılmasında samimi gayret ve hizmetleriyle Hâfız Tevfik, Hulusî Bey, Hoca Sabri, Küçük Ali ve Tahirî Mutlu gibi “Saff-ı Evvel” (Ön saftaki) Nur talebelerinin büyük katkısı olmuştur. Ancak içlerinde biri vardır ki, olağanüstü gayret ve çalışkanlığıyla, ruh okşayan şirin hattıyla ve yazdığı binlerce risaleyi her tarafa yaymasıyla Bediüzzaman’ın büyük takdirini kazanmış, “Risale- i Nur’un başkâtibi” unvanını almıştı. Bu kişi aynı zamanda “Tevâfuklu Kur’an”ın da hattatı olan Ahmed Hüsrev Altınbaşak’tı.
Hüsrev Efendi’nin Risaleleri yazmakta gösterdiği tasarrufları dâhiyâne bulan ve yazdığı nüshaların diğerleri için birer model hükmüne geçtiğini gören Said Nursi, memnuniyetini ve Risalelerin yazılmasına manen vazifeli olduğuna dair kanaatini şöyle bildirmişti:
“Aziz, hakikatli, gayretli, sıddık kardeşim Hüsrev! Bu defaki mektubun ve yazdığınız kitaplar beni çok mesrur etti ve hakkınızdaki ümidimi kuvvetlendirdi ve bana şu kanaati verdi ki, inayet-i İlâhiye tarafından sen Risalelerin yazmasına vazifelendirilmişsin ve o vazifede senin yüksek bir makamın var. (...) Senin yazdığın risalelere baktıkça o kadar bana ruhlu geliyor ki, benimle konuşuyor, kendi kendini tanıttırıyor, her biri seni gösteriyor. Sana takdir ve istihsanı celbediyor. Bundan anladım ki, bu işe sen intihab edilmişsin (seçilmişsin). Ne senin, ne benim, ne kimsenin hüneri değil, sırf inâyet-i Rabbâniyedir.”
Gömme dolabın içinde
Takva üzere bir hayat süren Hüsrev Efendi 1931 yılında Said Nursi’ye talebe olduktan sonra 8 yıldır devam etmekte olduğu memuriyeti bırakmış ve kendisini tamamen Risalelerin yazılıp neşredilmesine adamıştı. Sonraki yıllarda faaliyetini o dereceye çıkarmıştı ki, günlük uykusunu bir saate kadar indirip sabahlara kadar durmadan yazıyordu. O dönemin her türlü hizmete mani olan şiddetli baskıları karşısında geceleri yaptığı çalışmanın dışarıdan fark edilmemesi için duvardaki gömme dolabın içine girerek o daracık alanda hizmetlerini sürdürdü.
Onun bir ibadet aşkı içinde yazarak Anadolu’da 100’den fazla adrese gönderdiği el yazması Risaleler büyük bir hizmete vesile olmuştu. Bediüzzaman bu hayret verici başarıyı şöyle değerlendirir:
“Hüsrev, müstesna ve şirin kalemiyle nurlardan altı yüz risaleye yakın yazmış ve vatanın her tarafına neşrederek (yayarak) komünist perdesi altında dehşetli ifsada çalışan anarşistliği kırdı ve tecavüzünü durdurdu ve bu mübarek vatanı ve bu kahraman milleti o zehirden kurtarmak için tesirli tiryakları her tarafa yetiştirdi. Türk gençlerini ve nesl-i âtiyi (gelecek nesli) büyük bir tehlikeden kurtarmaya vesile oldu.”
1940’ların ikinci yarısına gelindiğinde alınan teksir makinesiyle en başta Hüsrev Efendi hattıyla Risalelerin teksir edilerek çoğaltılmaya başlanması, Kur’an yazısının Anadolu’da devamını sağlayan yüz binlerce nüshanın yayılmasına vesile olmuştu. Risalelerin hem imana, hem de Kur’an yazısına hizmetine Tarihçe-i Hayat’ta şöyle işaret edilmiştir:
“Böyle ağır şartlar içerisinde Risale-i Nur’u Hazret- i Üstad’ımız inayet-i İlâhiye ile telif edip, ekserisini Kur’an harfleriyle ve el yazısıyla neşretmiştir. Böylelikle -aynı zamanda- Kur’an hattını da muhafaza etmiş ve yüz binlerce Müslüman Türk gençleri Risale-i Nur’u okuyabilmek için mukaddes kitabımız olan Kur’an’ın yazısını öğrenmek nimet ve şerefine nail olmuşlardır.”
Tevâfuklu Kur’an nedir?
Bediüzzaman’ın Kur’an’a yaptığı mühim hizmetlerden biri de hiç şüphesiz Kur’an’daki tevâfuk mucizesini keşfedip yazdırması olmuştu. “Tevâfuklu Kur’an”ı ilk defa duyacaklar için kısaca açıklayalım:
Kur’an’da bulunan 3 bine yakın Allah, 800’den fazla Rab, bütün Kur’an ve Muhammed lafızlarının, pek çok esmâ-i hüsnânın aynı sayfa içinde alt alta, bazen karşı karşıya, bazen de sırt sırta denk gelerek güzel ve manidar diziler oluşturmasıdır.
Kur’an’da bu hususiyetin bulunduğunu ilk defa 1932 yılında keşfeden Bediüzzaman, yazısı güzel olan 10 talebesinden böyle bir Kur’an yazmalarını talep eder. Tek şartı vardır: Kur’an’ın malum ve meşhur “Âyet berkenar” denilen sayfa düzeninin aynen korunması, sayfaların değiştirilmemesi. Çünkü bu tevâfuk harikası, Hafız Osman tarafından Kur’an’dan alınmış bir ölçüyle bulunan bir sayfa düzeninin meyvesidir.
Bu ölçüyle Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’daki sayfa ölçüsünün bulunmuş olmasından dolayıdır ki, harika tevâfuklar ortaya çıkmıştır. Öyleyse yapılması gereken, tevâfuk eden kelimeleri renkli kalemle yazmak ve müstensihlerin (kopya edenlerin) hatasıyla kaymış olanları tam yerlerine alarak Kur’an’daki tevâfuk mucizesini gözle görülür hale getirmektir.
Said Nursi Hz.nin böyle bir Kur’an’ı yazdırmaktaki maksadı, Kur’an’ın hakkaniyetine yeni bir delil getirmek olmakla beraber, dikkatleri Kur’an yazısına da çevirmektir. Bunu şöyle ifade eder:
“Kur’an-ı Hakîm’i yeni bir tarzda yazdırmaktaki niyetimin sebebleri üçtür. Birincisi Kur’an hattının muhafazasına hizmettir… ve nazar-ı dikkati Kuran’ın hattına çevirmek ve hakikatlerine ehemmiyetle baktırmak niyetidir.”
Bediüzzaman’ın vazife verdiği 10 talebesi içinde yalnız Hüsrev Efendi tevâfuk harikalarını gösteren bir Kur’an’ı gayet güzel bir şekilde yazıp teslim etmeye muvaffak olabilmişti. Tevâfuklu Kur’an muvaffakiyetinden son derece memnun olan Bediüzzaman kendisini şu sözlerle tebrik etmiştir:
“Senin kalemin Kur’an yazmasına memur olduğuna kanaatim gelmiş. En güzel kalem, senin kalemine yanaşamıyor”. “Asr-ı saâdetten beri böyle hârika bir sûrette mucizeli olarak yazılmasına hiç kimse kâdir olmadığı hâlde, Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e; ‘Yaz!’ emri buyurulmasıyla, Levh-i Mahfûz’daki yazılan Kur’an gibi yazmıştır.”
Günümüzde Tevâfuklu Kur’an’ın yüzbinlerce, belki milyonlarca nüshası basılıp neşredilmiş olup mucizevî tevâfukları ve şirin hattıyla Üstad’ın dediği gibi “Gören gözlere mâşâllah bârekâllah” dedirmektedir.
Yeni harflere niçin mesafeliydi?
İslam dinine sonradan giren ve sünnete zıt olan uygulamalara bid’at denilir. İşte Bediüzzaman Hz.nin nazarında yeni harfler, Kur’an harflerinin yerini alıp onları unutturduğu için İslamî açıdan bid’at hükmünü taşımaktadır.
Bu kanaatini, “Risale-i Nur’un bir vazifesi de bid’ate (yeni harflere) karşı Kur’an yazısı ve harflerini muhafaza etmektir”, “Risale-i Nur dinsizliğe karşı iman hakikatlerini muhafazaya çalışması gibi, bid’ata (yeni harflere) karşı da Kur’an harfleri ve yazısını muhafaza etmek bir vazifesidir” ve “Yeni harfler mesleğimize bütün bütün muhaliftir” gibi ifadelerinden anlamak mümkün. Bu sebeple hayatı boyunca yazdığı risale ve mektuplarını hatt-ı Kur’an denilen İslam yazısıyla yazdırmış ve yeni harflere karşı hep mesafeli durmuştu.
1956 senesine gelindiğinde yeni yetişen gençliğin pek çoğunun eski yazıyı bilmemesi noktasından kendisine gelen ısrarlı talepleri değerlendirerek eserlerinin Latin harfleriyle de basılmasına izin vermişti. Bundan on üç sene kadar önce Gençlik Rehberi ve Hüccetullahi’l-Baliğa isimli iki risalenin yeni harflerle çoğaltılmasına da bir müsaadesi olmuş; daktilo ile yapılan bu çoğaltma işlemi sınırlı ve cüz’i miktarlarda kalmıştı. Fakat bu izni mutlak ve sınırsız manada değil, “Risale-i Nur’un bir vazifesi Kur’an harflerini muhafaza olduğundan, yeni harflere zaruret derecesinde inşâallah müsaade olur” kaidesine dayanarak zaruret miktarını aşmamak kaydıyla vermişti. Zaruret miktarı ise kat’î mecburiyet olan durumların gerektirdiği miktar demektir. Mesela fıkıhta, “açlıktan ölmek üzere olan birinin, bulduğu haram bir şeyi yemesinin caiz olacağı, fakat zaruret miktarını aşarak doyuncaya kadar yiyemeyeceği” bildirilmiştir.
Bunun gibi eski yazıyı bilmeyen dışarıdaki insanların veya Nur Dairesi’ne yeni girenlerin Risalelerden istifade edebilmeleri için yeni yazıyla da Risalelerin bulunmasına ihtiyaç vardır. Fakat bu müsaadenin zaruret miktarını aşarak Üstad’ın ifadesiyle, “Nur talebelerinin o kolay yazıyı tercih etmelerine sebeb olmaması” gerekmekte ve Risaleleri Kur’an harfleriyle neşretmeye ve asıl nüshalarından okuyup yazmaya devam etmeleri icap etmektedir.
İşte Said Nursi bizzat kurup geliştirdiği okuyup yazmaya dayalı Nur hizmetiyle yüzbinlerce, belki milyonlarca insanın imanlarının kurtulmasına hizmet ederken, Nur talebelerinin, İslam dünyasının ortak kültür mirası olan İslam yazısını muhafaza etmesini de sağlamayı amaçlamıştır.