Atatürk çocuklara armağan etmedi : 23 Nisan
23 Nisan Milli Hakimiyet Bayramı ile Çocuk Bayramının resmen birleştirilmesi 1980 askeri darbesinin ardından oldu. Millet Meclisi'nin en görünen yerinde “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” yazmasına rağmen her 10 yılda bir askerî darbelerle örselene gelen bir Cumhuriyet yönetiminde “Ulusal Egemenlik Bayramı”nı kutlamanın ancak alaysı bir anlamı olabilecekken, buna “çocuk bayramı”nı, hem de bir darbe yönetimi eliyle eklemenin trajikliğine dikkatleri çeken Derin Tarin dergisi genel yayın yönetmeni Mustafa Armağan okuyucuları için '23 Nisan' dosyasını kaleme aldı.
27 Mayıs darbesiyle TBMM üyelerinin yüzde 70'ini (416 milletvekili, il başkanları vs. ile binlerce insanı) bir adaya doldurup 1,5 seneye yakın işkenceler altında yargılatmış ve Başbakan ile iki bakanı astırmış olan bir ülkede, “Ulusal Egemenlik Bayramı”nı gönül rahatlığıyla nasıl kutlayabiliyoruz?4 Mart 1925 günü Takrir-i Sükûn Kanunu'nu çıkararak Meclis'i, yargıyı, basın ve siyasetteki muhalefeti yumruğuyla ezmiş bir Cumhuriyet'le yönetilen ülkede “Ulusal Egemenlik Bayramı”nı hangi yüzle kutluyoruz acaba?
“Acı şeyler Haluk, fakat gerçek!” demişti Tevfik Fikret. Acı ve acıtan şeyler, fakat gerçek! Ve burası Türkiye! Aklın yattığı veya battığı ülke! Hele ki tarihte...
İsmet İnönü Hatıralar'ında kendisinin kazandığı söylenen 1. İnönü Savaşı için, “Yunanlılar kendiliklerinden çekilip gitmişlerdir!” diye yazar (Bilgi: 2009, s. 233) ama ders kitaplarında tarihin akışını değiştiren bir zafer olarak şişirilmeye devam edilir. Çünkü burası Türkiye'dir!
Tarihi okudukça şaşırıyoruz, çünkü geçmişimiz masa başında icad ve imal edilmiş. Aksini düşünmenin imkânsız kılındığı, tek yönlü ve ezberci bir eğitim sisteminin kurbanlarıyız. Tarihte biraz derinleşir derinleşmez şaşırmaya başlamamızın sebebi bu. Bu kurmaca tarihe uygun olarak icad ve imal edilmiş olan bayramların tarihinin de bizi şaşırtması gayet normal bir sonuç.
Bütün başlangıçlar gibi bayramların başlangıçları da zannedilenin tersine apaçık ve 'doğal' olmaktan uzaktır. Başlangıçlar daima kurmacadır ve kurmaca olduğunu gizlemesi, uzun yıllardır tekrarlanan ritüeller ve teamüllerin yanıltıcılığı sayesindedir.
Kurban ve Ramazan gibi dinî bayramlar için de biraz öyle ama en çok son asırdaki siyasî olayların üzerine oturtulduğu için millî bayramlar ziyadesiyle böyledir. Başlangıçları zannettiğimizden daha karışıktır ve çoğu zaman onlara izafe ettiğimiz renklilikten mahrumdurlar, hatta muğlaklıklarıyla başımızı döndürürler.
Bugün “bayram” diye bildiğimiz belli millî günlerin neden ve ne zamandan beri kutlandıklarını, nasıl bayram yapıldıklarını, bildiğimizi zannettiğimiz başlangıçlarının nasıl olduğunu araştırmak zevkli bir uğraş olmalı. Çünkü bilinmeyenlerle dolu.
Mesela II. Meşrutiyet'in ilanından (1908) sonra kutlanmaya başlanan iki 'millî' bayramın, Osmanlı Millî Bayramı ile Meclis'in Açılış Günü'nün, orijinal halleriyle söylersek 'Iyd-i Millî-yi Osmanî' ve 'Meclis-i Millînin Yevm-i Küşadı'nın, Cumhuriyet'in kurulmasından epey sonra, 1936 yılına kadar kutlanmaya devam edildiğini öğrenince konu daha merak uyandırıcı bir hale gelmektedir.
Bir not olarak kaydedelim ki, Ramazan ve Kurban bayramlarının Cumhuriyet döneminde (ufak bir tereddütten sonra) resmî tatil olarak kabul edilmiş olmasına karşılık aynı şekilde resmî tatil olan Mevlid Kandili, nedense yeni rejimde tatile çıkarılmıştır.
Bayramların tarihî gelişimindeki zikzaklara örnek olarak 1930'ların ortalarına kadar kutlanmakta olan Toprak Bayramı'nın sonradan gözden düşmesini, buna karşılık 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı'nın 1937 yılına kadar icadının akıl edilemediğini söylemek yeterlidir.
Bugün kutlandığı adıyla “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nın başlangıcı da bir hayli bulanıktır ve bilmediğimiz pek çok yönü olmasının yanında sonradan anlamında ciddi bir sapma yaşandığını birazdan göreceğiz.
Veysi Akın'ın makalesi (“23 Nisan Millî Hakimiyet ve Çocuk Bayramı'nın tarihçesi”, PAÜ Eğitim Fak. Dergisi, 1997, Sayı: 3, s. 91-94.) bize bir bayramın oluşum sürecinin ne denli dolambaçlı yollardan geçmeyi gerektirdiğini göstermesi bakımından ilginçtir. 23 Nisan, Ulusal Egemenlik, Çocuk Bayramı… Akın'a göre bu üç unsurun bir resmî bayram çatısı altında bir araya gelmesi için yarım asırdan fazla zaman geçmesi gerekmiştir.
Öte yandan Necdet Sakaoğlu'nun Toplumsal Tarih dergisinde çıkan (Nisan 1998) “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın tarihinden” başlıklı araştırması yalnız başlangıçların karmaşıklığını göstermekle kalmayıp sorular da soran bir yazı. Mesela şunu soruyor: Atatürk 23 Nisan'ı Türk çocuklarına armağan etmiş miydi? 'Tabii ki armağan etmişti' diyenlerdenseniz biraz durup düşünmenizi önereceğim. Ya da en iyisi, bu yazının sonuna kadar sabretmenizi...
Atatürk çocuklara armağan etti mi?
İlk adı Himaye-i Etfal Cemiyeti olan Çocuk Esirgeme Kurumu'nun 1927 yılında 23 Nisan'ı Çocuk Bayramı ilan etmesiyle başlar her şey. Gayriresmî statüde başlayan şenlik anlamındaki Çocuk Bayramları yıldan yıla genişler. Bayram, ilk defa ciddi olarak 1929'da Kurumun Genel Merkezi'nde kutlanmış, başkan Dr. Fuat (Umay) Bey'e tebrikler iletilmiş, Başvekil İsmet İnönü çocuklara şeker dağıtıp başlarını okşamış, Meclis Başkanı Kâzım Özalp ve Fevzi Çakmak ile birlikte törenlere ve ardından “çocuk baloları”na katılmışlardır. Gazi ise sadece iki defa çocuk balosuna katılacak ve bu sembolik jestler haricinde 23 Nisan törenlerini teşrif etmeyecektir.
Bir dergide (Türk Yurdu, Mart-Nisan 1929) o günlerin hissiyatı sıcağı sıcağına şöyle yansıtılmıştır:
“Çocuğa bakıp yalnız güler, onun güzel sözleri karşısında yalnız neşelenirseniz, hata etmiş olursunuz… Biraz düşüneceksiniz.. Bu yavru nasıl hayatın doğru yolunu bulabilir?.. (…) Himaye-i Etfal Umumi merkezi çocuk haftasını bu esaslar dahilinde ihdas etti.. Bu ay, memleketin her köşesinde çocuk haftası yapıldı.. Bu haftanın yapılış tarzı halkın gösterdiği alaka, bize memleketteki çocuk mefhumunun gün geçtikçe daha iyi kökleştiğini gösterdi… Görülüyor ki Himaye-i Etfal çocuk haftasını ihdas etmekle (başlatmakla) memlekette elzem olan bir duygunun yaşamasına ve canlanmasına amil olmuştur.”
Bu kadar topluma mal olunca Atatürk'ün de çocuk bayramı kutlamalarına katılması gerekiyor gibi geliyor insana ama bu izlenim yanıltıcı. Nitekim aynı Türk Yurdu dergisinde çıkan Çocuk Bayramı'nın neden başlatıldığına dair açıklamada Atatürk'ün esamisinin dahi okunmayışı garip ve anlamlıdır. Dergideki “İşte Himaye-i Etfal yakın bir mazinin en mühim tarihi olan 23 Nisanı, yarının büyüklerine Bayram olarak kabul etmiştir” sözleri bir Cumhuriyet efsanesini de yıkmış olmaktadır.
Yalnız o mu? Atatürk'ün sağlığında, 1937 yılında çıkan bir dergideki yazıda (Yedigün, Sayı: 216, 28 Nisan 1937) 23 Nisan Çocuk Bayramı'nın onun adı bile anılmadan anlatılmış olması çarpıcıdır. (Bugün böyle bir şey mümkün değildir.)
Keza aynı dergide 10. Yıl Marşı'nın güftekârlarından şair Faruk Nafiz Çamlıbel imzalı da bir “23 Nisan” yazısı çıkmıştır ve yazıda yine Atatürk'ün bu bayramı “Türk çocukları”na armağan ettiğine dair tek kelam edilmemektedir (Yedigün, 24 Nisan 1935).
Biraz daha ileriye gidelim ve bu defa Türk Yurdu dergisinin Mart-Nisan 1929 tarihli sayısına bakalım. Burada dergi adına yazılan yazıda 23 Nisan'daki çocuk etkinlikleri takdirle anlatılıp hatırlatılırken tebrikler Himaye-i Etfal genel merkezine ve “mütevazı başkanı” Dr. Fuat (Umay) Bey'e yöneltilmektedir.
Nitekim
hem bayram olma süreci, hem de Necdet Sakaoğlu'nun incelediği belgeler bize Atatürk'ün kendi zamanındaki haliyle Çocuk Bayramı'nın ne kutlanmaya başlanmasında, ne geleneksel hale getirilmesinde ve ne de 1935 yılında millî bayram yapılmasında herhangi bir dahlinin bulunmadığını gösteriyor.Öte yandan bırakın çocuklara bayram armağan etmeyi, Atatürk'ün 23 Nisan Çocuk Bayramıyla ilgili ne bir demecine, ne de herhangi bir yazısına rastlanır. Sadece 1927 yılı kutlamalarını himaye etmiş, makam arabalarından birini çocuklara tahsis etmiş ve Cumhurbaşkanlığı bandosunun çocuklara konser vermesini sağlamıştır. Lakin bayram olma süreci, tamamen onun ilgi sahası dışında seyretmiş, iş kendisine gelip dayandığında ise katkısı jest yapmakla sınırlı kalmıştır.
Zaten Çocuk Bayramı'nı Himaye-i Etfal, yani Çocuk Esirgeme Kurumu'nun düzenlemesindeki gayelerden biri de mağdur çocukların bir güncük olsun eğlenmelerini temin edip ihtiyaçlarını kamuoyuna tanıtmak, böylece yardım toplamaktır. Ayrıca nüfus artışı da teşvik edilmek istenmektedir.
Türk Yurdu'nun tanıklığına dönersek, 1929 yılında çocukların Çankaya Köşkü'ne kadar çıktıklarını ve Kâzım Özalp, İsmet İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak tarafından kucaklarına alınıp öpüldüklerini okuyoruz ama Gazi ile görüştüklerine dair herhangi bir bilgi yoktur.
Yazıdan çocukların, “Çankaya kenarından Büyük Müncilerine (kurtarıcılarına) kalpten kopan selamlarını gönderme”kle yetinmek zorunda kaldıklarını okumak da oldukça manidardır.
Meğer Fuat Umay'ın armağanıymış!
Velhasıl 23 Nisan'ı Atatürk'ün çocuklara (şimdilerde yaygınlaşan deyişiyle 'dünya çocukları'na) armağan ettiği söylemi bir Cumhuriyet efsanesinden ibarettir ve 1950'lerin sonlarında başlayıp 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yaygınlaştırıldığını düşündüren pek çok kanıt bulunmaktadır. Atatürk kutlama törenlerine dahi katılmadığı bir bayramı çocuklara nasıl armağan edecekti ki zaten?
Sizin anlayacağınız, çocuklara armağan etmedi ama ölümünden sonra ettirdiler! Romalı Juvenalis'in 2 bin yıllık “Salim kafa sağlam vücutta bulunur” sözünü değiştirerek ona söylettikleri gibi. Ayrıca 'kafa'nın sağlam olması ne demektir? Anlayan beri gele!
Veysi Akın'a göre “1933'te 23 Nisan Çocuk Bayramı yeni bir aşama ile çocukları gelecekteki mesuliyetlerine hazırlayıcı bir program haline dönüştürüldü. Atatürk, 23 Nisan sabahı çocukları makamında kabul edip, kendi yerinde onlarla sohbet etti. Diğer devlet adamları da Atatürk'ün bu davranışını benimseyerek uygulamaya koydular. Nitekim bu tavır, ileriki yıllarda gelenekselleşecektir. 23 Nisan Atatürk'ün himayelerinde Himaye-i Etfal Cemiyeti ve onun uzun süre başkanlığını yapan Dr. Fuad Umay'in eseri olarak ortaya çıkmıştır.”
Burada şu hususu vurgulamak gerekir: 1935 yılında bayramlar yeniden düzenlenirken Fuat Umay'ın bütün resmî bayram yapma gayretlerine rağmen Çocuk Bayramı'nın millî bayram yapılmamış olması(!) çok acıdır ve bu sivil bayramın devlet katında ciddiye alınmadığının en kesin kanıtını teşkil eder.
Belki de devletten gelmeyen bir projenin aşağıdan yukarıya, yani sivil kattan devlet katına doğru yayılmasını hazmedememişlerdir. Bunun ne demek olduğunu Kılıç Ali'nin hatıralarından daha iyi kimse anlatamazdı herhalde.
“Atatürk'ün sırdaşı” denilen Kılıç Ali, Başbakan İsmet İnönü'nün insanı okuyunca dehşete düşüren bir sözünü cesaretle aktarmaktadır. Meğer İsmet Paşa, işten atılmak üzere olan işçileri korumaya kalkan Recep Peker'e aynen şunları demiş:
“Milli egemenlik, kamuoyu sözleri birtakım süslü kelimelerden ibarettir. Böyle bir şey yoktur. Bütün dünyada geçirli olduğu gibi, mesele, okur-yazar denilen azınlığın, okuması ve yazması olmayan çoğunluğu yönetmesidir. Azınlık denilen okur-yazarların da başlarına menfaat yularını geçirip hazine yemliğine bağladın mı, bütün idare yoluna girer ve düzenli işler.” (Kılıç Ali'nin Anıları, Der.: Hulusi Turgut, İş Bankası: 2010, s. 553.)
Siyasî hayatı boyunca da bu 'ilkeyi' uygulamamış mıydı mı Paşa hazretleri?
Eğlence bayramı mı?
Himaye-i Etfal Cemiyeti 23 Nisan'ın Çocuk Bayramı yapılış gerekçesini şöyle açıklamıştır:
Millet Meclisimizle millî devletimizin Ankara'da ilk teşkil günü olan Millî Bayram, Cemiyetimizce çocuk günü olarak tesbit edilmiştir. Bize yeni bir vatan ve yeni bir tarih yaratıp bırakan mübarek şehitlerle fedakâr gazilerin yavruları fakir ve ıstırabın evladları ve nihayet alelıtlak bütün muhtac-ı himaye (korunmaya muhtaç) vatan çocukları namına milletin şefkatli ve alicenab hissiyatına müracaat ediyoruz. Kadın, erkek, genç, ihtiyar, hatta vakti ve hali müsait çocuklardan mini mini vatandaşlar için yardım bekliyoruz.”
Bugünkü adıyla Çocuk Esirgeme Kurumu, 1921 yılında gazi ve şehit çocuklarının bakımını üstlenmek amacıyla kurulmuş, devlet destekli hayır kurumlarından biridir. Şehit ve gazi çocuklarının daha iyi şartlarda eğitilmesi, bakılması ve yetiştirilmesi amacıyla başlattıkları resmî olmayan çocuk bayramları valilerin, müdürlerin, hali vakti yerinde esnafın kendi çocuklarını giydirip kuşandırarak kortejlere katmaları, “renkli ve göz alıcı balolara” götürmeleri, en güzel kimin (sonraları hangi okulun) çocuğunun giyindiği gibi eşitsizliğin doruğa çıkarıldığı çarpık yarışmalara sahne olmaya başlayan 23 Nisan şenliği kutlamalarına ilk tepki, ertesi yıl sol eğilimli Resimli Ay dergisinden gelecektir.
Sabiha Zekeriya (Sertel) imzasıyla çıkan yazı, memlekette bunca yoksulluk varken, bu kadar kimsesiz, yetim, öksüz, hastalıklı, okula gidemeyen, ağır ve sağlıksız işlerde karın tokluğuna çalıştırılan, daha doğrusu sömürülen çocuklar mevcutken, böylesine bir şıklık yarışı ve “eğlence”nin yersizliğini ve amacından saptırılmış niteliğini sert bir dille eleştirmektedir. Yazısındaki şu satırlar duymaya pek alışık olmadığımız sol bir söylemin tezahürüdür:
“23 Nisan çocukları eğlendirmek günü değildir. Himaye-i Etfâl'in yaptığı programı yanlış tatbik edenler, bunu bir eğlence günü kabul ettiler... 23 Nisan açların, hastaların, işte çalışan çocukların günüdür. Onların dertlerinin konuşulacağı gündür.”
Sabiha Zekeriya bugünkü stadyum kutlamalarını görse acaba ne derdi? Hiç şüphesiz, şehit ve gazi çocuklarının bu kutlamaların neresinde yer aldığını sorar ve 23 Nisan'ların yeniden asli amacına döndürülmesini isterdi.
Peki bugün de gazi ve şehitlerimizin gözü yaşlı çocukları yok mu? Bugün de kimsesiz, aç ve sefil çocuklarımız kol gezmiyor mu şehirlerde? Tinerci çocuklar köşe başlarından melül mahzun bakmıyorlar mı bizlere? Onların dertleriyle dertlenmek için icad edilen bu bayramdaki defile ve danslar hangi dertlerine derman, hangi yaralarına merhem olacaktır acaba? Hatta 23 Nisan'larda onları hiç hatırlayan çıkacak mıdır?
Son soru: 23 Nisan'ın kendi tarihinden yüzünün kızardığını ne zaman fark edebileceğiz?
Ömer İnönü “Anneciğim” şiirini okuyor
Çocukluğumda 23 Nisan törenlerine hiç katılmadım. Neden mi? Telaşlanmayın hemen; ideolojik bir gerekçesi yoktu bunun. Ailemin yeni kıyafete sarf edecek parası olmadığı için katılamazdım sözde “çocuk bayramı”na. Ben de caddenin kenarında durur, bizim okulun sırasının gelmesini bekler, şık kıyafetleriyle arz-ı endam eden arkadaşlarımı karışık duygular içerisinde seyrederdim.
Ne var ki, yılın en güzel giyinmiş okulu yarışmasının, en şık ve güzel kızın seçildiği “Vali Kızı” makamının vs. hali vakti yerinde ailelerin okuduğu okulları nasıl bir gösteriş yarışına ittiğini gayet iyi hatırlıyorum. Prenses tuvaletleri, kelebekler, zeybekler vs. o günlerden hafızamda kalmış sevimli enstantaneler…
Özetle 23 Nisan'lar bizim gibi düşük gelirli aileler için masraflı kıyafetler anlamına geliyordu ve bu yüzden benim gibi yüzbinlerce çocuk kendi “bayramı”na katılamıyordu.
Peki hiç düşündük mü, nedendi 23 Nisan'larda özellikle o pahalı, alımlı ve şık kıyafetlerin çocuklara giydirilmesi ve eğlencelerin, şenliklerin düzenlenmesi? Bulduğum cevap, aslında 23 Nisan'ın neden “çocuk bayramı” yapıldığını da açıklıyordu.
Gördük ki, Çocuk Bayramı öncelikle Çocuk Esirgeme Kurumu'nun gayriresmî, sivil bir etkinliği olarak karşımıza çıkıyor. İlk defa 1929 yılında Ankara'daki Çocuk Esirgeme Kurumu'nun önünde toplanan çocuklar otomobil ve otobüslere bindirilerek Çankaya Köşkü'ne götürülmüş ve köşkün bahçesine gelen bir grup çocuk Gazi'yi yüzünü görmeden selamlamışlardı.
O akşam üstü verilen çay ziyafeti ve çocuk balosuna başta Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, Başbakan İsmet İnönü, Meclis Başkanı Kâzım Özalp ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak olmak üzere devlet erkânının katıldığını, hatta bazı çocukların “piyesli, monologlu, marşlı, şiirli, danslı çok zengin bir müsamere programı” icra ettiklerini biliyoruz.
Köşke çıkan çocuklar arasında bir isim özellikle dikkatimizi çekiyor: Ömer İnönü. “Anneciğim” ve “Bahane” başlıklı şiirler okumuş olan küçük İnönü'den sonra çocuklar kelebek, saat, zeybek ve Azerbaycan dansları sergilemişler, Gazi Paşa da başlarını okşamış ve dağıtılan oyuncaklarla gösteriler sona ermiş. (Öbür oğul Erdal İnönü de çocuk balolarının baş müdavimlerindendir.)
Peki bu ayrıntıları niye aktardım?
Amacım, Çocuk Esirgeme Kurumu'nun şehit ve gazi çocuklarının, genelde ise fakir ve eğitime muhtaç çocukların sefaletine, daha doğrusu dramına dikkat çekmek ve onlara yardım toplamak maksadıyla başlattığı bir sivil etkinliğin nasıl daha ilk hamlede kodamanların çocukları için bir şov vesilesi haline getirildiğine ve amacından nasıl hızla saptığına işaret etmekti. Böylece Paşa çocukları fakir fukaranın evladı, öksüz ve yetimler için düzenlenen bayramlarda ön safa yerleşmiş, asıl ihtiyaç sahiplerine orada yer kalmadığı gibi, dertleriyle dertlenen de olmamış ve bu 'Cumhuriyet geleneği', onyıllar boyu sürüp gitmişti.
Gayesi fakir çocukların sevindirilmesi ve yılda bir defacık dahi olsa yeni elbiselerle donatılması olan bu iyi niyetli “sivil bayram”ın devletlular katına ulaşır ulaşmaz nasıl tanınmayacak bir hale geldiğine tanık oluyoruz burada da.“Bu bâziçede” yananlar yine halk çocukları olmuştu vesselam.
Doğarken ölen bayram
23 Nisan çocuk bayramlarında illerde vali ve daire müdürleri ile eşraf ve asker- sivil bürokratların kendi çocuklarını süsleyip püsleyerek kortejlere en baştaki araçlarda katmalarının, renkli ve göz alıcı balolara ve danslara götürmelerinin ülkedeki yaygın sefaletin üzerini örtmeye yaradığına ve Cumhuriyet'in yöneticilerinin çocukların tertemiz dünyasına yansıyan ağır sorunlara ne denli duyarsız kaldıklarına da şaşırmamız ve onları eleştirmemiz gerekmez mi?
Fakir, kimsesiz, öksüz, yetim, hastalıklı, sakat, okula gitme imkânı bulamayan, ağır ve sağlıksız işlerde karın tokluğuna çalıştırılan çocukların sorunlarına eğilmek için paha biçilmez bir fırsat olması gereken bu bayram, zengin çocuklarının yarıştığı bir üst düzey yönetici kadro arası rekabete dönüştürülmüştür. Daha doğarken öldürülmüştür bir bakıma.Sabiha Zekeriya'nın alıntıladığım sözleri tam da bu çarpıklığın üzerine dökülen bir tuzruhu gibi. Onun yanık sesini devletin yüksek rakımlı tepelerinde oturanlar duymuş muydu acaba? Hiç zannetmiyorum. Duymuşlarsa bile “komünistlik” yaptığı kanaatine varmış ve dudak bükmüş olmalıdırlar. Hatta bunun için yargılanmadığına şükretmeli. (Zira kocası Zekeriye Sertel ile birlikte sık sık yargılandıklarını biliyoruz.) Komünist ilan edilmek de “vatan hainliği” ile eş anlamlıydı o tarihlerde.
Oysa o, “Ben unutulan çocukları hatırladım” diyor ve şöyle devam ediyordu sözlerine:
“23 Nisan vesilesiyle parklarda, müsamerelerde hemcinsleri olan çocukları eğlendirirken onların sabahtan akşama kadar bir parça kuru ekmek için, hatta patronundan dayak yiyerek domuz gibi istismar edildiklerini (sömürüldüklerini) hatırlatmak istedim.”
Resimli Ay'ın bir başka sayfasında “Memleketin üvey evlatları” başlığıyla karşımıza çıkan çarpıcı bir yazı da 23 Nisan'larda asıl hatırlanması gereken çocukların hangileri olduğuna ısırıcı bir dille parmak basıyordu. Yüksek sesle okuyoruz:
“Çocuk Haftası. Çocuk Bayramı… Bunların hepsi güzel, bunların hepsi faydalı, bunların hepsi cazip, fakat çıplak ayaklarla taşlar üstünde koşan, öldürücü ve murdar han odalarında yatan, ekmekten başka gıda namına hiçbir şey bilmeyen, mektep görmeyen, hasta ailesine bakmak için sabahtan akşama kadar didinen, çalışan, hırpalanan yavrucaklar! Çocuk balolarından, çocuk eğlencelerinden size ne fayda var?”
Neşesiz bayramlar
Çocukların cephesinde durum böyleyken Cumhuriyet'in kurucu kuşağı da kendi yaptıkları bayramların erkenden soluşuna hayret etmekte, neden böyle erkenden ihtiyarladığına şaşırmaktadır. Çünkü heyecan, coşku ve neşe yoktur. Bunlar zorla sağlanmak istenmekte ama bir türlü başarılı olunamamaktadır. Hıristiyanların 'yortu'sundaki neşeyi özleyen laiklerdir bunlar...
Hayır, bu şikayetleri bugün dile getirmiyorlar. Daha Cumhuriyet'in en coşkulu olması gereken bir devirde, kuruluşunun 6. yıldönümü henüz kutlanmışken söylemişler, daha doğrusu itiraf etmişler.
Kim ve nerede mi? O zaman buyurun, beraber okuyalım Falih Rıfkı Atay'ın “Yortu” başlıklı yazısından bazı paragrafları:
“Şeker ve kurban bayramını artık yapmıyoruz. Kendimizi ne kadar zorlasak da içimiz buruk kalıyor Cumhuriyet bayramı beğlik bir gün gibi, frak ve sırma içinde, fakat keyifsiz geçiyor. Senelik neşemizi frenk yortularında arıyoruz: Çünkü sanat asırlardan beri bu günleri işlemiştir.
Cumhuriyet ideoloji tarafından hamdır. Cumhuriyetin yıldönümü edebiyatının nabzı gittikçe düşüyor. Muharrirden (yazardan) bir şey yazması istendiği zaman:
- Evvelki sene yazdığımı alınız, diyor.
Çünkü hissi yeni bir ürperiş duymuyor; kafasında yeni bir kımıldayış olmuyor.
Sinirlerimiz kışır (kabuk) kapladı. Hepimiz o kadar ihtiyar mıyız?”
Falih Rıfkı bu sert girişten sonra şöyle devam ediyor yazısına:
“Fikir ve sanat kapılarını geniş açalım. Formül, formül, formül, her biri ilham ve coşkunluğun kanatları üstünde paslı kilitler gibi sarkıyor.
Kafamız formül zındanı içinde çürüyor, yıpranıyor: Kitabın ilk sayfasında son kelimesi ve sonra koca bir cilt beyaz yaprak! Ve bu, rafımızın üzerinde yapma bir kitap hacmi ile duruyor. (...) Hava bu kadar basık, ufuk bu kadar kısa değildir. Açılalım, kanatlanalım.” (Türk Yurdu, Sayı: 24-25, Aralık 1929, s. 1.)
Daha ilk yıllarda başlayan bu basık hava ve dar ufuk, sanatı ve edebiyatı olduğu kadar sosyal hayatı ve konumuz olan bayramları da kapladı. Onları kısırlaştırdı ve nefes alamaz hale getirdi. Göstermelik, ruhsuz ve coşkusuz klişelere hapsetti. 23 Nisan örneğinde olduğu gibi başlangıçtaki ruhunu da şişenin ağzından kaçırdık. Geriye kışırlaşmış törenler, büstçülük ve ağlarmış gibi yapılan içi boş bir yas adeti kaldı.