Asadan bastona zamanın adımları
İhtiyaçtan doğan asa fikri ve uygulaması giderek cemiyet içinde bir mevki, bir memuriyet alameti olmuş, hem de protokol icabı kullanılmaya başlanmıştır. Asanın Musa’nın asasından Frenk değneğine dönüş sürecini Prof. Dr. M. Zeki Kuşoğlu Derin Tarih’te okuyucuları için yazdı.
Kâmus-i Türkî asayı şöyle tarif ediyor: “Uzun el değneği, dayanacak uzun sopa; ekseriya başı topuzlu olur; altın ve gümüşle müzeyyen olarak bazı millet ve taifelerde riyaset-i cismaniye ve ruhaniye alameti addolunur."
Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen asa, Hz. Musa'ya aittir. Bu bir mucizevî bastondu ve onun peygamberliğinin adeta alametiydi.
Dinimizde asa taşımak Peygamber Efendimiz'in (sas) sünnetindendir. 4 Halife ve ondan sonra gelen Emevî ve Abbasî halifeleri Peygamberimizden kalan bu geleneği muhafaza ettiler.
Asa, Türklerde Müslüman olmalarından sonra görülmüştür. Peygamberimizin asası Yıldırım Bayezid zamanında Kâbe'den getirilerek 3'e bölünmüş ve bir parçası evliyalardan Emir Sultan hazretlerine verilmişti. O da bu parçayı kendi asasının ortasına koymuş ve öyle taşımıştı.
Asanın bir ihtiyaçtan doğduğu muhakkaktır. En basitinden, zamanında bir nefsi müdafaa aracı ve yol arkadaşı olarak kullanıldığını düşünmek yanlış olmasa gerektir.
Asanın aslı olan uzun değnek, yorulunca dayanılan ve beli bükülen yaşlıya adeta bir ayak görevini yaptığından, onu kişiden ayrılmaz bir parça haline getirmişti. Evet, bir ihtiyaçtan doğan asa fikri ve uygulaması giderek cemiyet içinde bir mevki, bir memuriyet alameti olmuş, hem de protokol icabı kullanılmaya başlanmıştır.
Özellikle Yeniçeri Ocağı'nda Çorbacı Ağasından itibaren büyük rütbeli subaylar, yüksek rütbeli saray subay ve memurları, sadrazam, vezirler, şeyhülislam, kadıaskerler, ulema, tarikat şeyhleri hep mevkilerinin alameti olarak asa kullanmışlardır. Sultan İbrahim'in yaşlı sadrazamı Sofu Mehmed Paşa, Sultan'ı idam için saraya girip saklanan Cellad Kara Ali'yi, saklandığı yerden elindeki asa ile döverek çıkarmıştı.
Her yerde, sarayda, dağda, bayırda kullanılan asanın insanlık tarihi kadar eski olmasının yanı sıra, kıymetli ağaçlardan sanatkârane yapılmış olanlarını da hatırlatmak yerinde olur.
Genellikle sahibinin omuz hizasında olan bu uzun değnek, yani asa çoğunlukla gül ağacı, abanoz ağacı, yılan ağacı, tik ağacı gibi sık dokulu, sert elyaflı ve güzel kokulu ağaç cinslerinden yapılır ve özellikle topuz kısımları oyma veya kıymetli madenlerle kaplandıktan sonra tezyin edilirdi.
Türklerde asa kullanma geleneği 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam etmiştir. Bu tarihten sonra II. Mahmud'un (1808-1839) başlattığı batılılaşma hareketi kıyafette de kendini hissettirmiş, bizzat padişahın kendisi kıyafetini değiştirmiş ve ilk baston taşıyan kişi de o olmuştur.
Asadan daha kısa ve kısalığından dolayı da ince olan baston, göbek hizasında olup bitiş kısmı topuzlu veya L şeklindedir. Bir Avrupaî kıyafet tamamlayıcısı olan bastona önceleri 'Frenk değneği' de denilmiştir. Bir Mevlevînin, Kethüdazade Mehmed Arif Efendi'ye ait olan bastonu kastederek “Bu Frenk değneği kimin?" demesi üzerine Arif Efendi de “Ben onu sünnet ettirdim" demiştir.
Birçok yönleriyle bugün de tartışılan Tanzimat hareketi, teferruatta da olsa asanın yerine bastonu getirmiş oluyordu. Baston en itibarlı devrini 19. yüzyılda yaşamıştır. Kendini halktan ve ayak takımından ayrı göstermek isteyen kişiler yaş icabı veya herhangi bir şekilde ihtiyacı olsun olmasın bastonu bir gösteriş alameti olarak taşıyor ve baston, şarkı ve kantolara konu oluyordu.
Şeklî batılılaşma, cemiyete hiç bir şey kazandırmamıştır. İşin gösteriş tarafı ele alınarak, zaten sıkıntıda olan ekonomi, kendisini Avrupa'ya bilgi, görgü ve tahsil için gönderdiğimiz aydınımızın eliyle moda uğruna akla gelmeyecek budalalıklarla daha da zor duruma sokulmuştu. Bakınız R. E. Koçu Türk Giyim Kuşam Sözlüğü adlı eserinde bastondan bahsederken “Şıklık alameti baston modası 50 yıl kadar devam etmiştir; fakat memleketimizde zarif baston yapmak için uğraşılmamış, bütün zarif ve güzel bastonlar Viyana'dan, Paris'ten veya Londra'dan getirilmiştir. İstanbul'da ithal malı en güzel bastonları satan mağaza da Sultan Hamamı'ndan İngiliz isimli bir Rum, Robenson olmuştur" denilmektedir.
Ancak zamanla az da olsa İstanbul ve Anadolu'nun muhtelif yerlerinde meslekleri baston yapımcılığı olmamasına rağmen sipariş edildiğinde usta sanatkârlarca gümüş kakmalı, savadlı ve boynuz, fildişi gibi değişik malzemelerden Türk üslubunda güzel ve zevkli bastonlar yapılmıştır.
Bastonların en emekli ve sanatkârane kısımları ise elin kavradığı kısmı olan saplarıdır. Bu saplar bastonda çeşitli hayvan figürleri ve armalarla süslenirken, Türklerde rûmî, hatayî, hendesî ve çiçekli desenlerle bezenmiştir.
Genellikle şık görünmek için taşınan bastonun faydalı tarafını, çok yönlü kabiliyetleri olan II. Sultan Abdülhamid ele almıştır. O, 1897 Yunan Harbi'ne katılan ayaklarından malul gazilerimize Yıldız Sarayı'nda verdiği bir ziyafette, daha önce sarayın marangozhanesinde bizzat kendi eliyle yapmış olduğu bastonları hediye etmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen asa, Hz. Musa'ya aittir. Bu bir mucizevî bastondu ve onun peygamberliğinin adeta alametiydi.
Dinimizde asa taşımak Peygamber Efendimiz'in (sas) sünnetindendir. 4 Halife ve ondan sonra gelen Emevî ve Abbasî halifeleri Peygamberimizden kalan bu geleneği muhafaza ettiler.
Asa, Türklerde Müslüman olmalarından sonra görülmüştür. Peygamberimizin asası Yıldırım Bayezid zamanında Kâbe'den getirilerek 3'e bölünmüş ve bir parçası evliyalardan Emir Sultan hazretlerine verilmişti. O da bu parçayı kendi asasının ortasına koymuş ve öyle taşımıştı.
Asanın bir ihtiyaçtan doğduğu muhakkaktır. En basitinden, zamanında bir nefsi müdafaa aracı ve yol arkadaşı olarak kullanıldığını düşünmek yanlış olmasa gerektir.
Asanın aslı olan uzun değnek, yorulunca dayanılan ve beli bükülen yaşlıya adeta bir ayak görevini yaptığından, onu kişiden ayrılmaz bir parça haline getirmişti. Evet, bir ihtiyaçtan doğan asa fikri ve uygulaması giderek cemiyet içinde bir mevki, bir memuriyet alameti olmuş, hem de protokol icabı kullanılmaya başlanmıştır.
Özellikle Yeniçeri Ocağı'nda Çorbacı Ağasından itibaren büyük rütbeli subaylar, yüksek rütbeli saray subay ve memurları, sadrazam, vezirler, şeyhülislam, kadıaskerler, ulema, tarikat şeyhleri hep mevkilerinin alameti olarak asa kullanmışlardır. Sultan İbrahim'in yaşlı sadrazamı Sofu Mehmed Paşa, Sultan'ı idam için saraya girip saklanan Cellad Kara Ali'yi, saklandığı yerden elindeki asa ile döverek çıkarmıştı.
Her yerde, sarayda, dağda, bayırda kullanılan asanın insanlık tarihi kadar eski olmasının yanı sıra, kıymetli ağaçlardan sanatkârane yapılmış olanlarını da hatırlatmak yerinde olur.
Genellikle sahibinin omuz hizasında olan bu uzun değnek, yani asa çoğunlukla gül ağacı, abanoz ağacı, yılan ağacı, tik ağacı gibi sık dokulu, sert elyaflı ve güzel kokulu ağaç cinslerinden yapılır ve özellikle topuz kısımları oyma veya kıymetli madenlerle kaplandıktan sonra tezyin edilirdi.
Türklerde asa kullanma geleneği 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam etmiştir. Bu tarihten sonra II. Mahmud'un (1808-1839) başlattığı batılılaşma hareketi kıyafette de kendini hissettirmiş, bizzat padişahın kendisi kıyafetini değiştirmiş ve ilk baston taşıyan kişi de o olmuştur.
Asadan daha kısa ve kısalığından dolayı da ince olan baston, göbek hizasında olup bitiş kısmı topuzlu veya L şeklindedir. Bir Avrupaî kıyafet tamamlayıcısı olan bastona önceleri 'Frenk değneği' de denilmiştir. Bir Mevlevînin, Kethüdazade Mehmed Arif Efendi'ye ait olan bastonu kastederek “Bu Frenk değneği kimin?" demesi üzerine Arif Efendi de “Ben onu sünnet ettirdim" demiştir.
Birçok yönleriyle bugün de tartışılan Tanzimat hareketi, teferruatta da olsa asanın yerine bastonu getirmiş oluyordu. Baston en itibarlı devrini 19. yüzyılda yaşamıştır. Kendini halktan ve ayak takımından ayrı göstermek isteyen kişiler yaş icabı veya herhangi bir şekilde ihtiyacı olsun olmasın bastonu bir gösteriş alameti olarak taşıyor ve baston, şarkı ve kantolara konu oluyordu.
Şeklî batılılaşma, cemiyete hiç bir şey kazandırmamıştır. İşin gösteriş tarafı ele alınarak, zaten sıkıntıda olan ekonomi, kendisini Avrupa'ya bilgi, görgü ve tahsil için gönderdiğimiz aydınımızın eliyle moda uğruna akla gelmeyecek budalalıklarla daha da zor duruma sokulmuştu. Bakınız R. E. Koçu Türk Giyim Kuşam Sözlüğü adlı eserinde bastondan bahsederken “Şıklık alameti baston modası 50 yıl kadar devam etmiştir; fakat memleketimizde zarif baston yapmak için uğraşılmamış, bütün zarif ve güzel bastonlar Viyana'dan, Paris'ten veya Londra'dan getirilmiştir. İstanbul'da ithal malı en güzel bastonları satan mağaza da Sultan Hamamı'ndan İngiliz isimli bir Rum, Robenson olmuştur" denilmektedir.
Ancak zamanla az da olsa İstanbul ve Anadolu'nun muhtelif yerlerinde meslekleri baston yapımcılığı olmamasına rağmen sipariş edildiğinde usta sanatkârlarca gümüş kakmalı, savadlı ve boynuz, fildişi gibi değişik malzemelerden Türk üslubunda güzel ve zevkli bastonlar yapılmıştır.
Bastonların en emekli ve sanatkârane kısımları ise elin kavradığı kısmı olan saplarıdır. Bu saplar bastonda çeşitli hayvan figürleri ve armalarla süslenirken, Türklerde rûmî, hatayî, hendesî ve çiçekli desenlerle bezenmiştir.
Genellikle şık görünmek için taşınan bastonun faydalı tarafını, çok yönlü kabiliyetleri olan II. Sultan Abdülhamid ele almıştır. O, 1897 Yunan Harbi'ne katılan ayaklarından malul gazilerimize Yıldız Sarayı'nda verdiği bir ziyafette, daha önce sarayın marangozhanesinde bizzat kendi eliyle yapmış olduğu bastonları hediye etmiştir.