Anı durduran şipşak feveran
Bazen başkalarına, bazen kendi suretimize ayna olup gözbebeklerimize doluşmuş hissiyatı içine sığdıran bir kare diyerek de tarif edebiliriz aslında fotoğrafı. Özel gün ve toplantılarımız, tatil günlerimiz, izdivacımız gibi hayatın can alıcı durakları fotoğraflarla can bulur, tabiri caizse “an”lar “anı” olur, albümlerimizdeki yerlerine buyurur. Peki, hoş zamanlarımızı tekrar tekrar yaşatan bu gizemli ve eşsiz karelerin öyküsünü merak ettiniz mi hiç?
Karşımdasın işte... / Bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni / Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim”
diyerek anlatıyor birkaç mısrada Nazım Hikmet, fotoğrafın hüzne bulanık, efsunlu yanını.
O halde buyurun, 36 poz sürecek bir seyahate çıkalım.
Her yeteneğe hitap eden makineleriyle yaygınlaşan fotoğraf bugün bilimden sanayiye, belgecilikten sanata önemli işlevleri haiz. Aslına bakarsanız fotoğraf kavramına giriş yapmadan evvel fotoğrafın “karanlık oda”larından bahsetsek hiç fena olmaz. Fotoğraf filmi ve banyosunun yapıldığı ışıksız odaya karanlık oda deniliyor. 11. yüzyılda Arap bilginler, 15. yüzyılda Leonardo Da Vinci, 16. yüzyılda Giovanni Battista Della Porta karanlık oda denemeleri yapmışlar. 17. yüzyılda ressamlar portre çalışmalarında karanlık oda sisteminden yararlanmışlardır.
Rönesans’ın geometri ve perspektifi ile 18. yüzyılın kimya ve fiziği, 19. yüzyıl sonunda fotoğrafı ortaya çıkarmıştır. 1827’de Joseph-Nicephore Niepce sekiz saat ışık altında bir kulübenin çatısındaki güvercin yuvasını çekerek tarihteki ilk fotoğrafı alır. Ancak kaynaklar Avrupa merkezli bir tarih anlayışına dayandığından hemen Niepce’yi işaret etse de mevzuyu biraz irdeleyince işin aslının öyle olmadığını görüyoruz. Niepce’den neredeyse 750 yıl kadar önce görüntünün büyüsü peşinde çalışan ünlü İslam optik bilgini Basralı İbn-i Heysem imiş bu işin temellerini atan. En ilkel fotoğraf makinesi olan Karalık Kutu’yu kullanan ilk kişi olmuş. Ortaçağ’da Güneş tutulması sırasında Güneş ışınlarını incelemek için kullandığı Karanlık Kutu’yu Avrupa’nın öğrenmesi ise Roger Bacon sayesinde. Arap kaynaklardan öğrendiği Karanlık Kutu’nun ayrıntılı bir tanımını yaparak Avrupalıların zihninde fotoğrafın temellerini atmış. Bundan bir süre sonra L. Battista Alberti ve Leonardo da Vinci Karanlık Kutu’dan yararlanarak cisimlerin görüntülerini yansıtmayı başarmışlar.
Niepce’den yaklaşık 12 yıl sonra Fransız Bilim Akademisi Daguerre’un metal bir plakaya kalıcı baskı yöntemini keşfettiğini duyurdu. Daguerre, Niepce’nin 8 saatten uzun süren pozlama süresini yarım saatin altına indirmeyi başarmıştı.
1839’da icat edilen, süre kısaltan mercek yarım yüzyıldan fazla süreyle kullanıldı. Kısa zamanda poz süresi saatlerden saniyelere inmiş, portre rahatlıkla çekilebilir olmuştur. Bu gelişimin ardından mucit W. H. Fox fotoğrafın negatifini elde eden aleti icat edince, negatiften pozitif elde etme, yani fotoğrafı tekrar basarak çoğaltma imkânı fotoğrafçılığa yeni bir anlam kattı. George Eastman 1883’te Kodak markasıyla sarılan filmi üretmiş, bir süre sonra 36 pozluk film üretilerek bu alanda önemli adımlardan biri daha atılmıştı.
Türk fotoğrafçılığı
15 Ağustos 1841’de Ceride-i Havadis’te şu haber yayımlanır: “Bir mahallin resmi mücessemini almak için Avrupa’da Daguerre dedikleri zat bir alat icad edip Daguerre’nin basması manasına Dageryotip tesmiye etmiş ve mukaddema kitabı dahi İstanbul’a gelmiş ve tercüme edilmiş olmakla bilenlerin malumudur.”
İlk fotoğraf kitabından sonra gazete, ilk fotoğraf stüdyosunun haberini de verir:
“Beyoğlu’nda Mösyö Dager’in şakirdanından Mösyö Kompa icray-ı sanat eylemektedir. Ressamlar bir adamı resmedecekleri vakit birkaç günler kemal-i sabr-ü sükunla karşılarına oturup defa be defa nazar ederek haylü zahmetlü resmederler. Lakin bu alatla resmolunacak olduğu vakitte güneşte altı saniyede ve güneşsiz havada yarım dakikada ol alat vasıtasıyla resmedüp bitirirler.”
İstanbul’da ilk uzun süreli fotoğraf stüdyosu Alman Kimyager Rabach tarafından 1856’da açıldı. Yetiştirdiği aslen Kayserili olan Ermeni kardeşler burayı ilerde devralarak “Abdullah Biraderler” adıyla çalıştırmaya başlamış ve Türk fotoğrafçılığının ilk halkasını oluşturmuşlardı. Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde sergiler açan, ödüller kazanan meşhur Biraderler, Abdülhamid’den de destek ve takdir görmüş, “ressam- ı hazret-i şehriyari” unvanıyla saray fotoğrafçılığına layık bulunmuşlardı. Sultan’ın ülke içinde çektirmek suretiyle hazırlattığı, kalkınan Osmanlı izlenimini destekleyen meşhur “Abdülhamid Albümü” Sultan’dan bize kalan ehemmiyetli belgelerden. Yine zat-ı alilerinden bugüne kalan önemli bir birikim de, tahta çıkışının 25. yılı nedeniyle affedeceği hükümlüleri seçmek üzere hazırlattığı, bütün mahkûmların fotoğraflarını ihtiva eden albümlerdir.
1900’lere doğru başta Phebus Efendi stüdyoları olmak üzere, İstanbul’da Levanten ve gayrimüslimlerin açtığı stüdyolar çoğaldı. Müslümanların açtığı ilk stüdyo, Girit’teki Salih ve Baha Bediz Beylerin yine bu tarihlerde açtığı fotoğrafhanedir.
1930’larda dünya fotoğrafçılığında Yeni Gerçekçilik, Kübizm, Sürrealizm, Fütürizm ve Dadaizm gibi sanat akımlarının etkisi görülmüş; fotoğrafta gerçeküstücü ve soyut çalışmalar böylelikle başlamıştı. Türkiye bu dönemde yurtiçi ve yurtdışında tanıtım maksadıyla fotoğrafçılığa önem verdi. Dinî sebeplerle fotoğraf çektirmekten kaçınan halk da yasal işlemlerin zorunlu tutulmasıyla fotoğraf çektirmeye başladı. Fotoğraf stüdyoları bu vesileyle Anadolu’da yaygınlaştı. Sayıları artan ve Anadolu’ya hızla yayılan stüdyolar yanında, 1970’lerde amatör dernek, yayın, yarışma ve sergiler arttı. Fotoğraf kültür-sanat alanında çoktan yerini almıştı.
Hikâyenin sonuna doğru fotoğrafların renklere hasreti bitti bitmesine ama o gizemli yanını da kaybetti bu sihirli kareler. Üstüne teknolojik gelişmeler eklenip “telefondan fotoğraf çekme devri” başlayınca hepten zamana yenik düştüler. Artık albümler boşaldı, an’lar anlamsızlaştı. Fotoğraf bir tık ile sayısız kez zahmetsizce çekilip silinebildiğinden ehemmiyetsizleşti. Hissiyatlarımız da teknolojiye ve ana yenildi tabii.
An’larımız anı olmuyor velhasıl, zamanın o azgın sularına kapılıp yitip gidiyor. Değişen fotoğraf anlayışımızı düşünüyorum da, Abdullah Biraderler hayatımızdan eksik etmediğimiz o meşhur ‘selfie’lerimizi görse ne düşünürlerdi acaba?