Alevi katliamı bir efsaneden ibarettir
Konuyu değerlendirirken tarihî serinkanlılıktan âzâde olarak bir tarafı göz ardı edip diğer tarafı öne çıkarmak ve bundan sosyal (belki de siyasî!) bir menfaat beklemek toplumlararası husumeti körüklemekten başka bir işe yaramaz.
Prof. Dr. Feridün Emecen
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
_________________________
Osmanlı tarihlerinden 16. yüzyılın ikinci yarısında kaleme alınmış olanlarında yapılan teftişler sonucu 40 bin kişinin tespit edilip bunların bütünüyle imha edildikleri veya bir bölümünün sürgüne gönderildiği bilgisi bulunur. Bu bilgiler zamanla Anadolu’da yapılan teftişler sonucu “40 bin Alevinin Yavuz Sultan Selim tarafından katledildiği” şeklinde nerdeyse tartışılmaz bir kabule dönüşen bilgi haline gelerek bugün sosyal ve siyasî vesilelerle sık sık tekrarlanan bir “paradigma” olmuştur.
Bu bilginin yer aldığı kaynakların tahliline ve aslında meselenin nasıl anlaşılması gerektiğine girmeden önce Şah İsmail’in kendi dinî görüşlerini yaymak için İran’da ve Azerbaycan’da yaptığı hareketlere kısaca temas etmekte fayda vardır.
Safevî kaynaklarının yanında bazı Osmanlı kaynaklarında da yer alan bilgilere göre Şah İsmail kendi dinî inançlarını kabul ettirmek için ele geçirdiği şehir ve kasabalarda halka çok sert davranmış, Sünni kalanlara yaşama hakkı tanımamıştır. Özellikle Isfahan, Fars, Yezd, Kirman, hatta Horasan gibi bölgelerdeki yoğun Sünni nüfus Şah İsmail’in inançlarına karşı çıktıkları için topluca katledilmişti.
Mesela sadece Tebriz’de katledilen Akkoyunların sayısını dönemin Osmanlı tarihçilerinden İbni Kemal (ö.1534) 40 bin-50 bin olarak gösterir ve mealen şöyle yazar:
“Tebriz’e doğrulup herhangi bir engelle karşılaşmadan şehre girdi. Akkoyunlu cemaatinden bulduğuna aman vermedi; kırdı, atasının öcünü alıp yaşlı-genç, kadın-çocuk kırk elli bin miktarı Akkoyunlu’yu helâk edip Hasan Han ile Mirza Ahmed’i bırakıp diğer emir ve sultanların kemiklerini mezarlarından çıkardı, ateşe attırdı. Kendi anasını ki Hasan Han’ın kızıydı, küfür ve zulümden men edip ona karşı çıktığı için kendi eliyle öldürdü.”
İlginç bir şekilde benzeri ifadeleri dönemin çağdaş bir seyyah/tarihçisi olan Angiolello (ö.1525) da tekrarlar:
“Bu şehre girdikten sonra muhaliflerine acımasızca davrandı. Öyle ki mollalardan kadınlara ve çocuklara varıncaya kadar ahaliden pek çoğunu parça parça ettirdi. Nihayet o beldelerin ve etrafının ahalisi emrine itaat edip şehrin bütün sakinleri onun şiarı olan kızıl başlık giydiler. Burada 20 binden fazla insan öldü. İleri gelenlerden birkaçının kemiklerini mezardan çıkarmalarını ve yakmalarını emretti, annesini de öldürttü.”
Verilen rakamlar abartılı
Birbirinden haberdar olmayan aynı dönemde yaşamış bu iki çağdaş tarihçinin verdikleri bilgilerin birbiriyle uyuşması verilen rakamların abartılı olduğuna açık şekilde delalet eder.
Öte yandan Safevî tarihçisi Hasan-ı Rumlu (ö.1577) da bu tür katliamlar hakkında yer yer dikkate değer bilgiler verir. Mesela Karşı Kalesi’nin ele geçirilmesinin ardından şehirdeki yaklaşık 15 bin küçük-büyük, genç-yaşlı sivil halkın tamamen imha edildiğini, camiye sığınan o vilayetin büyüklerinin (seyyitler) dahi Hz. Ali soyundan geldiklerini söylemelerine rağmen “Gaziler savaşla ele geçirdikleri yerlerin küçük ve büyüklerini öldürürler ve seyit olan veya olmayan ayırımı yapmazlar” gerekçesiyle merhametsizce katledildiklerini yazmaktadır.
Safevî hareketi hakim olduğu bölgede kendi mezhebî inançları dışında herhangi bir mezhebin yaşamasına izin vermez ve bütünüyle halkın dinî anlayışlarını dönüştürürken Osmanlı topraklarında “Alevi” denilen gruplar aşağıda tartışılacak olan 40 bin kişinin katledildiği bilgisine rağmen varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Bu durum iki devlet arasındaki katı mezhebî inanç farklılığının mahiyetini anlamak bakımından son derecede önemlidir. Üstelik İran’da Şah İsmail’in ön ayak olduğu “Alevi” inancı kısa zaman sonra Şiiliğin Caferî öğretisi haline gelmiş ve izlerini neredeyse yitirmiştir. Hâlbuki Anadolu’da bu kadar büyük zulme uğrayıp katledikleri belirtilen zümreler bulundukları yerlerde kendi inançlarıyla -içe kapanarak da olsa- hayatlarını sürdürme imkânı bulmuşlardır.
Hiç şüphesiz Osmanlı Şah İsmail ile başlayan bu dönemde Sünni öğretiyi bütün devlet kademelerinde ve sosyal hayatta ikâme etmeye yönelik tedbirler almaya çalışmış, önceki dönemlere göre kendi resmî ideolojisini ve yaklaşımını katı sınırlarıyla belirlemiştir.
Fakat bu anlayış toplumun bütün kademelerine sirayet edecek şekilde, tıpkı Şah İsmail’in zorla yaptığı gibi toplumu dinî inanç yönünden tamamıyla dönüştürecek bir boyuta ulaşmamıştır.
Bu bakımdan konuyu değerlendirirken tarihî serinkanlılıktan âzâde olarak bir tarafı göz ardı edip diğer tarafı öne çıkarmak ve bundan sosyal (belki de siyasî!) bir menfaat beklemek toplumlararası husumeti körüklemekten ve karşılıklı boş suçlamalarla içtimaî ahengi bozmaktan başka bir işe yaramaz.
“40 bin Alevi’nin Yavuz tarafından katledildiği” söylemine gelince:
Öncelikle bu konudaki ilk bilgilerin dönemin kaynakları olan Selimnâme literatüründe geçmediği tespit edilmektedir. Konuyu açık şekilde ve bazı ayrıntılar vererek izah eden ilk kaynak İdris-i Bitlisî’nin Selimşahnâme adlı kitabıdır. I. Selim’in yanında bulunmuş ve önemli hizmetler görmüş olan İdris-i Bitlisî, II. Bayezid döneminin bir bölümünü içine alan Heşt Bihişt adlı sekiz ciltten oluşan Farsça bir Osmanlı tarihi kaleme almış, daha sonra I. Selim dönemiyle ilgili bilgileri de toplamış, fakat ölümü sebebiyle bunları temize çekme ve düzenleme imkânı bulamamıştı.
Kuyuya atılan taş
Daha sonra oğlu Ebulfazl Mehmed Çelebi babasının notlarını düzenleyerek ve kendi edindiği bilgilerle de eklemeler yaparak Selimşahnâme’yi tamamlamıştı. İşte bu eserde Çaldıran Seferi’ne çıkmadan önce Edirne’de hazırlık yaparken I. Selim’in “Kızılbaş taifesinin kökünü kazımak için” memleketteki idarecilere bir hüküm yolladığı belirtilerek şöyle emrettiği belirtilir:
“Hiç beklemeksizin her yörede Kızılbaş taifesinden her kim varsa ve nerede oturuyorsa, üç atasına dek bu Safeviye şeyhlerinin üç tabakasına (Şah İsmail ve atalarını kastediyor) inanan müritlerden iseler, her halükarda ‘imânı inkâr ile değiştiren şüphesiz doğru yoldan sapmış olur’ ayeti gereğince köklerinin kazınmasını ve tebdil ile cezalandırılmayı hak etmişlerdir; kaçınılmaz olarak Rum (Anadolu) beldelerinde oturan ve yolculuk (konargöçer demek istiyor) hâlinde bulunan bu taifenin yediden yetmişe hepsini yazsınlar ve kadılar arz etsinler.”
Bu emir uyarınca onlardan büyük bir kitlenin öldürüldüğünü yazan İdris-i Bitlisî hemen ardından manzum olarak olayları özetlediği yerde bu defa şiir diliyle şunu belirtir:
“Yazıcılar isimleri deftere kaydedince yaşlı ve gençlerden oluşan kayıtların sayısı kırk bini buldu/Ulaklar yazılan defterleri her yörenin hâkimine ulaştırdıktan sonra her yörede keskin kılıç adım adım yazılanlara yöneldi/Bu öldürülenlerin sayısı hesaplanan kırk bini de aştı/İtaat bakımından Hak’tan kim yüz çevirirse Hak onu siyaset kılıcıyla öldürür.”
İdris-i Bitlisî’nin bu bilgisi sonraki tarihçilerden olup bu eseri de gördüğü anlaşılan Hoca Sadeddin Efendi (ö.1599) ile Gelibolulu Mustafa Âlî (ö.1600) tarafından benzeri cümlelerle tekrarlanır. Hoca Sadeddin Efendi deftere kaydedilen 40 bin kişinin bazısının katl, bazısının ise hapsedildiğini (tefahhus ve tedkik-i hükkâm ile tahkik bulan kırk bin mikdarı ru’us-ı habîsü’n-nüfûs kimi maktûl ve kimi mahbûs olmuş idi) yazarken Âlî, ele geçirilen “kırk bin mikdarı” Rafizinin kılıçtan geçirilip defterinin merkeze yollandığını bildirir. Sonraki Osmanlı tarihleri bu bilgileri esas alarak yayılmalarına yol açmış; bu, kaynaklara şüpheci yaklaşmayan modern çalışmalara yansımıştır.
“Defter olunup irsâl olundu”
Bu konuda öncelikle şu husus vurgulanmalıdır ki, İdris-i Bitlisî’nin yapıldığını iddia ettiği böyle bir teftişin döneminde gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği, söz konusu defterlerin hazırlanarak hükümet merkezine yollanıp yollanmadığı konusunu teyit edecek herhangi bir arşiv belgesi yahut döneminin çağdaş bir kitabî kaynağı mevcut değildir.
Aslında bu bilginin menşei I. Selim’in kardeşi Ahmed ile mücadelesi sırasında ona ve Kızılbaş olduğu belirtilen yeğeni Murad’a katılanların tesbiti için çeşitli bölgelere yollanan hükümler olmalıdır. Nitekim 1513 başında Şehzade Ahmed ve oğullarına taraftar olanların isimleri tesbit edilip merkeze gönderilmiştir. Buradaki teftişin gerekçesi şöyle açıklanmaktadır:
“Şöyle emrolunmuş ki vilâyet-i Rum’da Sultan Ahmed’e varan ve varmayan taifenin ki ellerinden hayr ve şer gelir, anın gibi kimseleri arzınla, irsal edesin deyü, varanı ve varmayanı ellerine verdiğin arzda ilam edesin, öyle olsa (...) ellerinden hayr ve şer gelen kimseleri esâmileriyle ve halleri ve evsaflarıyla defter olunup irsâl olundu.”
Burada Tokat, Niksar, Gedegra, Kavak, Bafra, Socisa, Amasya, Çorum, Ladik, Muşali Karahisar (Akdağ Madeni) nahiyelerinden Şehzade Ahmed’e katılan, katılmayan, Kızılbaş olan, Şehzade Murad’ın yanına giden şahısların (muhtemelen timarlı sipahilerin) adları verilmiştir.
Bunun dışında bu hususla ilgili herhangi bir belgeye rastlanmamaktadır. Defterde nispeten geniş bir bölgede zikredilen şahıs adedi toplamının 70’i geçmemesi de manidardır.
Şu halde öncelikle verilen 40 bin rakamının abartılı olduğu veya rakam olarak değil de bir hacmi belirtmek üzere yuvarlak bir sayıyı işaret ettiği söylenebilir. Nitekim yukarıda temas edildiği gibi İbni Kemal de Şah İsmail’in Tebriz’de yaptığı katliamın rakamını 40 bin-50 bin olarak göstermiş; ayrıca yine İdris-i Bitlisî Şahkulu isyanı sırasında Anadolu’da 50 bin kişinin hayatını kaybettiğini yazmıştır.
Bundan dolayı bu gibi rakamları gerçek addedip ona göre yorumlarda bulunmak doğru bir yaklaşım olmaz. Bunlar çok sayıda kaybı gösterme amacına matuf olarak okuyucuların zihinlerinde bir canlandırma yapmasını sağlayacak bilgiler şeklinde mütalaa edilmelidir. Ayrıca yukarıdaki kaynaklara inanılacak dahi olsa 1513-1514 arasında oldukça kısa bir sürede bu kadar kişinin tahririnin yapılıp merkeze gönderilmesi, ardından da bu defterlerin tekrar ilgililere yollanarak isimleri yazılı olanların katlinin gerçekleştirilmesi pek mümkün görünmemektedir.
Üstelik Hoca Sadeddin Efendi’nin yazdığına dikkat edilecek olursa bunların hepsinin değil, bir kısmının katledildiği, diğerlerinin ise hapse atıldığı anlaşılır. Nitekim II. Bayezid döneminden beri isyanlara katılanlar veya Kızılbaş olduğu iddiasıyla yakalananların çoğunun Mora Yarımadası’na sürgün edildiği bilinmektedir.
“Kızılbaş temizliği” mi?
Geç tarihli kaynaklarda bu bilgilerin abartılarak nakledilmesinde aslında Safevî ve Osmanlılar arasındaki siyasî-dinî çekişme yatmakta, Sünni inancı bütünüyle ortaya çıkaran 16. yüzyılın tarihçileri bir ölçüde karşı tarafa gözdağı verme, yandaşlarına da iftihar vesilesi veya dinî inanca ne kadar bağlı olunduğunu kuvvetle vurgulama amacıyla bu gibi bilgileri daha da abartarak kullanma eğilimi sergilemektedir.
Ayrıca Çaldıran Savaşı arifesinde başlandığı anlaşılan ve vergi amaçlı nüfus tespitlerini içine alan bazı Tahrir Defterlerinde, mesela Trabzon kesiminde, Çepnilerin yoğun olarak bulundukları yaylalık alanlardaki köylerin boşalıp Şah İsmail’e katılmış bulunduklarına dair kayıtlara rastlanır. Hatta daha sonra söz konusu köylerin halkının geri dönmeleri durumunda vergi muafiyeti ile iskânlarının sağlanacağına dair resmî emirler bulunmaktadır.
Hiç şüphesiz Şah İsmail’in mektuplarıyla yakalanan Safevî halifeleri bunların Anadolu’nun çeşitli yerlerinde temas kurdukları tarikat şeyhlerinin bazıları ve asi elebaşları şiddet uygulanarak katledilmiştir. Fakat bunun sistemli bir “Kızılbaş temizliğine” dönüştüğünü söylemek, yukarıdaki veriler de nazarı itibara alınırsa, kanaatimizce büyük bir yanılgıdır.
Kaynak: Derin Tarih, Eylül-2013