'30 Ramazan yemeğim kapıma gelirdi'

Yahya Efendi Tekesi'nden
Yahya Efendi Tekesi'nden

Restore edilen Yahya Efendi Camii'nin 104 yaşındaki eski imamı Ali Dede inanılmaz bir olayı anlatıyor. İstanbul Aksaray'da Yusufpaşa Mahallesi'nde ikamet etmekte olan Ali Yıldırım Hocaefendi'nin anlattığı o şaşırtıcı olaylar zinciri:

Beşiktaş'a tepeden bakan yemyeşil, aynı oranda da büyülü bir İstanbul köşesidir Yahya Efendi Külliyesi. Kanuni Sultan Süleyman'ın sütkardeşi olan Şeyh Yahya Efendi'nin türbesinin etrafındaki dergâh ve camisinin bir süredir devam eden restorasyonu geçtiğimiz günlerde bitirilerek ziyarete açıldı. Öteden beri İstanbul'un sırlı bir köşesi olarak kabul edilen dergâh ve camide 1936'dan 1960'a kadar görev yapmış olan 2 padişah, 1 halife ve 11 cumhurbaşkanı eskiten 104 yaşındaki Ali Yıldırım Hocaefendi'yi bulup kendisine bu mekânın sırlarını sormak istedik. Bizimle öylesine çarpıcı bir hatırasını paylaştı ki, kendi ağzından dinlemesek biz de inanmayacaktık belki. Ama kendisi o berrak hafızasından süzerek anlattı, bize de banda kaydettiklerimizi satırlara aktarmak düştü.

1936 yılıydı. O yıl Ramazan ya sonbahara gelmişti ya da yazdan yeni çıkıyorduk. Ramazan ayının birinci günü… Bekârım, yemek yapamıyorum. Kendi kendime “Bugün akşamdan yediğimle oruç tutacağım" dedim. Tuttum da. İftara 45 dakika falan var, Beşiktaş pazarına ineyim de iftarlık bir şeyler alayım dedim. Bekâr adam ne alır? Peynir alır, domates alır. İki çeşit ekmek çıkardı o zamanlar. Velhasıl bir şeyler aldım, geldim. Gazocakları vardı o zamanlar, babamdan kalmıştı. “Sen bekârsın, lazım olur" diye vermişti. Suyu koyayım, bir çorba yapayım diyordum. İftara yarım saat kaldı, dışarı çıktım. Dönüşte bir tepsi vardı kapımın önünde. Gümüş bir kâsede çorba, dört tane zeytin, iki tane hurma, iki parça da kırılmış ekmek, şimşir kaşığı da üstünde. Kaşığın üstünde de “Bismillahirrahmanirrahim" yazıyor. Kim getirdi bunu? Derken o an ezan okundu. Bir yudum suyla orucumu bozdum, akşam namazımı kıldım, yemeğimi yedim. Öyle bir lezzetli çorba ki tarif edemem. İftarımı ettim. Uyandım, baktım saat üç. Daha vakit var. Dışarı çıkıp abdest alayım dedim. Çıktım baktım ki aynı tepsi yine gelmiş. Beyaz bir tabağın içinde kuskus pilavı, bal şerbeti, kaşık yine aynı kaşık...

Peki iftarda gelen tepsiyi dışarıya bırakmış mıydınız?
Evet, aynı yere bırakmıştım. Ben yabancı bir hocayım, belki seslenirler diye baktım, yok kimse. Ertesi akşam tepsi yine geldi. İşte o zaman daha çok kızdım ama bende jeton yine düşmüyor. Yine çıkarıp koydum yerine boş tepsiyi. 1936'dan 1961 yılında evleninceye kadar yemek faslı bu şekilde devam etti. Ama yalnız Ramazanlarda olurdu bu. Diğer zamanlarda olmazdı.

Aynı Ramazandayız, bir öğle üstüydü, birisi geldi. “Selamun aleyküm" dedi. Ben “Seni tanıyamadım" dedim. O da “Nasıl tanımazsın, ben senin medrese arkadaşın Hulusi" diye cevap verdi. Hatırladım. Medreseden çıkmak mecburiyetinde kalmıştı. Adresimi müftülükten almış. Hoş geldin beş gittin… Anlatıyor. Evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış. Bir yandan da düşünüyorum: Akşama yemek gelecek ama bir kişilik. Ne yapayım? Bir çorba yapayım dedim. Ekmek almıştım. Bir de salata yaptım.

Bir de baktım ki yemek geldi ama çift kişilik! Dört tane hurma, sekiz tane zeytin, iki kâse çorba, iki tabak da pilav! Ben hala 'Getiren nereden gördü de misafirimi, iki kişilik getirdi?' diye düşünüyorum. Hala jeton düşmüyor.

Bunca süre getirenin izine rastlamadınız mı hiç?
Hiç rastlamadım ama yemeğin lezzeti hala damağımdadır.

Peki çeşit değişiyor muydu?
Hayır, her akşam çorba, sahurda da kuskus pilavı. Allah bunları bana gösterdi. Bana demişlerdi zaten, boşuna onu görmeye çalışma, göremezsin. Hakikaten hazret gece kalkar, zikrederdi; zikir seslerini duyardım. Sonra takkeyle yürüdüğünü, merdivenlerden çıktığını da duyardım. Rahlenin yanına oturup zikrini yapardı…