Mustafa Özel: Tarihçiler dünü, romancılar yarını anlatırlar

Mustafa Özel: Tarihçiler dünü, romancılar yarını anlatırlar.
Mustafa Özel: Tarihçiler dünü, romancılar yarını anlatırlar.

Roman Diliyle Emperyalizm, Roman Diliyle İktisat ve Roman Diliyle Siyaset gibi kitaplarıyla tanıdığımız Mustafa Özel ile keyifli bir söyleşi yaptık…

İktisat ve siyaset alanlarını roman ile ele alıp alışılmamış yöntemlerle tartışmaya açıyorsunuz. Genelde edebiyat, özel olarak da roman; iktisat ve siyasete ne verebilir?

Alışılmamış değil de, unutulmuş diyelim! Bu alandaki ilk öğretmenimiz (hâce-i evvelimiz) Ahmet Midhat Efendi, sadece bir iktisat ve siyaset risalesi değil, mükemmel bir medeniyet muhasebesi olan Ahmet Metin ve Şirzat başlıklı romanında (1891), muhayyel bir Selçuklu akıncısı olan Şirzat’ı Madam Neofari’ye anlatırken, romanın çağımızda sosyoloji ve tarihin yerini tuttuğunu dillendiriyordu: “Madam, Emile Zola’nın tabiî denilen romanları bu zamanlardaki Fransa ahvaline nasıl tamamı tamamına mutabık iseler, bu Şirzat romanı dahi o zamanın ahvaline öyle tamamen mutabıktır. Zola’nın hikâyelerini okuyanlar, şimdiki Fransa’yı, şimdiki Paris’i künh ve hakikati veçhile görmüş, anlamış olacakları gibi, Şirzat romanını okuyanlar dahi o asırların Türklerini, Araplarını, İtalyanlarını, Fransızlarını filanlarını âdeta içlerinde bulunarak görmüşler, öğrenmişler, anlamışlar gibi olacaklardır.”

Roman elbette tarihe, sosyoloji ve diğer sosyal bilimlere alternatif değildir. Ama onları tamamlayan, zenginleştiren, kanatlandıran bir mahiyeti vardır. Ben Ahmet Midhat’ın bu sözlerini okumadan Zola’yı okumuş ve aynı kanaate varmıştım. Roman Diliyle Siyaset, onun üç romanı etrafında dönüyor: Para, Tazı Payı ve Paris’in Midesi. Bunlar, 19. yüzyıl Fransız gerçekliğinin hikâyesi oldukları kadar, 20. yüzyıl Arap, Fars veya Türk gerçekliğinin de ön-tarihidirler. Daha önceki toplum ve ekonomi sistemlerinde esas mesele, geniş halk yığınlarının karnını doyurmaktı. Modern sistemdeyse asıl mesele, kapitalistlerin kasalarını doyurmaktır. İnsan doyar, sermaye doymaz!

Zola’nın roman kahramanları gerçekten Ahmet Midhat’ın belirttiği gibi “olayları adeta içlerinde bulunarak görmüş, öğrenmiş, anlamış” kişiler midir peki?

Zola’nın kahramanları bugün sayıları her ülkede milyonlara ulaşan, “iştahları kabarmış” spekülatörlerdir. Bu insanların piyasadaki davranışlarının marazî yönüne erken bir zamanda dikkat çeken Zola, 20. yüzyılın en büyük iktisatçısı olan Keynes’e “hayvan ruhlar” (animal spirits) kavramını ilham etmiş gibidir. Ticaret ve sanayi kapitalizmi evrelerinin girişimcisi rasyonel bir özneydi; hesabını kitabını bilir, yatırımlarının riskini inceden inceye hesaplar, kumar psikolojisiyle hareket etmezdi. Finansal kapitalizm evresinin girişimcisi ise, tıpkı Zola’nın Keynes’ten kırk yıl önce kurguladığı kahramanlar gibi, kontrolden çıkmış bir “hayvan herif”tir. Tazı Payı romanının Aristide Saccard’ı, giriştiği arsa spekülasyonları sonucunda topu atar ve daha başka skandallara yol açmaması için bakan kardeşi tarafından Paris dışında yaşamaya zorlanır. Bir nevi göz hapsindeyken bile boş durmaz ve “Fransa’ya hükmeden Yahudi finans gücüne karşı” Katolik dünyayı ayağa kaldıracak bir “ihlaslı finans kurumu” hülyası geliştirir. Bu dinci bankanın spekülatif yükseliş ve düşüşünün hikâyesi, Para romanının konusudur. Okursanız, olayların 1860’larda Paris’te değil de, 1990’larda İstanbul’da geçtiğini hissedersiniz.

Tarihçiler dünü, romancılar yarını anlatırlar. Zola’nın yazdıkları, 2000’lerin Amerika’sındaki eşikaltı teminat (subprime mortgage) krizini ve günümüz Türkiye’sindeki finansal dar boğazı 130 yıl öncesinden haber veriyor: “Büyük inşaat işleri birikmiş paraları tüketti. İşleri çok yolunda gibi gördüğünüz büyük kredi müesseselerine gelince, hele bir tanesi top atsın, göreceksiniz, hepsi nasıl sıraya dizilip tepetaklak gidecek.” Tazı Payı ve Para gibi romanlarda bina/emlak gibi gerçek işler aslında gerçekliği örtüyor; çünkü binalar gerçek de olsa “bina alışverişi” sanal bir oyuna dönüşüyor. Paris’i tam bir “hava oyunu sarhoşluğu” sarıyor. Baş aktörler, tahmin edilebileceği gibi, Yahudilerdir. Mesela, ünlü Rotschields’ten ilhamla kurgulanan bankerler kralı Gundermann, “sırları bilen, Tanrı’nın gök gürletmesi gibi, fiyatları dilediği gibi indirip çıkartan” bir oyuncudur. Rotschields sadece kendini temsil ediyordu; Gundermann ise Morgan’dan Soros’a, Jet Fadıl’dan Elon Musk’a kadar sayısız spekülatör ve manipülatörü.

Sosyoloji ve tarihten sonra, iktisadın da en iyi ifadesinin romanlarda bulunduğunu; iyi edebiyatın bütün bu alanları kuşattığını hissediyoruz, sizi dinlerken ve okurken. Buna rağmen, neden sosyal bilimcilerimiz edebi eserlere bu denli bigâne kalabiliyor?

Galiba en önemli etken, çoğu edib ve edebiyat araştırmacılarımızın da sosyal bilimlere bigâne kalıyor olmasıdır. Mesela Faust’u okumamış bir tane bile edebiyatçı ve toplum bilimciye rastlamadım. Ama Faust’un ikinci cildini okuyanı da görmedim! Çünkü ikinci cildi anlamak çok ciddi iktisat ve siyaset felsefesi gerektiriyor. Goethe, kapitalist modernliğin belki de ilk büyük kâşifi, burjuva medeniyetinin mahiyetine kâmilen akıl erdiren en büyük şair-iktisatçı-sosyologudur. Faust’un birinci cildinin meselesi, ruhunu Şeytan’a satan bireydir. İkinci ciltte ise, ruhunu şeytana satan devlet ile karşı karşıyayız.

“Ruhunu şeytana satan devlet…” Çok çarpıcı ve iddialı bir ifade. Kanıt istemek hakkımız sanki hocam…

Kanıt, cüzdanınızdaki kâğıt paradır! Faust’un ikinci cildinde bireyin fikrî ve manevî iflasından sistemin iflasına geçiyoruz. Maaşları ödenemeyen askerler isyandadır; saraydaki simyacılar da altın imal edememişlerdir. Mefisto ile çırağı Faust, ellerinde yazılı bir kâğıtla çıkagelir ve açmazdaki İmparator’a imzalatmak isterler. Aklı tam başında olmayan İmparator, çaresiz imzayı atar ve kâtipler sabahlara kadar bu belgenin kopyalarını çoğaltarak askerlere maaş yerine dağıtırlar. Onlar da çarşıda pazarda bu kâğıtları altın yerine kullanırlar. Peki, halk nasıl kabul ediyor bu kâğıt parçalarını? Çünkü üzerinde İmparator’un imzası var. Bu imza yer altındaki zenginlikleri temsil ediyor güya; potansiyel altın ve gümüş rehnedilmiştir. Ama aslında rehin gösterilen, yeraltı hazineleri değil, yerüstündeki halkın “gelecekte vergilenecek olan emeği”dir! Türkçesi, kâğıt para sayesinde, hükümdarın borcu, halkın borcu haline getiriliyor! Faust II’deki bu sahne 19. yüzyılın bütün iktisat kuramlarından ağır çeker. İktisat bu asra kadar bir “siyasî” iktisat, yani “siyasetin belirlediği iktisat” idi. Bundan sonra geçerli olan “iktisadî siyaset”tir diyor Goethe, belirleyici olan iktisat ve özellikle paradır. Kâğıt para!

Peki hocam, şimdiye kadar yayımladığınız “Roman Diliyle” İktisat, Siyaset, İş Hayatı ve Emperyalizm’den sonraki planınızı öğrenebilir miyiz?

Sırada Roman Diliyle Para ve Finans var. Kapitalizmin ve modern devletin kanı; kredidir. Para değil kredi, finans! Mark Twain, Cilalı Çağ romanında (1873) kredinin modern medeniyetin can suyu olduğunu söylüyordu: “Güzelim kredi. Modern toplumun temeli. Bu çağın; doğal güvenin, insanoğlunun vaatlerine sınırsız itimatın altın çağı olmadığını kim söyleyebilir?” İnsanoğlunun cilalı çağda hemcinslerine en büyük vaadi, cenneti yeryüzüne indirmekti. Kendisine itimat edilsin, yani kredi verilsin, yeterdi! Bütün modern devletlerin damarlarında kredi kanı akar. Kâğıt para ve tüm parasal enstrümanlar, yanlışlıkla servet sayılan borç biçimleridir.

Yanlışlıkla servet sayılan borç mu… Para bu mudur yani?

Evet, kâğıt para budur: Yanlışlıkla servet sayılan borç! Sokaktaki insan, devletinin malî gücüyle gurur duyar ama o servetin aslında (kendisinden ve başka ülke halklarından) alınan borç olduğunu bilmez. Eskiden, malî bakımdan sıkışan bir hükümdar ya vergileri artırır yahut da ‘banker/tefeci’lerden faizli borç alırdı. Şimdi sadece (kâğıt) para basması yetiyor. Modern para, devletin halka ihsanı değil, halkın devlete verdiği borç, yani (faizsiz) kredidir. Enflasyonun ana sebebi ise, (hesapsız para basan) borçlu devletin düzenbazlığıdır. Her modern devlet gerçekte beş parasızdır. Meteliğe kurşun sıkar. Alacaklılar kapıya dayandı mı, bu sefer kurşunu onlara sıkar!

Ve bu gerçekliği en iyi romancılar anlıyor ve anlatıyor, öyle mi?

Evet! Abarttığımın ben de, siz de farkındasınız. Bu denli abartmaktan kastım, büyük romancıların kehanet (ve hatta keramet) potansiyeline dikkatleri çekmek istememdir. Para/Kredi modern çağda sadece iktisatçı, girişimci ve devlet adamlarını değil, romancıları da nüfuz alanına sokmuştur. 18 ve 19. yüzyıl İngiliz romancıları borç ve kredi ile büyülenmiş gibiydiler. Daniel Defoe’dan başlayarak, Richardson, Fielding, Fanny Burney; 19. yüzyılda ise Dickens, Gaskell, Trollope ve George Eliot malî büyülenmenin ölümsüz tasvirlerini yaptılar. Amerika’nın onlardan geri kalmayan romancıları Melville, Henry James ve Mark Twain’dir. Stendhal, Balzac, Flaubert ve Zola ise bunların Fransız öncüleridir. Aslında roman da bir nevi kredidir; okuyucunun yazara itimadını gerektirir.

Roman yazma sürecinde kapitalist devlet ile kapitalsiz romancı karşı karşıya gelir. Kapitalist, sınırsız sermaye biriktirici yani bir akümülatör. Devlet ise onun kader yoldaşı, güçlü bir garantör. Bu ikisi “halka karşı suç ortaklığı” yaptıkları zaman Kapitalizm vücut bulabiliyor. İşte kredi bu sürecin yağı, suyu veya kanıdır. Kapitalsiz romancılar ise bir nevi intikam tugayıdır. Devlet ile Sermaye arasında tarumar olan halka, başlarına ne geldiğini mütemadiyen hatırlatır; demokrasi, liberalizm gibi parlak etiketlerle gözlerine çekilen perdeyi yırtıp atarlar. Mesela Melville, Moby Dick’te kapitalist sürecin büyük oyuncularını resmetmeye çalışır. Çokortaklı bir yatırım olan Pequod adlı balina gemisi, daha sonraları MNC (Multinational Corporation) adını alacak olan Amerikan çokuluslu şirketlerinin kurgusal modelidir; çılgın kaptan Ahab ise müstakbel Fortune 500 CEO’larının pîridir.

Öyle bir anlatıyorsunuz ki hocam, iktisat bilmeden şiir bile yazılamaz sanıyor insan… Baki, Nabi, Fuzuli gibi büyük şairlerimiz de iktisat biliyorlar mıydı acaba?

Kendi çağları için gerektiği kadar. Nabi’nin Hayriyye’sinde ileri derecede bir para ve iktisat bilinci vardır. Tabii bu şairlerimiz tarım toplumunda yaşıyorlardı. Şehirlerde bile ticaret, ekonominin daracık bir bölgesiydi. Finans ise çok sınırlıydı. Sanayi çağında onların yerini Namık Kemal, Tevfik Fikret gibi şairler aldı; finans çağında ise İkinci Yeni şairleri. Artık gazel/kaside tarzında veya halk ozanları gibi şiir yazan şairlerimiz var mı bugün? Yok ise, şiir öldü mü diyeceğiz? Şiir de, hikâye de ölmez, biçim değiştirirler. Ayrıca, edebî kavram ve temalar, başta iktisat olmak üzere bütün toplum bilimlerine sinmiştir bugün. Mesela küresel finans krizinin zirveye ulaştığı 2008 yılı ortalarında, finans kapitalizminin biraz aklı, biraz da vicdanı rolündeki The Economist dergisi şöyle çarpıcı bir başlıkla çıkmıştı: “Paradise Lost.” Hangi cennetti kaybolan, kimlerin cennetiydi?

Başyazıda, İsviçre’nin ve dünyanın en büyük bankalarından biri olan Credit Suisse’in baş risk yöneticisi Wilson Ervin, fırtınanın yaklaşmakta olduğunu 2006’da hissettiğini söylüyordu. “Aziz Paul’ün Şam yolundaki durumuna benzemiyordu bu.” Dikkat ediyor musunuz; ekonomi dergisinin başyazısının daha ilk paragrafında Milton’ın Kaybolan Cennet’inden (1667) İncil’e, edebiyattan ilahiyata geçiyoruz. Credit Suisse’in ticaret şubesinden gelen veriler “subprime piyasasında şartların kötüleşmekte olduğunu” gösteriyormuş, bunun üzerine banka “kredi musluğunu kısmayı” kararlaştırmış(mış). (The Economist, 15 Mayıs 2008.) Subprime mortgage, dilimize “eşikaltı rehinli satış” diye çevriliyor. Eşikaltından kasıt, borçlanan kişinin geri ödeme hususunda sabıkalı oluşudur. Geçmişte sözüne pek sadık kalmadığı için, bu sefer kendisine kredi verildiğinde “risk primi” elbette daha yüksek olacaktır. Özet: Yeni kapitalizm sadakatsizleri dışlamıyor; maliyetlerini yükselterek daha yaratıcı olmaya zorluyor! Roman için bundan daha verimli bir ortam olabilir mi?

Durum daha da karıştı sanki hocam. Yeni iktisadî gerçekliğin edebi (ve dini) kavramlar kullanılmadan dile getirilemediğini mi anlatmak istiyorsunuz?

Evet! İktisatla edebiyatın bu kadar iç içe geçtiği bir çağ olmamıştı hiç! Sadece iktisatla edebiyatı değil; bunlarla tarih, sosyoloji ve antropolojiyi de harmanlamadan yeni gerçekliklere akıl erdiremeyiz artık. Çağdaşlarımız arasında bu harmanlamayı en iyi yapanlardan biri olan Arjun Appadurai, son eserine şu çarpıcı cümleyle başlıyor: “Amerikan finansal sisteminde 2007-2008 yıllarındaki çöküş esas olarak bir dil sektesidir!” Tuhaf değil mi? İktisadî krizin sebebi meğer bir dil krizi imiş! Ivan Ascher daha ileri gidiyor; “İktisadî kriz yok aslında, finans krizi var!” diyor. Çünkü üretim toplumu olmaktan çıkıp, aç göz bir portföy toplumu hâline geldik. Appadurai, “dilin piyasadaki yeni rolü”nün, açgözlülük zaafımızın gerçekleşme şartı olduğunu söylüyor. Hülasa; iktisatçı, sosyolog ve antropologlarımız artık Zola gibi “roman diliyle” konuşuyorlar! “Roman Diliyle” dizisi de bu ihtiyaçtan doğmuş oldu.

Peki, son olarak “dilin piyasadaki yeni rolünü” en iyi yansıtan çağımızın Zola’sı kim diye sorsak size…

Don DeLillo, elbette. Kozmopolis romanını 2003 yılında yayımladı, yani büyük krizden 4-5 yıl önce. Romanda, şirketini yüz milyonlarca dolar borca sokup “boşluğa oynayan” 28 yaşındaki Eric’in ayağı neredeyse hiç yere değmez. Ayağı da, aklı da havadadır. İşyeri, sürekli hareket halindeki bir lüks arabadır. Tasvir o kadar canlıdır ki, Recaizâde Ekrem’in Araba Sevdası’nda nasıl araba Bihruz Bey dâhil bütün kahramanları gölgede bırakıyorsa, burada da limuzin bakanları, genel müdürleri, hatta teröristleri yan ürünlere dönüştürüyor. Eric ile şirketin “döviz kurları analisti” Michael Chin boyuna konuşup, karar üstüne karar veriyorlar. Her şeyin gayet akılcı, hesaba kitaba uygun geliştiğini sanıyorsunuz. Oysa Uzman Chin’in ikide bir içerleyerek cep bilgisayarına girip, ardından sisteme yükledikleri, rasyonel hesapların sonuçları değil; yönetici konumundaki bir “hayvan ruh”un, spekülatör Eric’in irrasyonel kararlarıdır hep. Bir ara Eric’in bakışları Chin’in yüzünden, bilgisayar ekranında ters yönde akan rakamlara kayıyor. Rakamların “kuş kanadı, deniz kabuğu gibi canlı şekiller oluşturarak oynaşmasını” izliyor. Bir uzay boşluğunda yüzüyor gibidir. “Sayıların ve grafiklerin kabına sığmayan insan enerjisinin, her çeşit özlemin ve gece yarılarına dek ter dökmelerin malî piyasalarda apaçık birimlere indirgenmiş duygusuz kısaltmaları olduğunu ileri sürmek ne kadar da sığ bir düşünceydi. Aslına bakılırsa, verilerin ruhu vardı ve ışıl ışıldılar, yaşam sürecinin dinamik yüzleriydi onlar.” Özet: Finansal kapitalizmde bizi “ruhu olan” rakamlar güdüyor. Bu ortamda “gerçeği” en iyi gören ve anlamlandırabilenler gene romancılardır.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım