İslam, farklı ırklar ve milletler arasındaki ilişkilere nasıl yaklaşır?

Mesut Karaşahan.
Mesut Karaşahan.

Mesut Karaşahan ile sömürgecilik ve kapitalizmin ırkçılık üzerindeki etkilerini ve modern dünyada ırkçılığın nasıl bir yol izlediğini konuştuk.

Irkçılığın doğuşunun ardındaki sosyo-kültürel ve ekonomik nedenler nelerdir?

Irkçılık, en yalın biçimde, insanların ten rengi ve etnik kökeni nedeniyle ayrımcılığa maruz bırakılması olarak tanımlanabilir. Tarihte genellikle köleleştirilen kesimlerle ilgili aşağılayıcı, küçümseyici, dışlayıcı bir bakış açısının geliştirildiğini görüyoruz. Yani emeği sömürülen insanlarla ilgili, “bunu zaten hak eden bir tipolojiye sahiptiler”, şeklinde bir meşrulaştırma çabası söz konusu.

Irkçı düşüncenin gelişiminde mutlaka ekonomik saikler etkili olmadı. Bazen seçkinlerin itibar arayışı, kendini üstün görme / gösterme tutkusu böyle bir davranışa sevk etti. “Öteki”ni aşağıda tutarak kendini yükseltme çabası, gayriinsani ve gayriahlâki eylemlere neden oldu. Tanrı vergisi vasıflardan dolayı kibirlenen, böbürlenen, üstünlük taslayan, kendi yüksek egosuna hizmet etmeyenleri hakir gören kişinin ideolojisidir ırkçılık. Tıpkı Şeytan’ın Adem’e secde etmemesinde olduğu gibi. Ne demişti Şeytan? “Ben ateşten yaratıldım, Âdem ise çamurdan… Öyleyse ben üstünüm. Niye secde edeyim ki?” Irkçılık şeytani bir ideolojidir.

Sömürgecilik öncesi dünyada ırkçılık hangi düzeyde ve hangi boyutlarda yaşanmıştır?

Afrikalıların ten rengi siyahtı, beyaz olarak dünyaya gelenlerin elinde büyük mağduriyetler yaşadılar. Köleleştirmeye ve ırkçılığa çoğu zaman eş zamanlı olarak maruz kaldılar. Onları köle durumuna düşürmeyikolaylaştıran stereotipleştirme biçimlerinde hep zekâ bakımından daha aşağı, medeniyetten uzak, fiziki bakımdan çirkin ve çarpık, cinselliği dizginlenemeyen, müzik ve alkollü içkiden kolayca etkilenen varlıklar olarak tasvir edildiler. Bunun örnekleri sadece Avrupa sömürgelerinde değil, daha eski zamanlarda Doğu toplumlarında dahi görülebilir.

Eski Mısır’dan günümüze ulaşan tasvirlerde siyahilerle ilgili genellikle olumsuz stereotipleştirme konusudur. Bununla beraber siyahilerin sistemli biçimde ırkçı saldırıya hedef olduğunu söylemek zordur. Bir tasvirde M.Ö. 14. yüzyılda Mısır Kraliçesi Nefertiti’nin tahtının çevresinde Anadolu’dan getirilen beyaz ırktan veya “sarışın” esirlerle birlikte zincire vurulmuş Afrikalı siyahilere yer verilir. Yine Mısır’da bulunan bir mezar kitabesinde köle sahibi, siyahi kölesini ölçülü dizelerden oluşan bir şiirle övmektedir. Köle sahibi şöyle der: “Zencinin derisindeki siyahilik, güneş ışıklarından kaynaklanır; fakat ruhu, beyaz çiçeklerle donatılmıştır.” Roma’daki kölelerin etnik kökeni de daima büyük bir çeşitlilik gösterdi. Siyahi Afrikalıların yanı sıra Kuzey Afrikalılar, Trakyalılar, Cermen kökenliler büyük kalabalıklar halinde köleleştirildi. Bu durum, siyahileri ırkçılığa maruz kalmaktan belli ölçüde korumuş olmalıdır.

Eski Doğu toplumlarında köleliğin ırkçı ideolojiyle meşrulaştırılması biçiminde vakalar yaşanmış mıdır?

Bu bakımdan ilginç anekdotlar Çin tarihinde görülür. Çin metinlerinde Afrikalı siyahi köleler sık sık “şeytan” (guinu) ve “vahşi” diye nitelenir. Orta Çağ’da Çinli yazarlar Afrikalı köleleri tarif ederken hayvanları tasvir etmede kullanılan kelime dağarcığına başvururlar. Song hanedanı yazarı Zhu Yu, 12. yüzyıl başlarında yazdığı kitabında siyahi köleleri şöyle tarif eder: “Guanco’daki varlıklı ailelerin pekçoğu ‘şeytan köleler’ beslemektedir. Bunlar kesinlikle güçlü yapılıdır ve çok ağır yükleri taşıyabilir. Dilleri ve dış görünüşleri bizimkiyle aynı değildir; (fakat) mizaçları dürüsttür ve firar etmeye kalkışmazlar. Renkleri, mürekkep gibi siyahtır. Dudakları kırmızı, dişleri beyaz, saçları kıvırcık ve sarımtraktır. Kadın ve erkek cinsleri bulunur. Denizin ötesindeki dağlarda doğmuşlardır. Pişmemiş yiyecekler yerler. Tutsak alındıkları zaman pişmiş gıdalarla beslenirler ki, ishal olmalarına yol açar. Bu yüzden bazıları hastalanır ve ölür. Ölmeyenler evcilleştirilebilir. Uzun süre evcilleştirilmiş olarak tutulabilenler, insan dilini anlayabilirler; gerçi bu dili kendi başlarına konuşamazlar.” Görüldüğü üzere Avrupalılardan çok önce siyahileri insan-altı bir kategoriye yerleştirenler, Çinliler olmuş.

Daha yakınlara gelelim, mesela eski İran edebiyatında siyahi / Afrikalı olanın kötü ve aşağı olduğu tezine rastlama mümkündür. 11. yüzyılda Firdevsî, Şâhnâme’sinde, 13. yüzyılda Sa’dî-i Şîrâzî, Bostan adlı eserinde Zenci’yi karanlık ve meşum bir varlık olarak tasvir eder. İlginçtir, İran edebiyatında olumsuz stereotipler ve önyargılar özellikle siyahileri hedef alır; köleleştirilen diğer halklara aynı derecede olumsuz vasıflar atfedilmez. Bu durum, köleliği meşrulaştırma gayesinden ziyade İran toplumundaki ten rengi hassasiyetinin bir sonucu gibi durmaktadır.

Geleneğimizin öğretilerine göre, tüm insanların eşitliği nasıl vurgulanır? İslam, farklı ırklar ve milletler arasındaki ilişkilere nasıl yaklaşır?

İslam, insanoğlunu Allah dışındaki soyut veya somut varlıklara kul köle olmaktan kurtarmak, yeryüzünde saygın ve şerefli bir konuma kavuşturmak iddiasındadır. Toplumsal yapıda ezilen kesimlerin mağduriyetini gidermek, gaspedilen haklarını iade etmek ve onları insana yakışır, nezih bir yaşam seviyesine yükseltmek, İslam öğretisinin temel hedefleri arasında. Kur’an, İsra suresinin 70. ayetinde Âdemoğullarının Allah tarafından değerli ve üstün varlıklar olarak yaratıldığını belirtir. Rum suresinin 22. ayetine göre “dillerimizin ve renklerimizin farklı olması Allah’ın ayetlerindendir.” Hucurât suresinin 13. ayeti “birbirinizi tanıyasınız diye sizi kavimler ve kabileler haline getirdik.” diyor (Övünesiniz diye değil, birbirinizi tanıyasınız diye!). Ayetin devamı ise şöyle: “Allah katında en üstününüz, takvaca en ileride olanınızdır.”

Hz. Muhammed (S.A.V.), zengin ve beyaz Arap seçkinleriyle köle kökenli siyahileri namazda aynı safta yan yana dizerek büyük bir mesaj verdi. Irkçılık konusunda bir endişe taşıyor olmalı ki, Veda Hutbesi’nde Müslümanları uyarma ihtiyacı hissetti. Şöyle dedi: “Arap'ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap'a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takvâ iledir.” O’nun önderliğinde Habeşli siyahi köle Bilâl, ırkçı Mekke aristokrasisinin elinden kurtarılarak ilk İslam cemaatinin müezzini yapıldı. Meşhur hadislerden biri şöyledir: “Kabilevî asabiyetle ortaya atılan kişi bizden değildir; kabilevî asabiyet yüzünden kavgaya giren bizden değildir; kabilevî asabiyet yüzünden ölen bizden değildir.”

Hz. Ali’nin, Mısır'a vali tayin ettiği Malik b. Eşter’e mektubunu da hatırlamak lazım. Şöyle demişti: “Halka karşı merhametli olmayı, sevgi ve iyilikte bulunmayı kendine şiar edin. Kesinlikle onların malını ganimet bilen yırtıcı bir canavar olma. O insanlar iki sınıftır: Birincisi, dinde kardeşin, ikincisi ise yaratılışta senin eşindir.” Bu örnekliğe ve gelinen yüksek seviyeye rağmen Emevi döneminde mevâli ayrımcılığı, Abbasiler döneminde Afrikalı köle furyası ve büyük Zenci İsyanı hakikaten üzücü, çok düşündürücü gelişmeler. Âdeta Câhiliye döneminin önyargıları, kibirli bakış açısı, itibar ve gösteriş arayışı hortladı. Irkçılık, kutsalı tanımayanların ideolojisidir.

Sömürgecilik, kapitalizm ve liberalizmin ırkçılığın yayılmasındaki rolü nedir? Dünyada sistemler ırkçılığı nasıl beslemiştir?

Irkçılık, mantıki sonuçlarına sömürgecilik çağında ulaştı. Sömürgecilikle beraber korkunç suretlere büründü. Tam da bu aşamada İspanya’da ilginç olaylar yaşandı. İspanyollar, sömürgelerdeki insan kıyımını ırkçı bir ideolojiyle destekleme konusunda -tabiri caizse- daha donanımlıydı. 1492’de Endülüs’ü ele geçirdikten sonra Müslüman ve Yahudileri zorla Hıristiyanlaştırma politikasını tatbike koydular. Bu “Yeni Hıristiyanlar” sosyal ve siyasal hayatta etkin olmasın diye “kanın temizliği” kavramını geliştirdiler. İspanyolca ifadesiyle “limpieza de sangre”… Bu kavram, ancak “Eski Hristiyanların kanının temiz olabileceği tezine dayanıyordu. Yani ataları arasında Müslüman, Berberi, Arap veya Yahudi bulunan kişilerin kanı temiz sayılmayacak ve dolayısıyla özbeöz Katolik Hıristiyanlarla eşit haklara sahip olamayacaktı. Dini, askeri, mesleki kurum ve kuruluşlar, görev almak isteyenlerden “kanın temizliği” belgesi talep etti. Engizisyon marifetiyle kılı kırk yararcasına araştırmalar yapıldı, kimin “safkan” İspanyol olup olmadığına karar verildi.

Afrikalıları köleleştirme ve transatlantik tehcir faaliyetleri hızlandıkça, Afrikalı emeğininin sömürüsü şiddetlendikçe, Yeni Dünya’nın şehir ve kasabalarında siyahi ve melez varlığı büyüdükçe, köleler azatlılara dönüştükçe ırkçı uygulamalar yeni boyutlara evrildi. Avrupalılara / beyazlara ait ayrıcalıkları korumak adına siyahilere ve melezlere sosyal ve siyasi hayatta, ekonomi ve ticaret hayatında ileri kısıtlamalar getirildi. Sadece kölelere değil, azat edilmiş, hür kişi statüsü kazanmış kişilere de. ABD’de kölelik kaldırıldıktan sonra siyahileri beyazlara ait kamusal alandan uzak tutmak için, köleliğe benzer şartları devam ettirmek için Ku Klux Klan örgütü kuruldu. Merkantilist politikaların, sermaye biriktirme yarışının kurbanları için bir vicdani kıpırtı oluşmasın diye tedavüle sokulmuş ideolojidir ırkçılık. Irkçılık, ekonomik sömürünün idelojisidir.

Modern dünyada ırkçılık hangi yollarla devam ettiriliyor ve bu konuda hangi örnekler öne çıkıyor?

20. yüzyılın ilk yarısında Nazi Almanya’sında, ikinci yarısında ABD ve Güney Afrika’da ırkçı rejimler insanlık dışı uygulamalara kapı araladı. Güney Afrika’da apartheid denilen ırk ayrımcılığı Hollanda kökenli beyazların iktidarında çılgın projeler şeklinde tatbike kondu. Şehirler yeniden tasarlandı, insanlar göçe zorlandı, itiraz edenler katledildi. Yerli halk, kendi kasaba ve şehirlerine pasaport ve vize alarak seyahat edebildi. Ucuz iş gücü havuzu oluşturdular, Johannesburg ve Cape Town’ın kenar mahallelerinde “insan çöplüğü” denilen korkunç yerler ortaya çıktı. Beyazlara ve siyahilere hizmet etmek üzere ayrı üstgeçitler, altgeçitler, asansörler, postahane gişeleri, telefon kulübeleri, taksiler, parklar, kaldırımlar, plajlar tahsis edildi. Hep Avrupalı olanı muhafaza etmek adına… Apartheid sistemi 1990’ların başında çöktü. Biyolojik niteliklere dayalı ırkçılık önemini yitirirken kültürel ırkçılık tartışmaları başladı. Kültürel ırkçılık, yani Avrupa kültürünün başka kültürlere üstün olduğu tezi… Bugün İslamofobi vakaları kültürel ırkçılık bakımdan incelenmelidir.

Diğer taraftan ABD’de Barack Obama’nın devlet başkanlığı döneminde kolluk kuvvetlerinin başlattığı “siyahi avı”, yargısız infazlar şeklinde devam ediyor. Spor dünyasından her geçen gün yeni bir ırkçılık vakası haber konusu oluyor. Stadyumlarda oyunculara yönelik ırkçı tezahüratlar önlenemiyor. Modern ulus-devlet, ırkçılıktan vazgeçemez; zor zamanlar için nihai sığınak gibidir. Almanyada Neo-Naziler yedekte bekletilen paramiliter kuvvet gibidir. Bu yüzden yabancıları hedef alan terör eylemleri doğru dürüst soruşturma konusu yapılmaz.

Türkiye tarihinde ırkçı hareketlerin varlığından söz edilebilir mi? Bu bakımdan önemli dönüm noktaları ve olaylar nelerdir?

Bizim tarihimizde Batı’daki ırkçı hareketlerin bir benzeri görülmez. Osmanlı tebaasının gayrimüslim unsurlarına dair isyan ve kıtal günlerinden kalma bazı olumsuz nitelemeler dilimize yer etmiş olabilir. İmparatorluğun son yıllarında İttihad ve Terakki iktidarı devlet okullarında eğitim dilini Türkçe yapma girişiminde bulundu. Bu yöndeki Türkçü politikalar hiçbir surette ırkçılık boyutuna bürünmemiştir. Tek Parti döneminde ve 12 Eylül 1980 askeri darbe döneminde Kürtçe konusunda getirilen yasaklar, dindar kesimlerin çocuklarına sahâbî adı vermesinin fiilen yasaklanması gibi uygulamalar, eski Bulgaristan komünist rejiminin Türk azınlığa yönelik ırkçı ve asimilasyoncu politikalarıyla karşılaştırılabilir.

Son 10 yıl zarfında özellikle Suriyeli sığınmacılar bağlamında ciddi bir zihinsel kayma yaşandı. Suriyelilerin misafir edilmesi konusunda bu toplum maalesef iyi bir sınav vermedi. Otobüste, metroda çocuklu kadınlar saldırıya uğradı. CHP’li belediyeler Suriyelileri uzaklaştırmak için bazen su faturasını fahiş fiyattan belirledi, bazen nikah bedelini normalden 25 kat daha fazla almaya kalkıştı. Seçimlerde bu tarz ırkçı vaatlerin oy toplaması endişe verici bir durum.

Türkiye’de sekülerleşmeye paralel biçimde ırkçı, ayrımcı, dışlayıcı bir “ethos”un geliştiği görülüyor. Bunun adını koyalım: Göçmen veya sığınmacı düşmanlığı buz gibi ırkçılıktır. Almanya'da Neo-Naziler yaptığında ırkçılık oluyor, bizde yapıldığında niçin normal bir davranış sayılsın?! Biz o kadar “necip” bir milletiz ki yaptığımız her şey Tanrı katında doğru ve meşru addedilecek, öyle mi?! İşte bu, hastalıklı bir zihniyettir. Bu zihniyet, kendi insanlık dışı icraatını meşrulaştırmak için hiçbir dini veya siyasi temel metne, referansa, insancıl hukuk ilkesine, uluslararası sözleşme veya bildirgeye dayanma ihtiyacı duymaz. Resmî ideoloji, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bakışını ülke ile sınırlandırdı; ufkunu daralttı. Yüce idealleri veya hedefleri olmayan, duyarsız, ilgisiz kuşaklar yetiştirildi. “100 yılda bilmem kaç milyon ırkçı yarattık her yaştan” diye mi övünecekler?

Irkçı politikalara yaslanan sistemlerde alttan alta işleyen belli bir materyalizm hakimdir. Bu durum, ister istemez egoların, çıkarların çatıştığı bir ortama sürükler toplumları; tabiri caizse bir tür toplumsal bencillik gelişir; fedakârlık, diğerkâmlık, paylaşma gibi erdemler buharlaşır. Suriyeli sığınmacı ile ekmeğini bölüşmemek temel insani hasletlerden uzaklaşıldığının bir göstergesidir. Irkçılık, paylaşmayı bilmeyenlerin ideolojisidir.

Öyleyse paylaşmayı bilen nesiller yetiştirmeli, ulus-devletin muhayyilemize vurduğu prangalardan kurtulmalıyız ve bir yandan da toplumun alt katmalarında en savunmasız gruplara kalkan olacak kanunlar çıkarılmalıyız, eğer ırkçılık belasını defetmek istiyorsak.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım