Dua, edebiyat ve iş hayatı
Eski işlerde nitelik ağır basarken, modern işler niceliğe mahkum oluyor. Eskiden “sanatçı” hiçbir ayırım gözetmeden her hangi bir sanat veya meslekle uğraşan insan iken; bugün sanat ile iş hayatını ayırıyor; sanatçıları daha ince işlerle meşgul bir topluluk sayıyoruz. Onlara ince diyorsak, kendimiz kaba ya da kalın mıyız?
Modernlik, sürekli ileriye; gelenekçilik ise çoğunlukla geriye bakmaktır. Modern insan, yeninin iyi olduğuna inanır. Yeninin her zaman iyi olmayabileceğini düşünen gelenekçi insan ise, iz peşindedir. Gustav Mahler, geleneğin küllere tapınmak değil, ateşi harlamak olduğunu söylerdi. (1) İsmet Özel, büyük bestekarın hissiyatını ateşten kelimelere döküyor:
Eskiler iz sürerdi. Biz muttasıl arıyoruz yeni insanlar. (2)
Şiirle yağmur duası
Hiç yağmur duasına çıkmadım! Oysa gençlik yıllarımızda Sezai Karakoç’un büyük aşk şiiri dilimizden düşmezdi:
Ben geldim geleli açmadı gökler Ya ben bulutları anlamıyorum Ya bulutlar benden bir şeyler bekler Hayat bir ölümdür aşk bir uçurum Ben geldim geleli açmadı gökler.
Ölüm ve uçurum kelimeleri dizlerimizin bağını çözüyor; inançlı şair, kaldırımları arşınlayan biz acemi aşıklara yağmur duasına çıkmamızı öğütlüyordu:
Yağmur duasına çıksaydık dostlar Bulutlar yarılır gökler açardı Şimdi ne imkan ne ihtimal var Göğe hükmetmekten kolay ne vardı Yağmur duasına çıksaydık dostlar!
Bugün küresel ısınmaya rağmen hiç yağmur duasına çıkmadığımız için, her şeyi meteorologların nicel hesaplarına havale ediyor, niteliğin egemenliğine kapılarımızı bütünüyle kapatıyoruz. Bu tutum sadece özel hayatımızı değil, iş hayatımızı da dönüştürüyor. Eski işlerde nitelik ağır basarken, modern işler niceliğe mahkum oluyor. Eskiden “sanatçı” hiçbir ayırım gözetmeden her hangi bir sanat veya meslekle uğraşan insan iken; bugün sanat ile iş hayatını ayırıyor; sanatçıları daha ince işlerle meşgul bir topluluk sayıyoruz. Onlara ince diyorsak, kendimiz kaba ya da kalın mıyız? Ne ilerleme, ne ilerleme!
Pamukla söyleşen usta
- İş hayatında “niteliğin egemenliği” ne demek olabilir? Bunu ancak hikaye ve romanlardan hareketle anlayabiliriz artık. Mustafa Kutlu’nun kırkını devirmek üzere olan “Red Cephesi” başlıklı hikayesinde, yorgancı Hafız Yaşar ile yorgan yapmak için kullandığı pamuk arasına “kâr/zarar endişesinden daha fazla şeyler” giriyordu! Bu inceliğin, niteliğin egemenliğine giden bir yol olabileceğini hissediyorduk. Acaba pamuk Hafız Efendi'ye hâl tercümesini nasıl anlatacak, ustamız onunla hangi dilden konuşacaktı? Buyurun, okuyalım birlikte:
“(Pamuğu) incitmekten korka korka okşuyorum. Sevildiğini anlıyor, gözlerinin içi gülüyor. Daha birkaç gün birlikteyiz. Ona şimdiden müjdeli haberi verebilirim. Bak, diyorum. Bu yorgan Zeynep kızın çeyizine dikiliyor. Tanıdın değil mi Zeynebi? Hani geçende annesi ile geldilerdi. Ha, diyor, yanakları pençe, pençe kızarık taze değil mi? Evet, diyorum, o işte. Güzel, alımlı, temiz, tertipli bir kız. Seni yüklüklerde lavanta kokularına boğar, her bahar güneşe çıkarır, tasalanma. Yok, diyor, ne tasası. Ömür kısa, yol uzun. Nasılsa sonunda yine buluşacağız. Nasıl? Eh, diyor. Her pamuk yorganın da kendine göre bir ömrü var. Sen de dünyaya kazık kakacak değilsin, günün birinde seni de kefenleyip gömecekler. O zaman buluşuruz.”(3)
Joseph Roth’un “Livyatan” başlıklı hikayesinin mercan tüccarı kahramanı Pikzenik de “mercan taşlarına içten bir şefkat” duyuyordu. Ona göre mercanlar “kesilip biçildikten, işlenip cinslerine göre ayrılarak iplere dizildikten sonra bile yaşıyorlardı.” Okuma yazması olmadığı halde, özgün bir teori geliştirmişti: “Mercanlar, köpekbalıklarına yem olmamak için adeta kurnazca bir mütevazılıkla ağaç ve bitki rolü oynayan deniz hayvanlarıydı.” (4)
Bir de Alphonse Daudet’nin değirmenine aşık Cornille Usta’sı vardı, değil mi? Buharla çalışan ucuzcu un fabrikaları su değirmenlerinin pabucunu dama atınca, bir çoğu kapanmış, ustamız da müşterisiz kalmıştı. Bir süre “ihracata çalışıyorum” numarası yaparak, değirmenine çuval çuval toz toprak taşıyıp görünüşü kurtarsa da, büyük sırrı anlaşılınca bir çocuk gibi ağlamaya başlamıştı. “Vay halime! diyordu yaşlı adam. Değirmenin onuru lekelendi.” Köylüler onu sevindirmek için buğday çuvallarıyla sıraya girdiklerinde, hemen iş başı yapmaya, nicedir aç kalmış bebeğini doyurmaya koşuyordu: “Düşünsenize! Ne kadar zamandır ağzına bir lokma girmedi!” (5)
Duaya kapanan kapı, trajediye açılır
- Elbise duası, Hafız Yaşar’ın pamuğa, Pikzenik ustanın mercan taşlarına, Cornille ustanın da acıkmış değirmenine gösterdiği şefkatin giysilerimize gösterilmesidir. Yağmur duasına küçümseme ve şaşkınlıkla yaklaşanlar, elbise duası karşısında hangi duygulara kapılırlar, bilemem. Bildiğim, duaya kapanan hayatın, trajediye açıldığıdır.
Elbise duasına dair bir Nebevi örnekle yetineyim: “Ebû Saîd (ra) dedi ki: Peygamber (sav) elbisesini yenilediği zaman, ister gömlek veya kaftan, ister sarık olsun, önce ismini söyler ve sonra şöyle dua ederdi: Allahım! Hamd sana mahsustur. Bunu bana sen giydirdin. Onun hayrını ve ne için yapılmış ise onun da hayrını senden niyaz ederim. Onun şerrinden ve ne için yapılmış ise onun da şerrinden sana sığınırım." (6) Trajik bir hayat süren modern insana, giydiği elbisenin "hayır ve şerrinden” söz etmek, deveyi iğnenin deliğinden geçirmekten daha zor olsa gerek. Yine de sanatın kıvılcımlar saçan gücü zaman zaman ona bir şeyler hatırlatabiliyor. Rainer Maria Rilke, 1910 yılında yazdığı Malte Laurids Brigge'nin Notları'nda, giyilen elbisenin insan şahsiyeti üzerindeki etkisini büyük bir belagatle dile getiriyordu: “Bu elbiselerden birini sırtıma geçirir geçirmez o elbisenin hükmü altına girdiğimi itiraf etmek zorundayım; o elbise benim hareketlerimi, yüzümün ifadesini, evet hatta ilhamlarımı belirliyordu; üzerine tentene kol kapakları düşüp duran elim, benim her zamanki elim değildi asla; elim, bir aktör gibi kımıldıyordu, evet, ne kadar abartılmış gözükürse gözüksün, elim kendini seyrediyordu diyebilirim.”
Sonra maskeli bir elbise giyen Rilke, aynaya doğru sürüklenir. “Alabildiğine büyüyen bir bunalışla kendimi bu kıyafetten sıyırmaya çabaladığım sırada ayna, bilmiyorum neyle, beni, başımı kaldırıp bakmaya zorluyor ve bana bir hayal, hayır, hayır, bir gerçek, yabancı, kavranması imkânsız, anormal bir gerçek dikte ediyordu; istemediğim halde bu gerçek iliklerime işledi; çünkü şimdi o kuvvetliydi, bense ayna olmuştum. Karşımdaki bu büyük, korkunç Bilinmeyen'e gözlerimi dikmiş bakıyordum; onunla yapayalnız bulunmak, bana müthiş görünüyordu. Ama bunu düşündüğüm dakikada en olmayacak şey oldu: bütün anlamımı kaybetmiş, yok olmuştum. Bir an, kendime, tarif edilmez, umutsuz ve boş bir özlem duydum.” (7)
Takva ile moda arasında
Giyilen elbisenin insana kendi anlamını kaybettirmesi ne müthiş bir tecrübedir! Buna karşılık, libas (elbise) kelimesinin Arapça’da "korunak” anlamına gelmesi de çok manidardır. Libas ile takva arasında doğrudan bağlantı vardır ve A'raf Sûresi'nin 26. ayetinde şöyle buyurulmaktadır: “Ey Ademoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Hayırlı olan, takva elbisesidir. İşte bu(nlar), Allah'ın âyetlerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar.”
Fatma Barbarosoğlu, Moda ve Zihniyet başlıklı çalışmasında, kıyafetin “sahip olunan dünya görüşünün aynası” olduğunu söylüyor. Modacılar bir kıyafeti hazırlarken, kıyafetin sunduğu imajın mevcut dünya görüşüne denk düşmesine dikkat ettikleri gibi, geliştirdikleri modalarla yeni dünya görüşlerinin oluşmasını da sağlıyorlar. “Doğu dünyası, kıyafetiyle göze çarpmamayı, mevcut güzelliğini yabancı bakışlardan gizlemeyi gaye edinirken; Batı dünyası için giyinmek, güzelliğin daha belirgin hale getirilerek teşhir edilmesidir." (8)
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde Barbarosoğlu’nu teyit eden ve Rilke’yi hayran bırakacak bir tahlil ve terkip gücü gösteriyordu: “Yeni bir elbise giyen adam az çok benliğinin dışına çıkmışa benzer: Kendinden uzaklaşmak, ona bir değişikliğin arkasından bakmak ihtiyacı, yahut Ben artık bir başkasıyım! diyebilmek saadeti... (Halit Ayarcı'nın hediye ettiği elbiseyi) sırtıma daha ilk geçirdiğim günde bütün varlığımın değiştiğini gördüm. Birden bire ufkum, görüş zaviyem genişledi. Hayatı onun gibi bir bütün olarak mütalaaya alıştım... Sanki bu elbise değil bir büyü idi.” (9)
Dua, bu büyünün hayrından yararlanmak ve şerrinden de korunmak üzere, Yüce Yaratıcıya el açmaktır. Tüm bu anlattıklarımızı “beyhude bir nostalji” olarak da okuyabiliriz, “insanlığın yeniden dirilişi için kritik edebi tutamaklar” olarak da. Ben ikincisine inanmak istiyorum. Uçurumdan yuvarlandığını hisseden bir iktisatçının baş dönmesidir bu, belki de!
1.Jaume Aurel: What is a Classic in History?, Cambridge: Cambridge University Press, 2024, s. 1.
2.İsmet Özel: Bir Yusuf Masalı, İstanbul: Şule, 2000.
3.Mustafa Kutlu: Bu Böyledir, Istanbul: Dergâh, 1988, s. 37.
4.Joseph Roth: Toplu Hikayeler, İstanbul: Alfa, 2019, s. 364-5.
5.Alphonse Daudet: Değirmenimden Mektuplar, İstanbul: Alfa, 2019, s. 25.
6.Ebu Nuaym El İsbehani: Hz. Peygamber'in Edeb ve Ahlâkı, İstanbul: İz, 1995, s.100.
7.Rainer Maria Rilke: Malte Laurids Brigge'nin Notları, Istanbul: Adam, 1982.
8.Fatma K. Barbarosoğlu: Moda ve Zihniyet, İstanbul: İz,1995.
9.Ahmet Hamdi Tanpınar: Saatleri Ayarlama Enstitüsü, İstanbul: Dergah, 2015.