Bitmeyen hükümet sistemi tartışmalarında başkanlık sistemine doğru
Günümüzde gerek ulusal, gerekse uluslararası politikada yaşanan baş döndürücü gelişmeler, icra organının proaktif biçimde karar verme zorunluluğunu gündeme getiriyor. Rutin siyasi ve bürokratik usullerin yönetim süreçlerini aksattığı nedeniyle, ancak başkanlık sisteminde süreçlerin hızlı işleyeceği konuşuluyor. Başkanlık sisteminin gündeme getirilmesinin önemli nedenlerinden biri budur.
Türkiye’nin aktüel siyasi tartışmaları arasında hükümet sistemi arayışları önemli bir yere sahip. Bu önem salt konunun özgünlüğünden değil, aynı zamanda bir hayli geçmişe dayanan bir tartışma olmasından kaynaklanıyor. 27 Mayıs rejimi döneminde 1961 Anayasası’nın kabulü ve ardından işlemeye başlayan demokratik siyasetin 1980’a kadar olan belirgin özelliği; seçilmiş anayasal kurumlar karşısına atanmış kurumların da sistemin merkezine yerleştirilmiş olması, bu yolla yasama-yürütme dengesi içinde siyasal sistemin işleyişinin tesis edilmesiydi. Fakat, bir yandan toplumsal yapıdaki hızlı dönüşüm, diğer yandan seçim sisteminin aşırı temsiliyetçi ve çoğulcu niteliğinden kaynaklanan hükümet kurma ve kurulan hükümetlerin yaşadığı istikrar sorunu, 1980’lere doğru Türkiye’nin parlamenter hükümet sistemine alternatif arayışlarının dillendirilmesine zemin hazırlamıştır. 1980 öncesinde konuya ilişkin cılız tartışmalar yaşansa da, bunlar akademinin dışına pek çıkamadı.
Özal döneminde de gündemdeydi
12 Eylül askeri rejiminin ardından, 6 Kasım 1983 seçimleriyle oluşan ve 20 Ekim 1991 seçimlerine kadar süren ANAP’ın istikrarlı tek parti hükümetleri, 1982 Anayasası’nın yürütmeyi yasama karşısında güçlendiren konumu, parti sistemindeki sınırlı parçalanma gibi faktörler, alternatif hükümet sistemi arayışlarını gerekli kılmadı. 1991 seçimleriyle birlikte parti sisteminde gözlenen istikrarsızlık (seçmen tercihlerindeki hareketlilik), parçalanma ve ideolojik kutuplaşmanın artışı gibi dinamikler, 1990’ların başına gelindiğinde Türkiye siyasetinin aktüel tartışmaları arasına yönetemeyen demokrasiyi yönetebilir kılma adına alternatif hükümet sistemleri tartışmalarını dahil etmiştir.
- Nitekim ilk olarak Turgut Özal Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye’de demokrasiyi yönetebilir kılmak, açığa çıkan siyasal istikrarsızlığı sonlandırmak adına Başkanlık sistemini alternatif bir hükümet sistemi olarak tartışmaya açınca, akademi dünyası, medya ve siyasal seçkinler de buna dahil oldu. Fakat, Özal’ın vefatı tartışmanın bir süre rafa kalkmasına neden oldu.
Ardından, Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığına seçilişi ve bu görevi sürdürdüğü dönemde sandıktan istikrarlı tek parti hükümetlerinin çıkmaması, parti sisteminde istikrarsızlığın sürmesi gibi dinamikler Demirel’in siyasal hayatının tüm evrelerinde parlamenter sistem lehinde olan tercihinin Cumhurbaşkanlığının son yıllarında yarı-başkanlık ve/veya başkanlık sistemine doğru kaymasına neden olmuştur diyebiliriz. Bunun başlıca nedeni, özellikle 1990’lı yıllarda yaşanan parti sistemindeki parçalanma, seçmen tercihlerindeki oynaklığın hükümet istikrarsızlığına, bunun da siyasal istikrarsızlığa yol açması, siyaseten ve iktisaden yönetemeyen bir demokrasinin siyasal sistemin alameti farikası olmasıdır. Buna, 1982 Anayasası ile güçlendirilmiş Cumhurbaşkanlığı kurumuna rağmen, yürütmenin sorumlu kanadı olan hükümetin başı olan Başbakanın parti içindeki hegemonyası ve çok katı parti disiplini nedeniyle Başbakancı sistem şeklinde işlemesi, bunun da Cumhurbaşkanlarını Başbakan karşısında Anayasal olarak olmasa da yürütmenin işleyişi anlamında sembolik kılmasının etkisini eklemek gerekir. En az bu faktörler kadar etkili olan ve Demirel’in parlamenter sisteme alternatif hükümet sistemi arayışlarını dillendirmesine neden olan önemli bir faktör de; seçilmiş Anayasal kurumların varlığına rağmen, atanmış askeri kurumların sivil siyaset üzerindeki belirleyici, hatta tayin edici rolüdür. Bu rolün çoğunun Anayasal kurallara rağmen askeri kurullarca üstlenilmesi Türkiye’de askeri vesayetin egemenliğine yolaçmıştır. Siyasi kariyerinde bu vesayeti en fazla hissedenlerin başında Demirel’in geldiği unutulmasa da, 28 Şubat döneminde takındığı askeri vesayetçi anti-demokratik tavır gözardı edilmemelidir.
Demirel’in özellikle Cumhurbaşkanı iken önerdiği başkanlık sistemi salt ekonomik krizi aşma adına önerilen bir alternatif sistem olmayıp, daha ziyade güçsüz icranın güçlendirilmesi, sisteme siyaset dışından yapılan müdahalelerle oluşan siyasetteki parçalı yapının sona ermesi, hükümet istikrarsızlıklarının sona erdirilmesi odaklıydı. Özal ve Demirel’in siyasal istikrar, demokrasinin yönetebilir olması, askeri vesayetin sona erdirilmesi odaklı tartışmaya açtıkları alternatif hükümet sistemleri arayışları yürütmenin başı oldukları görev dönemlerinin sonuna doğru siyaset, akademi, medya çevrelerinde tartışılsa da, değişiklik adına herhangi bir somut adım atılamamıştır.
90’ların istikrarsız hükümetlerini hatırlamak
Demirel’in ardından Cumhurbaşkanlığı’na seçilen Ahmet Necdet Sezer’in Özal ve Demirel’le karşılaştırıldığında siyasetin içinden gelmemesi nedeniyle, genel olarak parlamenter sisteme uygun sembolik bir Cumhurbaşkanlığı görevi ifa etmesine rağmen, yeri geldiğinde Anayasal yetkilerini kullanmaktan çekinmemiş, 1982 Anayasası’nın yürütmenin sorumsuz kanadını (Cumhurbaşkanlığı kurumu) güçlendiren özelliği, iki başlı yürütmede yürütmenin sorumlu ve sorumsuz kanatlarının zaman zaman çatışmasına ve sistemin tıkanma sürecine girmesine yolaçmıştır. Bir yandan istikrarsız hükümetler, diğer yandan, uyumsuz yürütme, bunlarla ilintili olarak yasamanın işlev kaybına uğraması ve etkinliğinin zayıflaması, kaçınılmaz olarak kamuoyunda siyasal sistemin ve kurumlarının meşruiyetini kamuoyu nezdinde tartışılır hale getirmiştir. Bu tartışmalar 3 Kasım 2002 seçimlerinde sandıktan Ak Parti’nin 1.parti çıkmasıyla birlikte sona erdi. 3 Kasım seçimleriyle birlikte oluşan yeni siyasi yapıda parlamenter sistemin yukarıda sözünü ettiğimiz yapısal sorunlarının çoğu, seçmen iradesiyle bertaraf edilmekle birlikte, Ak Parti iktidarının da yaşadığı en temel sorunlardan biri; sivil ve askeri vesayetin varlığını devam ettirmesiydi. Nitekim 2007 seçimleri öncesi meşhur 367 krizi, e-muhtıra, en son 15 Haziran FETÖ terör örgütünün darbe girişimi, parlamenter sistem içinde vesayetin ve kırıntılarının farklı formatlarda zaman zaman devreye sokulan örnekleriydi.
Ak Parti hükümetinin kurulmasından kısa bir süre sonra, 2003’te Recep Tayyip Erdoğan tarafından, üzerinde uzlaşma sağlanması durumunda, ABD tipi başkanlık sistemine geçilmesiyle Türkiye’nin belirgin bir sıçrama yapacağı yönündeki açıklamasının ardından, siyasi gündeme Başkanlık sistemi tartışma ve arayışları yeniden dahil oldu. Zaman zaman özellikle iktidar çevrelerinde yükselen alternatif sistem arayış ve tartışmaları, nihayet kısa bir süre önce T.B.M.M’ne sunulan Anayasa değişikliğine ilişkin kanun teklifiyle somutlaştı. Bugün, Türkiye yaklaşık 40 yıldan beri hiç olmadığı kadar yeni bir hükümet sistemine yaklaşmış durumdadır. Sürecin bu noktaya gelmesi, daha doğrusu Başkanlık sisteminin geçmişten bugüne bu ölçüde tartışılıyor olması ya da gündeme getirilmesi yukarıda belirttiğimiz gibi farklı nedenlerden dolayıdır. Siyaset bilimci Gülgün Erdoğan Tosun’un bir yazısında Başkanlık sisteminin avantajları olarak ifade ettiği “Hızlı karar alma”, “yetki karmaşasının ortadan kalkması”, “istikrar ve etkinlik”, “demokratik meşruiyeti attırma”, “yasama işlevinin kalitesinin artması” gibi gerekçeler bu sistemin taraftarlarınca ülkemizde gündeme getirilmesinin başlıca nedenleridir. Nitekim Anayasa değişikliğine ilişkin kanun teklifinin gerekçesinde güçlü meclis, etkin yürütme, halkın denetimi gibi kavramlarla ifade edilmek istenen aslında yukarıda belirtilen gerekçelerin özeti olarak okunabilir.
Proaktif bir yönetim zorunluluğu
Günümüzde gerek ulusal, gerekse uluslararası politikada yaşanan baş döndürücü gelişmeler, icra organının proaktif biçimde karar verme zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Rutin siyasi ve bürokratik usullerin bu süreçleri aksatması nedeniyle, ancak başkanlık sisteminde süreçlerin hızlı işleyeceği gibi bir bakış açısı doğmuştur. Başkanlık sisteminin gündeme getirilmesinin önemli nedenlerinden biri budur.
Diğer yandan, yürütmenin iki başlı olmasının yol açtığı yetki karmaşasının önlenebilmesi de başkanlık sistemi taraftarlarına göre yürütmenin tek organda toplanması, bu organın da devlet başkanı olacağı düşüncesi Başkanlık sistemini gündeme getiren bir diğer neden olarak düşünülebilir. Yine, sert kuvvetler ayrılığının hakim kılacağı yasama ile yürütme arasındaki ayrılık, her organın kendi görevini yapacağı, tıkanmaların, çatışmaların ortadan kalkacağı şeklindeki sav da başkanlık sisteminin gündeme getirilmesinin nedenleri arasındadır.
Halkoyundan çıkacak bir devlet başkanı ya da Cumhurbaşkanının halkı yönetim sürecine doğrudan katmış olacağı, bu da sistemin meşruluğunu arttıracağı şeklindeki düşünce de, bu tercihte etkilidir. Yasama organının salt yasama faaliyetine odaklanması, yürütmenin yasamanın içinden çıkmayacak olması, bakanların yasama organı üyeleri arasından atanma yolu açık olsa bile seçildikten sonra yasamayla ilişiklerinin kalmayacak olması, yasamanın işlev ve etkinliğinin netleşerek artacağı şeklindeki bir düşünce de, başkanlık sisteminin gündeme getirilmesinin bir başka nedeni olarak okunabilir.
Sonuç olarak, güçlü, etkin, işlevsel meclis, vesayetsiz demokrasi, etkin yürütme ve halk denetimi ile katılımcı siyasetin birarada düşünüldüğü yönetebilen demokrasi arayışı, Türkiye’de Başkanlık sisteminin neredeyse yarım asırdır gündemde kalmasının ardında yatan dinamikler olarak değerlendirilebilir.