Arınma ve bereket felsefesi
Erciyes’e develi sırtından tırmandık. Yükseldikçe sadece şehir değil, onunla beraber önem verdiğimiz, ciddiye aldığımız, sevdiğimiz veya korktuğumuz her şey geride kalıyordu. Geride yeterince kuvvetli bir kelime olmadı; aşağıda kalıyordu.
İnsanın güçlendikçe alçalmaması için, bir arınma felsefesi geliştirmesi yahut keşfetmesi gerekir. Tasavvufun başlıca gayesi mü’min insana arınma yollarını işaret etmesi; gücün bize yük olmamasını sağlamaya çalışmasıdır. Ne denli güçlenirse güçlensin, insanoğlunun dünya hayatındaki aslî zayıflığını ona mütemadiyen hatırlatmasıdır.
Ben bunu nedense daha çok yolculuklarda hissederim; özellikle göğün derinliklerinde uçtuğumuz zaman. Bundan 17 yıl kadar evvel (Ekim 2007), THY’nin Skylife dergisi benden kısa bir yazı istemiş, ben de bu gök hayatı dergisine “Yükselerek Arınmak” başlıklı bir anı-yazı göndermiştim:
Yükselerek arınmak
On iki yaşında Ağrı Dağı’nı gördüm, 16 yaşında Erciyes’e tırmandım, 24 yaşında uçağa bindim. Bu üç deneyimin ortak noktası, garip bir uzaklaşma veya arınma duygusuydu. Adeta dünyadan el etek çekiyor, başka bir âleme ayak basıyordum. Basıyor değil, yüzüyordum. Sadece vücut kimyamın değil, düşünce ve ruh dünyamın da derinden etkilendiğini hissediyordum. Çocukluğum Ağrı’da geçti. Ağrı’dan Ağrı Dağı gözükmez. İlkokul beşte babam neredeyse tüm Leylek Pınar mahallesini kamyona yükleyip İshak Paşa Sarayı’na götürdü. Kamyonun üstünden bir süre seyrettiğim Ağrı Dağı, bende bir firar duygusu uyandırdı. Yaşamaya değer hayatın burada, aşağılarda değil; orada, zirvelerde olduğu duygusu içime öylesine yerleşti ki, birkaç yıl sonra lisede “Erciyes dağcılık kampına katılmak isteyenler” duyurusunu görünce hemen başvurup dört kafadarla beraber Kayseri yolunu tuttum.
Erciyes’e Develi sırtından tırmandık. Yükseldikçe sadece şehir değil, onunla beraber önem verdiğimiz, ciddiye aldığımız, sevdiğimiz veya korktuğumuz her şey geride kalıyordu. Geride yeterince kuvvetli bir kelime olmadı; aşağıda kalıyordu desem duygularıma daha iyi tercüman olur. Belki çocukça bulacaksınız ama, evet, Allah’a yaklaştığımı hissediyordum. Aradan 35 yıl geçti; bu duyguyu artık sadece uçaklarda ve çok hafiflemiş bir tarzda yaşıyorum. (Belki başkaları da yaşıyor, fakat tuhaf karşılanmamak için itiraf etmiyorlardır!)
İlk uçak seyahatim THY ile Ankara’ya oldu. Yirmi dört yaşında, Boğaziçi İktisat mezunu bir bankacıydım. İktisatçı ve bankacı olunca, insanın uyanık olması beklenir. Çağımızda uyanık demek, mistik deneyimlere fazla prim vermeyen demek. Benim uyanıklığımsa farklı biçimde gerçekleşti: Uçak havalanır havalanmaz, yıllar önce Erciyes’te yaşadığım deneyime uyandım. Bulut tarlalarının üzerinden uçarken, dünyaya ait ne var ne yok belleğimden silindi. Topyekûn bir arınma yaşadım. Bu yazıyı bir Ramazan günü yazıyorum. Oruç da bir tırmanış, bir havalanma, bir arınmadır. Muhasebesiz arınma olmaz. Muhasebelerin özü ise devlet veya şirket muhasebesi değil, nefis muhasebesidir. Kişinin kendi nefsini, hesaba çekilmeden hesaba çekmesi, denetlemesidir. Denetim “sözlerin en güzeli” ile yapılmalıdır. Abbasi halifesi Me’mun kusurlarını sayıp döken hocaya şöyle demişti: Haklı olabilirsin, fakat güzellikle konuş! Allah senden daha hayırlı birini (Hz. Musa) benden daha kötüsüne (Firavun) gönderdiği zaman, ona şöyle buyurdu: “Varın da ona yumuşak/güzel söz söyleyin. Olur ki öğüt dinler.” Yunus Emre güzel sözün kaynağını ifşâ ediyor: “Ey sözlerin aslın bilen gel, de, bu söz nerden gelir? / Söz aslını anlamayan, sanır bu söz benden gelir.”
Bereket az kârdadır!
Yazıya, gücün insanı alçaltma potansiyeline işaret ederek girmiştik. Özellikle de siyasî ve iktisadî gücün insanı nasıl ayarttığını gözlemlemeyen yoktur. Peki, yoğun bir rekabetin yaşandığı iş hayatında “yükselerek arınma” örnekleri yok mudur? Bunlardan birini benim Skylife yazımdan bir yıl kadar sonra Yeni Şafak’ta kaleme almıştım (7 Eylül 2008). Yazının konusu, Çetinkaya mağazalar zincirinin kurucusu Fehmi Çetinkaya’nın babasının “bereket az kârdadır” felsefesi idi. Yetmişlik delikanlı Fehmi Çetinkaya, annesiyle babasının bileşkesi. Annesi köyde terzi imiş, babası bakkal. Fehmi Bey, Türkiye’nin ilk seri imalat gömlekçilerinden biri. Zanaatı annesinden öğrenmiş, ticareti babasından. Müslüman Anadolu insanının eşsiz erdemlerinden biri, ana-baba saygısıdır. Osmanlı asırları boyunca elimizden düşmeyen Kâbusnâme’de bu saygı şöyle yüceltilmektedir:
Oğula dahi vaciptir ki atanın ve ananın hakkın hürmetin saklaya ve aslını ululaya. Zira oğul ki aslın ululaya kendüzün ululamış olur ve uluzâde olmuş olur. Pes oğula ahit şöyle gerek ki kendi aslının hürmetin katı saklaya. Zira âkil oğul oldur ki kendüzün hor düşürmeye, atasın ve anasın horlamaya. Ve nice ki Hak Tealayı seversin ve hürmetlersin, atayı ve anayı dahi şöyle sevesin ve hürmetleyesin.
Fehmi Bey’in annesi her türlü sevgi ve hürmete layık: On parmağında on hüner. Köyün öğretmeni, hekimi ve pek tabii terzisi. Okuma yazması olan biricik kadın. “Bizi geleceğe yönelik olarak şekillendirdi. Büyük hedef gösterdi bize. Annem derdi ki dedelerimiz yıllarca Mısır valiliği yapmış. Öyle bir hedef koydu ki önümüze, bizim de büyük şeyler yapmamız şart oldu.”
Bilgi insanı dönüştürür. Bilgisiz eylem ne meşrudur, ne de verimli. Nitekim Kabusnâme buna da işaret ediyor: “Ve dahi cehdeyle ki eğer mala yoksul olup, akıl ve danişte bay olasın. (Malın az da olsa, akıl ve bilgide ileri olasın.) Zira ki akıl ve daniş mal ve menalden yeğdir. Anın için ki akıl ve bilü ile mal hasıl etmek olur ve lakin mal ile akıl ve bilü hasıl etmek olmaz. Ve dahi mal cahilden gitmeye imkân vardır, amma akıl ve bilü kişiden gitmez.”
Akıl ve bilgin varsa, hüner öğren!
Aklın ve bilginin değerini böylece öğrenmiş olduk. Peki bunlar yeter mi? Fehmi Bey, sadece akıl ve bilgi ile Mısır valiliğine denk düşecek büyük işler başarabilir mi? Tabii ki hayır. Akıl ve bilgiye neyin ilave edilmesi gerektiğini yine Kabusnâme’den okuyalım: “İmdi ey ciğergûşem eğer aklın ve bilün var ise hüner öğren ki akıl ve bilü olsa ve hüner olmasa ol bir tene benzer ki yalıncak ola ve bir surete benzer ki canı olmaya.” Fehmi Bey hüner öğrenmek yahut hünerini geliştirmek için İstanbul’un yolunu tutmuş. “İstanbul’da üç tane Yahudi gömlekçi vardı. Bir yıl bu üç firmada dolaştım. İşin ilmini öğrendim. İhtisasımı tamamladım. Memlekete döndüm, Adana’da ara bir yerde dükkân açtım.” Gayet kısa, net ifadeler. Aklım vardı, ana babamdan bilgilendim ve hüner için büyük şehrin yolunu tuttum. Eksik bir şey kaldı mı? Yine Kabusnâme’ye müracaat edelim: “Filcümle çünki aklın ve bilün ve hünerin oldu, zinhar edep dahi elden koma. Nitekim Arap aydur: El-edebü suretü’l-akli, yani edep aklın görküdür.”
Akıl, bilgi, hüner ve hepsinden öte edep. Bunlarsız olmaz. İşte Fehmi Bey’in yola çıkış töreni: Sabah babamın elini öpeceğim. Beni karşısına alıp dedi ki: “Mühim olan elimi öpmen değil, dediklerimi yapmandır. İçki içmeyeceksin, kumar oynamayacaksın, kimsenin namusuna yan gözle bakmayacaksın! Bu dediklerimi yapmazsan, Karun olsan iflah olmazsın. Ayrıca, peşini bırakmam. Vallahi hangi deliğe girersen gir, seni bulur gebertirim.” Bu ihtar öyle bir içime işlemiş ki, babam beni bulur mutlaka cezalandırır diyordum. Cumali Bey zarif bir baba, arif bir insan. Çocuklarının hem edebiyle, din ve diyanetleriyle ilgileniyor; hem de ticarî zihniyetleriyle. Çok da yardımsever; elde ne var ne yok muhtaçlara dağıtıyor. Üstelik, piyasanın ruhuna derinden nüfuz etmiş bir iktisat profesörü gibi, hangi yöntemle daha iyi kazanç sağlanacağını öğretiyor.
Fehmi Bey Adana’da dükkân açıyor ya, bakın başına neler geliyor: “Otuz bin lira kadar kazancım olsa, dükkânı aralardan çıkarıp, ana caddeye taşıyacağım. Benim için bir dönüm noktası olacak. On bin biriktirdim, babam alıp götürdü. Bir haber aldım ki, önüne gelene yardım ediyor. Kızdım. Bir daha vermeyeceğim dedim. Fakat babam beni tam üç defa sıfıra düşürdü. Benim artık gücendiğimi görünce de şöyle dedi: Oğlum, para verip dua alıyorum. Dua deyip geçme, yer gök dua üzerine durur. Bütün fakir fukara sana dua ediyor. Ben öyle yapıyorum ki temel sağlam ola!” Kabusnâme’ye yine başvuralım mı: “Dahı gerek şor yerde tohum ekmeyesin ve ağaç dikmeyesin ki hâsıl vermez. Gücün yettiğince eyilik eyle, tâ ki bir gün eyiliğin tohumunun hâsılına eresin.”
İki buçuk kâr neyine yetmiyor?
Cumali Bey’in, çocuklarının ticarî zihniyetine katkısı da şöyle gerçekleşiyor: Otuz bini bir araya getirince ana caddeye taşınıyorlar (1950’lerdeyiz); mağazaları tam tamına 25 metrekare!
Baba soruyor: Gömlek kaça? Yirmi lira. Başkaları kaça veriyor? Onlar da yirmiye satıyor. Olmadı! Farkınız nerde? Bir fark ortaya koymazsanız, müşteri sizi niye tercih etsin? Peki, girdi (kumaş, iplik, vs.) maliyetiniz ne kadar? Yedi buçuk lira. Nee? Gömlek başına 12.5 lira kâr mı ediyorsunuz? Fehmi Bey bunun hepsinin kâr olmadığını, dükkân kirası gibi diğer bir takım masrafları hesaba katmak gerektiğini söylüyor. “Oğlum o zaman 20 lira da yetmez, otuza, kırka satın. Hayır, böyle şey olmaz. Gömleği 10 liradan satacaksınız. İki buçuk lira kâr neyinize yetmiyor?”
Fehmi Bey ne kadar dirense, nafile. Baba, Nuh diyor, peygamber demiyor: “Oğlum, bereket azdadır. Az kâr size çok müşteri kazandırır. Sürümden kazanın!” İşte Çetinkaya mağazalarının bugün de sürüp gitmekte olan başarı sırrı bu felsefede yatıyor. “Babamın zorlamasıyla gömleği piyasanın yarı fiyatına sattık. Bir anda seri imalata geçtik. Sonra da kravat, çamaşır, çorap, kazak, ceket derken iş büyüdü. Büyüdükçe para çoğaldı. Para çoğalınca mülk sahibi olmaya başladık. Kiracısı olduğumuz binaları satın aldık. Hiçbir bankadan bir kuruş kredi almadık, elhamdülillah. Hiçbir zaman devletin imkânlarından da istifade etmedik. Türkiye’de en çok gömlek imal eden firma herhalde biziz. En kaliteli kumaştan imal ediyoruz ama başkasının sattığı fiyatın dörtte birine satıyoruz. Babamız bize bereketin az kârda olduğunu öğretti.”
Evet, işin sırrı berekette. Yazıyı, Hazreti Peygamber’in Medine çiftçi ve esnafına duasıyla noktalayalım: “Allah’ım! Onların ölçülerini, tartılarını, her türlü ticari iş ve işlemlerini bereketli kıl!