ABD hâlâ hegemonyacı bir güç mü?

HABER MASASI
Abone Ol

ABD Başkanı Donald Trump’ın dış politikadaki yaklaşımı pragmatik ve çözüm odaklı olsa da, artık hegemonyacı olmayan ABD dış politikası garip bir dönemden geçiyor.

Zira, geçmişte Vietnam’da yaşananlardan farklı olarak, bugün Kuzey Kore’deki gibi siyasi açılımlar ABD’nin sağlam ilişkiler kurarak hasımlarını ortaklara dönüştürmesi için yeterince uzun ömürlü olmuyor. Öte yandan, kısa bir süre önce Singapur Başbakanı’nın Çin’in Güneydoğu Asya’da nüfuz sahibi olma hakkına ilişkin açıklaması Washington’da bir alarm zili çaldı. Ancak bunlar, pek çok örnekten yalnızca birkaçı. O halde, ABD müttefiklerinin artık bir Roma Lejyonu gibi davranmadığı düşünülürse, ABD’nin dünya üzerindeki hakimiyetini kaybettiğini söyleyebilir miyiz? ABD müttefikleriyle sağlam ilişkiler kurmak için siyasi ve ekonomik anlaşmalar ağına giden yolu açtığı taktirde, “kibar” diplomasi işe yarayacaktır.

Eski liberal sistemin kalıcı başarılar elde etmeye, ülke ekonomilerini kontrol etmeye, başka ülkelerdeki ahbaplarına liderliğini desteklemeye, yeterince uysallaşmamış liderleri cezalandırmaya ve böylece hegemonyacı bir güç olarak hükmedebilmeye elverişli mükemmel bir mekanizması vardı. Ancak, halihazırda bu imkanlara sahip olmayan Trump’ın karşısında Çin “baskı” araçları geliştirmeye devam ediyor. Bu arada, Hint-Pasifik stratejisinin ruhu ve Başkan Trump’ın ifadeleri arasındaki bariz uyuşmazlık stratejinin başarısına yönelik büyük bir tehdit oluşturuyor. ABD’nin bu ikisi arasında ayrım yapma arzusunda olan müttefikleri ve ortakları şu ana kadar hep affedici bir konumda oldu. Nitekim ABD Başkanı’nın Haziran ayı sonunda G20 zirvesine katılmasından sonra açıklama yapan üst düzey bir Japon yetkili, “Başkanın attığı her tweete tepki göstermemeliyiz. Şayet resmi duruşu bu ise, dikkate almamız gerekir, ancak Başkan farklı şeyler söylüyor,” dedi. Egemen bir süper gücün tarzı bu olmamalı.

Amerikan dış politikasının geçiş aşamasını açıklamaya yardımcı olacak bir başka örnek ise Washington’un Avrupa üzerindeki tutumu. Nitekim, Almanya üzerindeki hakimiyetini yitirdiğinin farkında olan ABD, geçmişte olduğu gibi İngiltere’ye de güvenemeyeceğini düşünüyor. Dahası, Rusya’nın artık dünya çapında bir sorun olmamakla birlikte, Avrupa’da ve Akdeniz havzasında hala büyük ve sağlam bir oyuncu olduğunun da farkında. Kısacası, ABD’nin dış siyasetteki tutumu büyük bir belirsizlik içinde.

Öte yandan, Avrasya; Avrupa’nın ABD’nin çıkarlarına hizmet etmek için Atlantik çevresine bağlı kalması gerektiğine inanan ABD’li stratejistlerin pek hoşlanmadıkları bir jeopolitik kavram. Dolayısıyla, bu noktada Trump yönetiminin bu stratejiyi yönetip yönetemeyeceği sormamız gerekir. Avrasya şu anda belirleyici bir jeopolitik satranç tahtası görevi gördüğü için, Avrupa ve Asya’yı kapsayacak bir siyaset zaruridir. Avrasya karası üzerindeki güç dağılımı ABD’nin küresel üstünlüğü ve hegemonyası için son derece önemli olacaktır.

Öte yandan, ABD’nin müttefikleri ve ortakları en azından şu ana kadar Çin ile ticaret savaşının kendilerinin ABD ile güvenlik işbirliğindeki gelişmeleri olumsuz yönde etkilemesine müsaade etmedi. Örneğin, Yeni Delhi, Washington’un ithalata getirdiği gümrük tarifeleri karşısında misilleme yapmadığı için, ABD-Hindistan arasındaki ikili savunma ve güvenlik ilişkileri sanki paralel bir evrende işliyormuşçasına gelişmeye devam ediyor. ABD’nin 2017’de pek çok önemli müttefikini ve ortağını zor durumda bırakarak Trans-Pasifik Ortaklığı’ndan (TPP) çekilme kararı bile, ülkelerin Washington ile güvenlik ilişkilerini önemli ölçüde etkilemezken, eski TPP üyelerinin (Japonya, Avustralya, Vietnam, Malezya ve Singapur) ortaklığın geriye kalan parçalarını bir araya getirerek kendi ticari bloklarını kurma kararı Hint-Pasifik stratejisine hizmet etti. Yine bu durumda müttefiklerinin tutumu Washington’un dostane diplomasi eksikliğini besliyor. Peki, ABD’nin müttefikleri ne kadar daha Trump’ın “kaba diplomasisine” uygun davranmaya devam edecek?

Trump kurnaz bir adam mı, yoksa böyle bir tutum Amerikan üstünlüğünün sonuna mı işaret ediyor? Çin’in komşu ülkeleri baskı altında tutmak için bir yandan askeri modernizasyonunu geliştirirken, bir yandan da etkili operasyonlarını ve yağmacı ekonomisini güçlendirdiğini düşünen Washington’da tehlike çanları çalıyor. Velhasıl, Çin gibi revizyonist güçlerin fiili gerçekleri değiştirmek için yolsuzluk, yağmacı ekonomik uygulamalar, propaganda, siyasi yıkım, vekalet ve askeri güç kullanma tehdidine başvurduğuna inanan ABD, artık bu tür uygulamaların önde gelen icracısı olamamaktan korkuyor.