You Talkin’ To Me?

EMRAH DEMİR
Abone Ol

Salih, konuşan aynadan yediği zılgıtın tesirinde, belinde köşeli ahşabın verdiği ağrı ve daha sonra anlatırken tarif edemeyeceği şaşkınlıkla kalakaldı. Ayna, hayal kırıklığına uğramış bi’ arkadaş gibi, ağır sözlerinin arkasından sessizleşti.

1. Aynalar yalan söylemez.

Patrona yalan söylenerek –hasta olduğunu söylemedi değerli okur, ilk tahminin yanlış…– alınmış hafta içi izninin de verdiği rehavetle öğleye gelirken vakit, uyandı Salih. Gözünü açar açmaz, bi’ an, koca günde ne yapacağına dair hiçbir fikri olmadığını fark etti, aslında izin isterken, patrondan fırça yemeyi göze alırken de bilmiyordu ne yapacağını…

Fazla uyumanın verdiği baş ağrısına söylenerek, hep aynı yere çıkardığı terliklerini ayağına geçirdi. Bekâr arkadaşlarının dağınıklığı, pisliği ve takıntısızlığından bunalıp tek başına eve çıktığı günden beri aynı sırayla ve artık bilinçten bağımsız bi’ seviyede gerçekleşen gündüz işlerini halletmeye girişti; yastık kılıfını çıkardı, pikeyle birlikte balkona astı, her gün havalandırmak gerekmezdi evet, ama yumuşak ve tüysüz kumaşlara sinen temiz hava kokusunu seviyordu. Geceliklerini –pek çok insanın aksine eşofman değil, gecelik giyiyordu.– çıkarıp katlayarak yatağın üstüne koydu. Tüm sebepsizliğine rağmen hareketlerine ritim katan şarkılar söylemesini sağlayan neşesiyle, mutlaka ince bellide içilecek olan çayı demlemek için ocağa su koydu. Harlı doğalgaz ateşiyle çabucak olan çayı, sarısını beyazına karıştırmadığı yumurtası, kabilince simetrik doğranmış domatesleri, beyaz peyniri, salam ve zeytinden müteşekkil sofrasıyla, hem pencereden sokağı hem de televizyonu görebildiği köşesine kuruldu. Televizyon izlemeden yemek yiyemez olmuştu, yalnızlıkla ilgili kafa patlatmaya başladığı günden beri. Pagan kabilelerin kutlama ayinlerine benzeyen, sofradaki bütün yiyeceklerden ağzına birer lokma atıp, üstüne bir damla çay içtiği kahvaltısı bitince, temizliğe girişip, şıpın işi bitiriverdi.

Gardırobu; hepsi de ütülü, desenlerine göre kategorize edilmiş gömlekleri, kumaşına göre ayrılmış pantolonlarıyla, elleri belinde ne giyeceğine karar vermeye çalışan Salih’in karşısında sessizce duruyordu. Beyaz keten pantolonu gözüne ilişince, işyerindeki beyaz yakalı kızların beyaz giyen erkeklerle ilgili küçümseyici sözleri aklına geldi. Ne ironik değil mi, beyaz giymeyi görgüsüzlük sayan kadınlar, iş hayatında beyaz yakalı olarak tasnif ediliyordu. Beyaz giyen erkekleri maganda sayan tüm kadınlara ve sırf onlara yaranmak için fikirlerini onaylayan erkeklere inat beyaz giymeye karar verdi. Beyaz keten pantolon, beyaz uzun kollu gömlek, üstüne gök mavisi kot ceket, e bahar da olsa tedbirli olmak gerekliydi tabii. Hatta çorap çekmecesinin diplerine saklanmış olan beyaz çorabını bile buldu –sen zahmet etme okur, buraya kadar tam dokuz adet “beyaz” geçti, bununla birlikte on–. “Görünüşe dayalı önyargılara karşı bi’ manifesto bu…” diye düşündüyse de, abarttığına karar verdi sonra. Tepeden tırnağa beyaz, boy aynasının karşısına dikildi. Başta biraz garipsediyse de –demek ki o kızlar bilinçaltına bu magandalık fikrini ekmişlerdi.– kısa süre sonra çok yakışıklı göründüğünü düşünmeye başladı. Sağ ve sol profillerden baktı uzun uzun kendine, gömleğinin yakasını, saçlarını düzeltti birkaç kez. Sonra, o sabah ilk kez dudaklarını açarak konuştu, genelde ev eşyalarıyla ve kendisiyle konuşmaya çok erken başlardı. Aynadaki farklı adama bakarak; “You talkin’ to me?” diye sordu. Aynada uzun süre kendine bakan ve Taxi Driver’ı izlemiş tüm erkekler gibi...

Tam daha kararlı bi’ ifadeyle, kaşlarını çatıp, ciddi olduğunu göstermek için ikinci kez soracakken, ayaklarını yerden kesecek kadar korkutan o sesi duydu;

— Bu klişeden vazgeçmeyeceksiniz di’ mi?

— Lan!

— N’oldu? İngilizce cevaplamadığım için mi şoke oldun böyle?

İlk korkuyla sarsıldığında tökezleyip arkasındaki gardıroba yaslanan Salih, dudakları kurumaya başlamış, korkusu ve korkusu kadar büyük merakıyla aynaya bakıyordu. Çoktan evi hatta sokağı terk etmemiş olmasına onu tanıyanlar bile inanamazdı. Lakin onu orada tutan cesaret değil, gözüne projektör tutulan orman tavşanının yaşadığı türden bi’ tutulmuşluktu.

— Aklında tonla soru vardır eminim, bahse girerim ilki de Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalının ne kadar gerçek olabileceği, hep o gelir akla önce, masal seviyosunuz hepiniz. Sonra, tüm aynalar konuşur mu sorusu var sırada ve her aynada aynı ses mi konuşan? Ve tabi, olmazsa olmaz, konuşan aynalara sorulacak sorular kitabının ilk sayfasında yazan; ayna ayna söyle bana, var mı benden güzeli bu dünyada? Sıradan gidelim; Pamuk Prenses’in masalı o kadar da masum değil, prensesin de masum olmadığı gibi. Büyüklere masaldır o aslında, çocuklara aslını anlatmaz kimse. Bir de şu an şahit olduğun üzere, en azından bi’ kısmı gerçek (alaycı bi’ kıkırdama…). İkinci soru; evet konuşur, ama çoğu bunu daha romantik bi’ yolla, yüzdeki kırışıklıkları göstererek yapar, simgesel bi’ dil yani. Sizin aynaya yüklediğiniz anlamların da etkisi var bunda, fazla abartıyorsunuz bazen.

Ben sevmiyorum öyle imaları, yekten ses vermek daha etkili, hem beni duyduğunuz anda yüzünüzün aldığı hali görmeye bayılıyorum. Benim tahmin ettiğim son soruya gelince; hayır, her aynanın sesi farklıdır, her ayna ona bakanın sesiyle konuşur, o nedenle aynaya bakıp da konuşan herkes kendisine üçüncü tekil şahıs olarak hitap eder. Senin sesinle konuştuğumu fark etmediğini söyleme sakın, bu şaşkın suratla bile o kadar aptal görünmüyorsun. En önemlisine gelince, tamam konuşan bi’ ayna olmam kâfi miktarda absürd hatta metafizik, hatta paranormal falan olabilir ama ben nereden bilebilirim ki senden güzeli var mı bu dünyada?! Konuşan aynalar arasında bi’ iletişim, milyarlarca insanı kaydettiğimiz bi’ veri bankamız yok. Konuşan bi’ aynayım ben altı üstü. Aptal bi’ güzellik yarışmasının gerzek jüri üyesine mi benziyorum?

Aynanın sözleri, sesi, vurguları, Hollywood filmlerinde psikopat katili sorgularken elleri cebinde yukarı aşağı volta atan marjinal bi’ dedektifinkiler gibiydi.

Salih toparlanmaya çalışıp gözlerini açıp kapadı, sertçe kafasını salladı. Bu yaptığı gözlerini karartıp, başını döndürdü sadece…

— Rüyadasın oğlum Salih, uyanacaksın birazdan.

— Ben olsam o kadar emin olmazdım. Hem diyelim ki öyle; bu kadar gerçek yaşıyorsan bu olan biteni, korku yüzünden salgıladığın adrenalin ter bezlerini bu kadar çalıştırıyorsa, gömleğinin manşetleri bile ıslanıyosa, ne fark var uyanıklıkla uyumak arasında?

— Hah, şimdi oldu, film izlerken uyuyakaldım demek ki. Bu söylediklerini ben söyletiyorum sana, o filmin etkisinde kalmışım çok. Hem bu rüya ve gerçeklik geyiği de çok bayat, hakikaten bu klişeler epey yapışmış dilime…

— Aferin, beni konuşturanın sen olduğunu anladın, özgün olmadığını da, ama sen o filmi izleyeli üç gün oldu.

— O halde seçildim ben…

— Bilemedin. O da başka bi’ ezber, öyle seçilmiş kişi de en fazla filmlerde olur, fazla heveslenme. Seninle ilgili psikolojik tahliller yapıp, en sonunda da sana hayatının akışını tamamen değiştirecek bi’ tavsiyede bulunmaktı niyetim. Ya da sırf eğlence olsun diye kapkara kesilip, sana kendini korkunç bi’ şekilde de gösterebilirdim. Ama, konuşan bi’ aynayı bezdirecek kadar sıradansın. Her günü aynı yerde başlayıp aynı yerde biten boktan bi’ hayatın var. Tüm bu düzenlilik, aynı mağazadan alınmış, montajını sen yaptığın için bi’ iş başardığını sandığın modern, çirkin, hepsi beyaz mobilyaların, bu temizlik kokusu, hepsi ölçülü asılmış fabrikasyon tablolar…

Salih, konuşan aynadan yediği zılgıtın tesirinde, belinde köşeli ahşabın verdiği ağrı ve daha sonra anlatırken tarif edemeyeceği şaşkınlıkla kalakaldı. Ayna, hayal kırıklığına uğramış bi’ arkadaş gibi, ağır sözlerinin arkasından sessizleşti.

Aynaya seslenmeyi düşündü Salih, lakin nasıl hitap edilirdi ki konuşan bi’ aynaya? Bir ayna tarafından azarlandığı iyice dank edince kafasına, şu an yaşadıklarının bir Stephen King romanından daha hallice olduğunu düşündü. İyiden iyiye karışan kafası, bir de hâlâ neden burada durduğu sorusuyla neredeyse çalışamaz hale geldi.

Kafasında dönen tilkilerden sonuncusunun kuyruğu, ona, uzun zamandır kendisiyle ilgili böyle etraflıca kimsenin konuşmadığını, bu aynayla sohbet etmesi gerektiğini söyleyen bir fikir bıraktı. Vücudunun alt tarafını uyuşturup, kamburunu çıkaran gardıroptan iki eliyle kendini öne doğru iterek kurtuldu. Ağrısına rağmen hızla içeri koştu, döndüğünde elinde bir sandalye vardı.

— Hop hop! O sandalyeyle bana vurmayı düşünmüyosun di’ mi? Seni lanetleyebilirim. Ben lanetlemesem bile ayna kırmanın 7 yıl uğursuzluğu var.

— Hayır, sana vurmayacağım. Seni dinlemek istiyorum. Sorduğum tüm sorulara cevap verirsen, söyleyeceğin her şeyi yaparım. Bu arada sen de o kadar orijinal değilmişsin.

— Sadece seninle ilgili sorulara cevap verebilirim. Bunun dışındakileri bilemem ve tabii geleceği de…

— Peki, doğruları söyleyeceğine söz verir misin?

— Şaka mı ediyorsun? Bilirsin, aynalar yalan söylemez.

2. Bazen beklenmeyen olur.

Çoğu erkeğin sonunda eve bir kadınla dönerek tamamladığı plansız serbestliğine benzemeyeceği baştan belli olan izin gününün tamamını aynanın karşısında geçirdi Salih. Birinci saatin sonunda hayretle farkına vardığı şey, aksi olmamasına şaşırmasına da sebep olan; nasıl göründüğüne çok daha fazla dikkat ediyor oluşuydu. Yüzü, gözleri, omuzları -tembel ve spor sevmez bir adam olmasına rağmen bir yüzücünün ki kadar geniştiler– ellerinin üstündeki iyice belirginleşmiş damarlar, dik durmaya gayret gösterdiği halde sürekli kamburlaşan sırtı, suratındaki tanımlanamaz çelişik ifade. Yüzünün bir tarafı felç olmuş bir adamın, yıllar sonra sağlığına kavuştuğunda mimik yapmakta zorlanmasına benzer korkutucu, üzücü ama en çok da ümitsiz bırakıcı o hali. Bunlara sebep olan aynanın söyledikleri değildi, hayır. Hatırlamadığı günler, unutmak için çabaladığı hadiseler değildi hiçbiri; ne de olsa elit sayılabilecek bir ailenin, şoförlü, hizmetçili, enstrüman hocalı habitatında, steril bir terbiye kundağı içinde büyümüştü. Akranlarının heves ettiği heyecanlar da onu cezbetmeyince, hatırlatıldığında yüzünü kızartacak bir anısı da olmamıştı.

Aynanın ne olduğunu artık hatırlamadığı ve artık hiç önemi olmayan sorusuna verdiği cevabı yarıda kesti.

— Şirketteki şoförlerden biri Kim Milyoner Olmak İster yarışmasına başvurmuş. Başvuru formundaki sorulardan biri neymiş biliyo musun? “Yaptığınız en büyük çılgınlık nedir?“ Kesin bu soruya çok enteresan bi’ cevap yazmıştır. Düşünüyorum da, ben bu soruyu boş bırakırdım.

— Çok sıradan bi’ adam olduğunu söylemiştim.

— Sen neden buradasın ki? Taktiğin, boğucu sıkıcılığımı yüzüme vurup intihar etmemi falan mı sağlamak?

— Yoo, değil. Hepiniz intihara meyilli misiniz böyle?

— En sevdiğim repliği bi’ gün yeri gelip de kullanacağımı hiç tahmin etmemiştim. Filmi seyretmiş olsaydın, sen de bilirdin; “Sadece sabahları…” Belki senle film de izleriz.

— Ben konuşan bi’ aynayım bunun farkındasın hâlâ di’ mi? Hem öyle sözümü kesme kafana estikçe. Sen intihar edersen n’olur biliyo musun? Annen ya da onun yüreği kaldırmadığı için en yakın arkadaşın olduğunu sandığı gereksiz bi’ tip, beni buradan götürür. Ya evine koyar ya da bi’ ikinci el mağazasına satar. Her iki durumda da benim için, evdeki veledin attığı cep telefonuyla ya da sakar bi’ yetişkinin tökezleyip üzerime çullanmasıyla son bulacak uzun bi’ suskunluk. Öyle kolay değil konuşan ayna olmak, hele karşında saçma sapan hareketler yapıp, asla olamayacağı karakterlerin sözlerini tekrarlayan birine konuşmak…

— Sen de az dertli değilmişsin. (Salih acıma dolu gözlerle aynaya baktığını gördü, aynı anda kafasının içinde sırlı camlar kırıldı. Üzerine gelen parçalardan birinde delisin sen yazıyordu.)

— Ne sanıyorsun sen kendini gerizekalı herif, arkadaş olduğumuzu falan mı? Siktir boktan hayatının, sevmediğin kadından doğma çocuklarının kapısında beklediği hastane odasında, üzerinde pişmanlıklarının ağırlık yaptığı damarları tıkalı kalbinin durmasıyla biteceğini söylemeye mecbur etme beni!

Aynanın öfkesi, beyaz lake boyalı oval çerçevesinin kenarlarında küçük kahverengi izler bıraktı. Salih görmedi bu, odanın içine ince, matkap ucundan çıkana benzer bir yanık kokusu bırakan izleri. Korkmamıştı da zaten, kırılmıştı daha çok. Sadece kırılmıştı daha doğrusu. Bu kırgınlığına sebep, böyle öleceğini öğrenmek değildi sadece, aynanın onu kandırdığını düşünmüştü.

— Hani geleceğini bilemezdin? Kandırdın beni, yalan söyledin, dedi. Bunları söylerken ayağa fırladı, gören olsa, aynanın üstüne yürüdüğü için tımarhaneye kapatılması gerektiğini düşünüp, uzak ve hızlı adımlarla kaçardı.

— Yalan söylemedim, geldiğim anda hayatını alt üst edebilirdim, neden fantazi yapmaya ihtiyacım olsun ki? Bu söylediğimi bilmek için geleceği görmeye, konuşan ayna ya da kâhin olmaya lüzum yok. Seni üç günden fazla tanıyan herkes bunu anlayabilir.

Salih iki adım geri çekilip sandalyeye çöktü. Ancak ucuna oturabildiği, dünyaca ünlü İsveçli tasarımcıların elinden çıkma ahşap sandalyenin -o da evdeki tüm ahşap mobilyalar gibi beyazdı tabi, hem de lake…- üst kısmındaki çıkıntılar kalçasına battı. Canı çok yanmıştı. İyi de oldu, kendine getirdi onu, hemen gardıroptan bir çarşaf alıp aynanın üstünü örttü.

— Hey! Üstümü örterek beni susturabileceğini mi sanıyosun? Hadi ben sustum, sen nasıl susacaksın, kendinle konuşmayı bırakabilecek misin beyinsiz herif?!

— Kendimle konuşmak, uyduruk bi’ hikayeden fırlama konuşan bi’ aynayla konuşmaktan daha iyidir. Kendimi susturmaya da niyetim de yok ayrıca…

Salih, hâlâ aynanın karşısındaydı, çarşafın tamamını örtemediği, alt kısmından ayaklarının göründüğü. Sesindeki kararlılığa ve aç karnına bir sandalye tepesinde geçen bunca saate rağmen sükûnetine şaşırdı. Yüzünü görmek istedi tam da şimdi, bu değişmiş halini merak etti ama son bağırmasından beri suskun olan aynayı cesaretlendirmek istemedi. Bir de, örtüyü kaldırdığında görmesi muhtemel acayip görüntüyü düşünüp ürktü. Ne de olsa konuşan bir aynayı kızdırmak hiçbir makul insan için akıllıca bir davranış sayılmazdı.

Sabaha karşı dörtte sokağa çıktı Salih. Ortalamanın altında kirliliğe sahip her şehrin havasına gece düşen serinliği içine çekti apartman kapısında, zillerin ölgün ışığı ve uzaklardan gelen bezgin köpeklerin seslerini yedeğine alarak. Gök mavisi kot montunun orta düğmesi ilikli, elleri ceplerinde, geriye doğru esnedi. Tepeden tırnağa açık renkli kıyafetleriyle, çırağın güvenilirliğini denemek için ustası tarafından orta yere bırakılmış kâğıt paraya benziyordu. Turistlere, gurbetçilere, yazlıkçılara ve onların varlığından faydalanıp geceyi dışarıda geçirme fırsatı yakalayan yerli gençlere hizmet vermek için hâlâ açık olan birkaç kafe ve barın bulunduğu caddeye yürüdü. İlk kez sokağının caddeye bu kadar yakın olmasından memnun oluyordu. Kafelerden birinin bahçesine, yola en yakın masaya oturup, bir bira söyledi. Genellikle kuytuda bir masaya çökerdi. İçmeyi de sevmezdi evet, hatta burada bulunması da pek normal değildi. Lakin bugün normal şeylerin yerlerini tuhaflıklara bırakmak için kendisi gibi izinli olduğu bir gündü. Uzun süredir sadece kalemle çalıştığı için zayıflayan bileği, koca kulplu cam bardağı kaldırmakta zorlandı ilkin. Birası ısındığı hızla azalırken, yarın ne yapması gerektiğini düşündü. İşten istifa edecek, evdeki hepsi birbiriyle uyumlu eşyalarının çoğunu konu komşuya dağıtacak, sonra da her sabah işe giderken gördüğü yol üstündeki karavancıdan bir motokaravan kiralayıp kuzeye uzanacaktı. Güneye inip o kalabalığı, o sıcağı çekmeyi gözü yememişti hiç…

Planının harika olduğunu düşündü bir an, hem her sanatçı gibi böylece o da serkeş bir hayata adım atmış olacaktı. Bu büyük farklılık epey keyiflendirdi, yüzüne dışarıdan bakanların anlamlandıramayacağı yarı salak bir gülümseme yerleşti, gülümseme değil, resmen sırıtmaydı bu. Bir dakika sonra, zorlukla şişirilen ama ağzı bağlanmaya çalışılırken birden sönüveren balon gibi birden kayboldu neşesi. Bu plan da klişeydi işte, sıkıcı ve sıradan. Güzel sanatlardan mezun olup, bir iki eskizle, skeçle, besteyle para kazanmış çoğu sorumsuzun aklında kurulmuştu hesap. Vazgeçti, istifa etmekten, karavan kiralamaktan, kuzeye çıkmaktan. Planda değiştirmediği tek şey, gay modasının sinsice evine soktuğu anlamsız mobilyalardan kurtulmaktı.

3. Eminim bunu yapabileceğimi hiç düşünmedin.

Sabahın ilk ışıklarını, sabah namazını kılıp camiden dönmekte olan ihtiyarlardan sayıca üstün akşamcılarla birlikte gece oturduğu masada karşıladı Salih. İhtiyarların aksine huzurlu, akşamcıların aksine sarhoş değildi. Hayatının bundan sonrasının bugüne kadarkinden farklı olacağını bilmek, değişimi gerçekten istiyor olmasına rağmen, rutinler, alışkanlıklar ve otomatikleşmiş hareketler üzerine kurulu düzenini değiştirmek tedirgin ediyordu onu. Bu saatte belediye otobüsü kullanmanın, fırına simit hamuru atmanın, hastalara serum bağlamanın bunaltıcılığı üzerine düşünerek evine doğru adımlamaya başladı. Kocalarını işe uğurlayan bir iki ev kadını gördü onu sokaklarında. Bu saatte dışarıda ne işi olduğunu, dedikodu malzemesi toplamaya erkenden çıkan tüm mahalle kadınları gibi kendilerine sorup dudak büktüler. Kadınlardan birini fark eden Salih, anahtarını siyah ferforjeden yapılma sokak kapısının kilidine sokmaya uğraşırken başını iki yana sallayıp güldü, alaya alarak ve eğlenerek. Asansör olmasına rağmen teras kattaki dairesine merdivenlerden çıktı. Korkusu küçük olsa da evde onu öfkeli bir aynanın bekliyor olma ihtimali, eve gidişini biraz geciktirmesine sebep olmuştu. Dairesine girip sağa, salon yönüne dönüp yürümeye başladı. Solunda kalan yatak odasının önünde duralayıp aynaya baktı göz ucuyla. Ne odada ne de aynada bir değişiklik olmadığını görmek rahatlattı biraz onu. Aynadan ses gelmemesini neye yorsun bilemedi, fırtına öncesi sessizlik mi, yoksa görevi tamamlayıp gitmiş olması mı? Bir an, kapıyı açtığında ona hoş geldin dese ne de şahane olacağını düşünüp istemsiz bir kahkaha attı. İki bira onu çarpmaya yetmişti anlaşılan, “Sarhoşsun oğlum sen…” dedi içinden…

Mutfağa geçip okkalı bir kahve yaptı kendine. Hazır kahve daha kolay gelse de usulüne uygun olması için türk kahvesi yaptı, şekersiz. Kahvesini, geceden kalma ayazı korkuluklarında tutan balkonunda içti. Heves edip elleriyle yaptığı ve evde seri üretim olmayan tek eşya olan sedirin üstündeki sabah çiyi pantolonunu ıslatıp üşüttü Salih’i. Kıçından hissettiği serinlik çok hoşuna gitti. Boş fincanı bırakmak için girdiği mutfakta eli gayriihtiyari çaydanlığa uzandı. Tam sapından tutacakken vazgeçti, bu sabah kahvaltı hazırlanmayacaktı bu evde. Buzdolabını açıp bir iki lokma atıştırdı keyif alarak. Montunu kanepenin üstüne atıp televizyonu açtı. Yarım saatte bir aynı haberleri yayınlayan, aptallar tarafından yönetildiğini düşündüğü haber kanallarından birini açtı. Spiker sabahın köründe köri sosunun kansere karşı faydalı olduğunu söylerken, pervasız, aşağılayıcı ve kayıtsız bir edâyla içeri seslendi:

— Hişt ayna, görevini yerine getirdin. Ya da yanlışlıkla iyi bi’ şey yaptın. Bırakıyorum alışkanlıklarımı, klişelerden temizliyorum zihnimi. Ne yapacağıma karar vermedim ama daha. Hatta bundan sonra yarın ne yapacağıma karar vermeyeceğim hiç. Gelişine vuracağım, artık topun insafı, gol olursa ne âlâ. Üstünü örttüm diye küstün mü bana yoksa, neden ses vermiyosun? Tamam abartılı oldu belki ama düşünsene bi’, Kim Milyoner Olmak İster yarışmasına başvurursam yaptığınız en büyük çılgınlık sorusuna, kimsenin veremeyeceği bi’ cevap verebilirim. Konuşan bir aynanın üstüne çarşaf örttüm. (gürültülü bir kahkaha patlatıyor burada.) Cesaretle aptallık arasındaki ince çizgide parmakların ucunda durmak değil de nedir bu ha? Değişimime, sana dayılanarak başlamış olmam çok acayip değil mi sence de? Gizem, korku, gerilim hepsi bir arada. Tüm o zamanla, rüyalarla, maziyle, hatalarımla ilgili attığın nutuklar var ya, çok sıkıcıydı hepsi. Demek ki insanlarla konuşa konuşa onlara benziyorsunuz siz de. O yüksek perdeden konuşmalar, siz insanlar hayatın kıymetini bilmiyorsunuzlar, felsefi yükselmeler, yüze vurmalar falan, hiç etkileyici değil. Etkileyebilselerdi sen bunları yapmak zorunda kalmazdın di’ mi? İnsan dediğin böyle, aynı haltı tekrar tekrar yemenin cazibesinden kendini alamıyor işte. Önünden yürüyenin düştüğü çukuru görüp gene de oraya düşmek akılsızlığından zevk alıyoruz biz. Arkası sırlı bi’ camsın sen alt tarafı, bunu anlaman pek mümkün değil. Sen karışında dikilip kendine bakan adama birden konuşup altına sıçırtmayı bilirsin ancak…

Bunları söylerken gözünü ayırmadığı, ama ne söylediğini dinlemediği haber kanalının sol alt köşesindeki saate baktı. Yedi buçuk olduğunu görünce, uzaktan kumandayı köşe koltuğun öbür ucuna fırlatıp yerinden kalktı. Hızlı adımlarla evden çıkıp sokağa indi. Caddenin hemen girişindeki hırdavatçıya vardığında, mahmur gözlü çırağın kepengi henüz kaldırdığını gördü. Onunla birlikte içeri girip afyonu patlamamış gencin öfkesini de kazanarak bir cam kesici satın aldı. Sonra da güneşi arkasına alıp karşı kaldırıma geçti. On dakikalık bir yol yürümesi gerekecekti sıradaki alışverişi için, ama olacaklar için buna değerdi. Soluksuz kalıp koltukaltlarındaki ve boynundaki ter gözle görülecek kadar belli olmaya başladığında internet kafeye girdi, DVD film de kiralayan…

— Bana şu filmleri verir misin hemen? Matrix, seri olarak. Oceans’ serisi, Fight Club, Scream’in ilki, B sınıfı, kampta dehşet falan gibi birkaç genç korkusu, Scary Movie’nin tamamı, Rocky’nin ikincisi, Terminatör’ün hepsi, The Shining, Taxi Driver (bunu söylerken katıksız bir neşeyle haykırarak güldü Salih…) ve tabii Godfather…

Listedeki filmlerin hepsinin tamamlanması biraz zamanını aldı, bir ikisinin internetten indirilmesi gerekti. Filmleri de alıp geldiği gibi hızlı adımlarla yürüyerek eve vardı. Duş almadan rahatlayamayacağını hissedecek kadar yorulmuş ve terlemişti. Sabah onu gören kadın geldi aklına; keşke şimdi de görseydi de merakı katlansaydı. Hiçbir şey öğrenememenin vereceği çaresizlikle kıvranmasını hayal etti kadının, kesin öğlen çay içerlerken konuşurlardı kendisinden…

Bu sefer asansörle çıktı dairesine. Birazdan olacakların hayali ile fena keyiflenmişti. Dairesine girip direkt yatak odasına daldı. Hızlıca aynanın üstündeki çarşafı çekti. Bunu yaparken elinde olmadan gözlerini kapattı, yüzünü yana çevirdi. Eğer ayna ona bir büyü ya da benzer bir şeyle saldıracaksa bu yaptığı zaten bir işe yaramayacaktı. Öbür türlü sadece korkutacaksa yüzünü bir troll yüzüne benzeterek meselâ, gözlerini kapatmak ilk şoku yaşamasını engelleyeceği için etkili bir savunma yöntemi olacaktı. İkisi de olmadı. Aynada gene kendi görüntüsü vardı.

— Ayna ayna söyle bana, çok sıkıldın mı karanlıkta? (sırıtıyor bunu söylerken…)

— Sen bi’ aynanın kendisiyle konuşabileceği en gerzek insansın.

— Aynalar acı konuşur derlerdi de böylesi hiç aklıma gelmemişti. Kırıcı olma lütfen…

— Sana hayatını şimdikinden çok daha iyi hale getirecek şeyler söyleyecektim, şansını kaybettin. Konuşan bi’ aynayım ben, sana hangi esrarlı yolların kapılarını açabilirdim düşündün mü hiç?

— Ne söyleyecektin meselâ? Sayısal numaralarını mı, altılı listesini mi? (iyiden iyiye dalga geçmeye başlamıştı aynayla…) Kapılar demek, tavşanın gittiği deliğin de var mı böyle bi’ kapısı? Arkanın sırlanmasının hangi aşamasında öğreniyosun bunları? Yoksa camının kilinde mi var bu bilgiler? Belki de eski bi’ bilgenin mezarının üstündeki topraktan yapılıyorsunuzdur bütün konuşan aynalar ve fal taşları…

— O sandalyeyi al oradan, vur bana, parçala beni…

— Yok, sana bunu yapamam, ne de olsa bi’ hukukumuz var di’mi ama…

Senin için daha güzel bi’ planım var.

Poşetleri aynaya karşı sallayarak gülümsedi Salih, sonra da cam kesiciyi çıkardı.

— Ne yapacaksın onunla bana?

— Korkma yahu. Üremene yardımcı olacağım bununla, çoğalacaksın sayemde. Senin gibi bi’ aynadan herkeste bi’ tane olmalı. Ben de kendilerinden nefret ettiğim bi’ kaç arkadaşıma senden hediye etmeye karar verdim. Canını yakmayacağım endişelenme ya da yakacağım bilmiyorum, üstten üstten konuşup ukalalık yapabildiğine göre, belki canın da yanıyodur. Göreceğiz.

— Bunu yapamazsın.

— Deneyip öğrenelim hadi…

Salih güçlendiğini, tazelendiğini, yenilendiğini ve de yaşadığını hissettiren bir neşeyle aynayı çerçevesinden sökmeye başladı. Ayna onu lanetlediğini söylüyordu bu sırada, Salih’in çok da umurundaymış gibi. Ayna tamamen söküldüğünde, onu yerdeki uzun tüylü bej renkli halının -evden gidecekler listesine halıyı da ekledi.- üstüne koydu. Cetvel yardımıyla, cam kesiciyle birbirine eşit 4 parça çıkardı. Bu parçalar aynanın yarısına karşılık geliyordu. Kalan birkaç işe yaramaz parçayı da kesip ayırdı.

— Bitti sayılır, bunlar senin parçaların. Hediye edilecek olanlar, dedi sesi kesilmiş olan aynaya.

Aynanın ölmüş olabileceği gibi köküne kadar absürd bir fikir geldiyse de aklına, tüm olanlardan sonra bile yine de çok saçma göründü. Sonra aynanın yerde kalan ve kenarlarını düzelttiği yarısını alıp salondaki büyük ekran led televizyonun karşısına oturttu. Diğer poşetten DVD’leri çıkarıp Rocky 2’yi oynatıcıya taktı. Play tuşuna basıp film akmaya başladığında televizyona sırtını döndü, aynaya, ya da ondan kalana baktı.

— Bundan sonra günlerin böyle geçecek konuşan gizemli ayna. Ben işe gideceğim, sen de film izleyeceksin. Merak etme, posası çıkmış, klişenin dibine vurmuş ne kadar film varsa alacağım sana, hatta istediğin film varsa söyle, onu da alırım. Yalnız rica edeceğim, akşam geldiğimde edriyın diye bağırma…

  • Öykü Ne Değildir Vol.1:
  • Öykü teşbihlerden ibaret bir form değildir. Her cümlede bir şeyleri başka bir şeylere benzetmek, okurda sadece kafa karışıklığına sebep olur. Böyle öykülerde karşımıza çıkan, bir hikaye değil, sadece sarhoş atlara benzeyen anlatıcılardır. (A.E.)