Yolculuklarda okumayı ve düşler kurmayı severim

NECİP TOSUN
Abone Ol

Hiç arabam olmadı çünkü araba kullanmayı değil yolculuklarda okumayı ve düşler kurmayı severim. Okumak ve düşlemek. Okumaktan yorulduğum anda ise sanki hayat albümümü karıştırıyor gibi fotoğrafların peşine düşerim. Onların seslerini, anıları, çağrıştırdıklarıyla başka bir zihni yolculuk yaparım. Bu yüzden yanımdakiyle konuşmam ve iç seyahati severim.

12.03.2006

Mustafa Kutlu ve Rasim Özdenören, Türk öykücülüğüne büyük emekler vermiş ve ustalıklarını kanıtlamış yazarlar. Kuşkusuz her ikisi de ayrı ayrı damardan beslenen, ayrı öykü anlayışlarını benimsemiş öykücülerimiz. Her biri kendi öyküsünü yazıyor. Öyküye bakışları, kavrayışları, biçimleri farklı. Bu farklılıkları da elbette öykümüzü zenginleştiren bir durum.

Bu iki yazarı karşılaştırmak apayrı bir inceleme konusu. Ama ben iki fotoğrafla bunu anlatmaya çalışayım.

Mustafa Kutlu dendiğinde zihnime, bir kahvede, yanındaki insanlara sigara dumanları arasında durmaksızın bir şeyler anlatan bir hikâyeci fotoğrafı düşüyor. Gülüyor, şakalar yapıyor, sağa sola laflar yetiştiriyor. Hasbi, kalbi ve sahih. Ne biçim kaygısı ne kurgu ne de dil. Edebiyat umurunda bile değil. Hepsini aşmış, coşkulu ve içten, anlatıyor, anlatıyor.

Rasim Özdenören dendiğinde ise çalışma masasında oturmuş, arkasında bir yığın kitap, hemen yanında sözlükler, kuram kitapları bulunan ciddi bir yazar fotoğrafı. Odada çıt çıkmıyor. Fonda belki bir klasik müzik çalıyor. Yazıyor, çiziyor, kurguluyor. Her kelime üzerine yeni baştan düşünüyor, odanın içinde dolaşıyor. Dilin, kurgunun kusursuzunu arıyor. Arada bir kalın gözlüklerini düzeltiyor.

Yani biri “anlatıyor”, diğeri “yazıyor”. Bu fotoğraf aslında iki yazarın tüm yazarlık serüvenlerini özetliyor.

10.03.2006

Çoğunlukla öykü yazma anım, çok sıkıldığım, hayatın, gündelik olumsuzlukların beni bunalttığı anlar. Bu anlamda öykü benim için, yolunda gitmeyen şeylere, yaşanan olumsuzluklara atabileceğim en güzel çığlık, başvuracağım en önemli başkaldırı biçimi. İşte öykünün benim için böyle bir “tutamak” fonksiyonu var. Öykü yazarak bu olumsuzlukları önleyebileceğimi elbette düşünmüyorum. Ama ne yazık ki bundan daha etkili bir başkaldırı biçimim, yeteneğim de yok. Öykü yazarak, hissettiklerimi tutanaklara geçirmek istiyorum, o kadar.

Nisan 2006

Yıldız Sarayı’nda Türkiye Yazarlar Birliği ödül törenindeyiz. İçerisi buz gibi. Ben de Otuzüçüncü Peron’a verilen öykü ödülünü alacağım. Önce İsmet Özel’e ödülü verildi. Özel, güzel bir konuşma yaptı. Özel konuşmasında aslında ödülün para olarak verilmesi gerektiğini belirttikten sonra Batı’dan örnekler verdi. Özel ardından konuyu Batı’ya ve Nobel ödüllerine getirerek ödülün Orhan Pamuk’a verileceğini iddia etti. Ben kürsüde konuşmadım. Zaten İsmet Özel’den sonra kürsüden konuşmam ayıp olurdu.

Bir ara ödül alanlardan Serdar Tuncer, Sezai Karakoç’un bir şiirini okudu. Ben İsmet Özel’e baktım, o da sevgiyle dinledi. Zara da güzel bir ilahi okudu, sesi sarayın tavanlarında yankılandı. Ödül töreninden sonra Ayşe Kara ile birlikte arkadaşlarla bulaşmak üzere oradan ayrıldık. Ahmet Kekeç, Cafer Turaç, Ömer Lekesiz, Ayşe Kara buluşup edebiyat, sanat, hayat konuştuk. Bir ara Cafer Turaç Hece ile ilgili sitemini iletince Kekeç devreye girdi “Hep Necip Tosun yapmıştır,” diyerek esprisini yaptı.

20.04.2007

Şimdilerde, yenilikçi, özgün, atak öykü anlayışına ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Özgünlüğü, her öyküde yeni biçimsel denemelere girişmek anlamında değil içimizin yankısına uymak, anlatımımızı kendimize ait kılmak, özgür davranmak, yeni keşifler yapmak, yeni yeni yolculuklara çıkmayı göze almak anlamında kullanıyorum. Evet, yeni şeyler söylemek gerek. Yarınlara kalmanın asgari şartının kendine ait bir öykü evreni oluşturmaktan geçtiğini, kendine ait bir öykü evreni oluşturamayanların hep birilerinin gölgesinde kalacağını düşünüyorum. Türk öykücülüğünün son zamanlarda en büyük sorunu, donuk, silik, kişiliksiz bir öykü anlayışına mahkûm olmasıdır. Bu nedenle klişe yazınsal alışkanlıkları aşan deneysel çabaları öykücülüğümüz için kaçınılmaz bir gereklilik, ihtiyacı olan bir zenginlik olarak görüyorum. Çünkü genelde sanat özelde de öykü, gerçekliği yeniden yaratmaktır, hem de öznel biçimde.

Ama kastettiğim, bir birikime ve kendiliğindenliğe yaslanmayan içi boş bir artistlik, deneysel karmaşa değil elbette. Gerçekliği yeniden, yeni bir bakış açısıyla ve yeni bir biçimle kurma girişimi. Öncü, yenilikçi çıkışlar. Piyasadaki kötü örnekler cesaretimizi kırmamalı. Bu kaotik ortamın, karmaşanın, zihni bulanıklığın öykü diliyle izahını bulmak gerekiyor. Öyküye yeni anlatım olanakları kazandıracak, öykücülüğümüzü yeniden o parlak günlerine kavuşturacak öncü, yenilikçi çıkışlara ihtiyacımız var.

2007

Hiç arabam olmadı çünkü araba kullanmayı değil yolculuklarda okumayı ve düşler kurmayı severim. Mesleğim gereği çok yolculuk yapmam gerektiği için yolculukta da bir yöntem bulmam gerekti. Okumak ve düşlemek. Okumaktan yorulduğum anda ise sanki hayat albümümü karıştırıyor gibi fotoğrafların peşine düşerim. Onların seslerini, anıları, çağrıştırdıklarıyla başka bir zihni yolculuk yaparım. Çünkü yolculuk bir anlamda insana kendi kendisiyle zorunlu yüzleşme imkânı yaratır. Pek çok öyküm, öykü parçalarım ve onların ipuçları kendi kendimle baş başa kaldığım bu yolculuk anlarında oluşmuştur. Bu yüzden yanımdakiyle konuşmam ve iç seyahati severim.