Yerli Yersiz Rüyalar
Uzun zamandır buradayım. Gördüğüm rüyalar bitmedi bir türlü. Her gördüğüm rüya sanki içimde bir kemiğe saplanıp kalıyor hâlâ. Rüyalarımı anlatıp duruyorum herkese ancak bendeki yangın sönmüyor, içim mahşer yeri. Bir kuyu dolusu su içsem ancak sönecek ruhumun ateşi. Ağzımı açsam kelimelerden alevler sarıyor dört bir yanı.
“ve Yusuf rüya görüp kardeşlerine bildirdi ve ondan daha ziyade nefret ettiler.”
Tekvin
Eskiden rüyasız günlerde, koruyan sessiz bir tılsımın içindeymişim, bilemedim. Şimdi uzandığım hastane yatağında anlıyorum bunu. Öyle ki sessizlik uğultuda bilinen bir şeymiş. Harun her akşam olduğu gibi saatine baktı. “Az kaldı ağbi, tezgâhı toparlıyorum,” dedi. Gümrük Han’da dükkânlar kısa günlerde altı olunca kapanırdı. Yılın kısa günlerindeydik. Tezgâhlarda ipek şallar, gümüşler, altınlar, kilimler, baharat kokuları, kuru meyveler, halılar, yolluklar, sedef saplı bıçaklar, kehribar tespihler, ağızlıklar, keçeler, kürkler, eski ama soluğu yitmemiş yüzlerce kitap, kaçak elektronik mallar, cep telefonları, dilencilerin bakışları, Çin malı oyuncaklar vardı. Ve yüzlerce yıldır üzerimize asılı bu kubbedeyse yankısı hâlâ süren Türkçe, Kürtçe, Arapça, Ermenice, Süryanice, yüzlerce yıl, milyonlarca ayak sesi, milyonlarca farklı renk üzerimizde asılıydı.
Bütün bunlar o günlerde benim için ne kadar anlamsızdı. Harun’la birlikte diğerleri de toparlanmaya başladı. Son çayların boşalan bardaklarını da aldı garson çocuk. Günün en civcivli saatiydi. Kapanan kepenkler, son dakika müşterileri, akşam pazarlıkları, ustasına seslenen çıraklar, ayaküzeri laflamalar. Her şey olup biterken benim ağzımda mide suyunu andıran bir tat vardı. Kuru ağaçlardan gelen ve daha önce hiç bilmediğim bir koku bu tadı pekiştiriyordu. Ağaçların adlarını düşündüm. Hatırlayamadım. O günlerde birçok şey dalgınlıklarıma karışıyordu. Mütemadiyen unutuyordum. Yaşamla aramda renksiz, buruşuk bir perde geriliydi. İçimde. Kaburga kemiklerimin altında derin bir boşluk hissediyordum. O gün han, içine atıldığım bir kuyuydu.
Yüklendiğim rüyalarla bir çölün derinliklerine düşmüşüm. Bilemedim. Akşam şehir yine yer değiştiriyordu. Arabalar, dolmuşlar, otobüsler, yaya insanlar, kuşlar. Allah’ım bir çılgınlık devri bu yaşadığımız; bir akıl tutulması. Bu çılgınlığa şakır şakır yağan yağmur, arabaların telaşlı kornası, başörtülü bir kadının topuk tıkırtıları, karmaşayı bir anlığına durduran gök gürültüsü de eşlik ediyordu. Hayat insanlar için rengi soluk, cızırtılı bir televizyon gibiydi. Harun, “Handan beri hiç konuşmadın ağbi, hayırdır,” dedi eve doğru yol alırken. Harun’a bakıp aldırma mahiyetinde gülümsemeye çalıştım. Uykularımı bölen rüyalarım var Harun.
Gözlerimi dağlayan. İnim inim inleten. Unuttum dedikçe kendini hatırlatan. Bir bıçak gibi beynime dalan rüyalar. İçimde günden güne kötü niyetli bir ur gibi büyüyorlar. Bulanığım. Tekinsizim. Ürküyorum kendimden. Geceden korkar oldum Harun. Ya da ağaçları ansıyamıyorum, kuşları, rüzgârı, suyun sesini, Ayn- Zeliha’da içtiğim çayın tadını, Halil-Ür Rahman’ın huzurlu avlusunu, güvercinleri, yıldızların parlak ışıklarını. Canım yanıyor Harun. Demeli miydim ona? Diyemedim. Sustum. O an ben yazıldığı metnin bağlamından koparılmış bir roman cümlesiydim.
Güneş batmaya başladı ve Midak Sokağı kahverengi ışıkların oluşturduğu bir peçeye büründü.
Her sabah erkenden uyanıyorum. Gece eriyip yitmiş bir mumun müşkülpesentliğiyle hemşirelerin ve doktorum Erdal’ın gelmesini bekliyorum. Yattığım yatak beyaz, hastane kokusu sinmiş örtülerle kaplı. Sevmiyorum bu kokuyu. Gözümün önüne gece gördüğüm rüya gelip dikiliyor. Kerpiç bir ev ve sönmüş bir ay dökülüyor önüme. Gecenin bir yarısı. Ben ayı tutuyorum kollarından, kaldırıyorum. Ay bir toz bulutu olup uçuyor dört bir yana. Zihnim manik hayallerin istilasına uğruyor. Rüyalarım ve kurduklarım birbirine karışıyor. Gerçekliğe tutunmak için saatin kaç olduğunu soruyorum yan tarafımda yatan Eyüp’e. Kolunu yüzlerce yıldır yaşayan bir çınar vakarıyla kaldırıyor ve fısıldayarak, “Bin yıl önce bin yıl sonra,” diyor. İkimiz de içinde bulunduğumuz şu berbat duruma bakıp gülemesek de anlamlı bir şekilde tebessüm ediyoruz. Hemşireler ve doktorumuz Erdal içeri geliyor şimdi, sabah ziyareti diyorlar buna.
Erdal önce mır mır dua eden Eyüp’e soruyor, bu sabah nasılsın, diye. Eyüp ona bakıyor ve bitik bir halde, “Derilerim pul pul dökülüyor, içimde kusamadığım bir irin var, üstelik bu delikte insan nasıl olur ki,” diyor. Erdal, “Haklısın kardeşim ama sabret az daha sabret ben seni iyi edeceğim, şifan elimde,” diyor. Eyüp, “Şifa yok benim derdime doktor, suyumu aldılar elimden, suyum balçak akıyor artık,” diyor. Doktor ilaçları uzatıyor ona, “Mucizeye gerek yok senin şifan bunlardır,” deyip bana dönüyor. Bu ikisi her sabah böyle, Erdal ona ilaçları anlatırken Eyüp ilacının su olduğunu ısrarla söylüyor. Eyüp’ün bu sözleri hoşuma gidiyor. Öyle ki söylediklerinde bir anlam varmış gibi geliyor. Erdal bana, “Nasılsınız Yusuf Bey,” diye sorduktan sonra ekliyor, “rüyalarınız ne durumda, hala sizi sarsan rüyalar görüyor musunuz, rahat uyudunuz mu dün gece?” O konuşurken çarşaflar hâlâ çok kötü kokuyor. Ben ona dönüp rüyalar bana bir şeyler söylüyor sanki diyemiyorum.
O zaman deliliğim tam olarak tescillenir. Fakat acılarımı aktarıyorum ona. “Her gece zihnimdeki kuyu beni toz toprak içinde kalmış bir zamana götürüyor, sanki gönlümde yüzlerce yıl evvel açılmış onmaz bir yara var,” diyorum. Erdal, “Geçecek Yusuf Bey hepsi geçecek tekrar evinize, karınıza, oğlunuz Kenan’a kavuşacaksınız,” diyor. Kenan daha üç yaşında ancak o kadar uzak kaldık ki beni gördüğünde nasıl bir tepki vereceğini bile kestiremiyorum. Henüz on sekiz aylık bebekken ayrıldım ondan. Sebebi bu rüya görme hastalığım. Harun’la eve döndüğümüz gece sesler beni çıldırtacaktı. Kapıda zangır zangır titriyordum. Dış kapının eşiğinden zor attım kendimi avluya. Kendimden geçmek üzereydim. Üzerimde bir büyü var gibiydi. Karım Zeliha şaşkınlığını çabuk attı üzerinden. Banyoya sokup soğuk suyun altına yatırdı beni.
Üşüyorum diyebildim. Yatağa götür, ört beni. Öylece uyuyup kalmışım sonrasını hatırlamıyorum. Aynı gece gördüğüm bir rüyadan sonra fırlamışım sokağa hem de bütün esvabımı çıkartıp. Yalınayak, başıkabak, yani anadan üryan, Urfa sokaklarında, “Yusuf’um ben Kenan’ın koynunda,” diye bağıra bağıra sesim kısılmış. Sabaha karşı Balıklı Göl’ün doğusunda, kalenin eteklerindeki çift mağaranın altında küçük oyuklardan birinde bulmuşlar beni. Oradaki camilerden birinin müezzini sabah ezanından evvel beni bir o yana bir bu yana koşarken görüp, takip etmiş. En sonunda yorgunluktan sere serpe uzanmışım oyuğun içine. Bir köpek gibi hırlıyormuşum. İşte bu rüyadan sonra almışlar beni hastaneye. Çat pat kulağıma çalınan ve biraz da bizimkilerin ifadelerinden anladığım kadarıyla Urfa sokaklarında adım deliye çoktan çıkmış.
Uzun zamandır buradayım. Gördüğüm rüyalar bitmedi bir türlü. Her gördüğüm rüya sanki içimde bir kemiğe saplanıp kalıyor hâlâ. Rüyalarımı anlatıp duruyorum herkese ancak bendeki yangın sönmüyor, içim mahşer yeri. Bir kuyu dolusu su içsem ancak sönecek ruhumun ateşi. Ağzımı açsam kelimelerden alevler sarıyor dört bir yanı. Vah ettim. Kendime. Dünya bir eziyet kadar dar. Zamanın neresinde yer alıyor burası. Kara bir suskunluğu anlatan kelimeler birikiyor dilimde. Kimsenin kuramadığı cümlelere doğru götüren kelimeler. Yutkunuyorum. Kelimeler her sabah bir kuyuya taşıyor aciz bedenimi. Sesime ses ver ya rabbi, dilime karşılık bir dil! Ziyaret saatinde babam ve Zeliha yanlarında hoca görünümlü gözleri görmez bir adam getiriyorlar. Adamın üzerinde eski, uzun bir fistan var. Başına da beyaz bir sarık dolamış. Ancak üzerindekiler alabildiğine temiz. Yüzünde beyaza yakın bir pembelik var.
Babam ve Zeliha’yla konuşurken birkaç adım ötede, havayı kokluyor, daha çok bir kokuyu tanımaya çalışıyor gibi. Babam ona dönüp “Yakup’tur o,” diyor. “Rüyalarını dinlemeye geldi, inşallah seni iyi edecek.” Babam ve Zeliha geri çekiliyor. Yakup elinde bir kova ve bir bezle geliyor yanıma. Elini yüzüme sürüyor, o görmez gözlerinden yaşlar akmaya başlıyor. Yüzümün her yanına tek tek elini sürüyor, yüzünü yüzüme değdiriyor. Önce oldukça tedirgin oluyorum ancak yüzünü yüzüme sürünce içime bir ferahlık geliyor. Yüzlerce yıl evvelinden bir koku doğuyor içime; bir koku ama çarşaflarınkine benzemeyen... Sancımı hafifletiyor. Yakup yanında getirdiği içi su dolu kovadan beyaz bir bez çıkarıp yüzümü gözümü siliyor. Yüzümü sildiği beyaz bez kirden tozdan kararıyor. Sonra bezi kovaya daldırıp “Anlat oğul neydi gördüklerin,?” diyor. “Ben yıllarca içimi kemiren rüyaları teker teker suya dalıp çıkmış beze anlatıyorum.”
Yakup her rüyadan sonra bezi alıp kovaya sıkıyor ardından geri kovaya daldırıyor; seriyor önüme ve yineliyor, “Anlat oğul neydi gördüklerin?” Ben anlattıkça içimdeki kor alev sönüyor, dinginleşiyor, alev şırıl şırıl akan bir dereye dönüyor. Kovanın içindeki su en sonunda simsiyah irine dönüyor. Ben son rüyamı anlatıyorum, son rüyam son nefesin sakinliği gibi geliyor bana. Yakup bezi son kez kovaya sıkıyor ve kovayı kaldırıp kendi başından aşağı boşaltıyor. Simsiyah irin Yakup’u kirletmiyor. Aksine o daha da kutsal bir beyaza bürünüyor. Bütün bu olanlar ne kadar sürdü bilmiyorum ancak ben içimde yüzlerce yılın ağır yorgunluğunu hissediyordum, gözlerim kendiliğinden kapanmıştı. Uyandığımda zihnim fırtına sonrası bir denize dönmüştü. Berrak ve huzurlu. Her şey bir rüyadan ziyade karabasan gibi görünmüştü bana.
Yine sevmediğim beyaz çarşafların arasında olduğumu anladım. Yan tarafımda yatağında iki büklüm olmuş mır mır dua eden Eyüp’e saat kaç diye sordum. Eyüp her sabah olduğu gibi, “Bin yıl önce bin yıl sonra,” dedi. Her şey aynıymış gibi görünse de o gün içimdeki alev olmadan uyandığımı fark ettim. Önce bir kuyunun derininde ardından bir zindanın duvarları arasında çile gördükten sonra feraha ermiştim. Çok zaman sonra rüzgârın yüzüme vuran huzurunu ansıdım. İnsanların pırıltılı yüzünü, baharın kokusunu, köpüklü bir biranın tadını, hanın gürültülü şenliğini... Toprak kokusu yayılıyordu odanın içerisine. Yakup, dedi içimden bir ses. Beni bilen Kör Yakup. Gözlerimi kapattım; çölde kerpiç bir eve doğdum. Her şeyi büyüten yazı, her şeyi sonsuz rüyalara taşıyan söz... Çarşafların kötü kokusunu duymuyordum artık.
- Ali Yağan’ın bir dergide yayımlanan ilk öyküsü... Sonraki sayılarda başka ve en az bunun kadar iyi öykülerini okumaya devam edeceğiz. Sen bir öykücünün doğuşuna tanıklık etmeyi seversin ey okur. Gerçi dergide eser yayımlamak bir doğumdan çok ilk adımlara benzetilebilir ama uzatmayayım, buyrun işte siz işte öykücü. Şahit olun. (A.E)