Yeraltında uysal bir ruh ve garip mağlubiyetler
Dostoyevski okuru olmak bir yolculuğa çıkmaktır. Hangi kitabından başlarsanız başlayın, her bir durakta büyüyen bir açlıkla mücadele etmek zorundasınız. Mağduriyetin asaletine, sefaletin kutsallığına, tiradların tiranlığına hoşgeldiniz. Dostoyevski ile tanıştıktan sonra kendisinden bir Dostoyevski karakteri yaratmaya çalışmayan kaç gerçek okur vardır ki?
Yeraltında Bir Karşılaşma
Benim Dostoyevski’yle ilk tanışmam mesela. Evet kesinlikle bir sürpriz. Sürpriz, ışıltılı, temiz bir mağlubiyet: Bir askeri lise. Ceza almaktan bunalmış, hafta sonu cezalıyken kendine okuyacak bir roman arayan “vukuat” bir öğrenci. Ve uçsuz bucaksız gibi görünen bir kütüphane. Çoğu serüven romanında okyanusta rehbersiz bir gemi, eninde sonunda mercan kayalıklarına çarparak alabora olur. Kitaplar okyanusunda rehbersiz bir saf okur için de durum çoğu zaman aynıdır.
Bugün hikâyeyi şimdiki zamandan geriye doğru anlatırken görüyorum ki; parmaklarım Suç ve Ceza’nın raf numarasını yazan kütüphane kartına değene kadar, bu tehlike benim için de hep vardı. Ama hep söylendiği gibi bir kere büyük bir eserle karşılaşınca bir daha asla eskisi gibi olamaz insan. Görkemli bir isme sahip bir Rus’un suçlar ve cezalarla ilgili yazdığı o garip, uzun mu uzun, hezeyanlar, burkulmalar, azaplarla dolu romanla, bir askeri öğrenci karşılaşınca ama gerçekten karşılaşınca ne olabilir? Kesin bir mağlubiyetten başka.
Çoğu zaman hayat, insan zekâsının yarattığı/yaratabileceği en sıkı kurmaca eserleri bile gölgede bırakacak kadar önceden kestirilemez ve sürprizlerle doludur. Öyle ki bu olaylar, süslü cümlelerle ifade edilmeye gerek duymadan; vasat bir muhabirin acemi, bayat kelimeleriyle arz edilmiş bir gazete haberi iken bile, sırf var bulundukları için dahi görmezden gelinemez birer sanat eseridirler. Rasim Özdenören, bir sohbetimizde “kurmaca yazarı, eserinde yağmur yağsın istiyorsa biraz önce kara bulutları göstermiş, en azından şimşekleri çaktırmış olmalı. Oysa hayatın ön hazırlığa ihtiyacı yoktur.” demişti. Az önce bahsettiğim karşılaşmada ise şimşekler önceden değil, ağır ağır çaktı. Bütün bir okurluk yolculuğuna sindirilmiş, döküleceği denizi arayan parıltılı bir nehir gibi sonu gelmeyen uzun bir yıldırım. Uzun bir iç çekiş, uzun bir yakarış. Dostoyevski okuru olmak bir yolculuğa çıkmaktır. Hangi kitabından başlarsanız başlayın, her bir durakta büyüyen bir açlıkla mücadele etmek zorundasınız. Mağduriyetin asaletine, sefaletin kutsallığına, tiradların tiranlığına hoşgeldiniz. Dostoyevski ile tanıştıktan sonra kendisinden bir Dostoyevski karakteri yaratmaya çalışmayan kaç gerçek okur vardır ki?
Uysal Bir Ruh Üzerine
Modern zamanların yazarının, kendisini bıkıp usanmadan kovalayan mantık/gerçekçilik hayaletinden kurtulup da yeterince özgür olamayışı gibi belalı bir hastalığı var. O, son tahlilde yazdıklarını en başta kendi tutarlılık meraklısı zihnine, sonra da aynı dertten muzdarip okura kabul ettirmek zorunda hisseder kendini. Kim bilir bu zorunluluğu besleyen, oluşturan sebeplerin en büyüğü teknikle/teknolojiyle kuşatılmış zihinlerin tüm zavallılığıyla çoktan mucizelere kapanmış olmasıdır. Yine de üçüncü sayfa haberi olmaktan öteye gidemeyecek, mükemmelen ve kendinden ironi ile süslenmiş, olağanüstü haberlerin/olayların göz alıcı parlaklığı ve gerçeğin kurgu karşısındaki büyülü yabanıllığı hangimizin dudaklarını uçuklatmaz? Yağmur duasına çıkmış gibi umutla gözlerini gazete sayfalarına sabitleyen üçüncü sayfa takipçisi yazarlar yok mudur?
Suç ve Ceza’dan bahisle başladım ama bahsetmek istediğim başka bir uzun öykü: “Uysal Bir Ruh”. Deminden beri methiyeler düzedurduğumuz üçüncü sayfa haberlerinden esinlenerek yazılmış öykülerden biri. Dosto, elinde Meryem Ana ikonası ile intihar eden genç bir kız üzerine okuduğu gazete haberinden esinlenerek yazmış bu uzun ve çarpıcı öyküyü.
Öykünün ana karakterleri, henüz intihar etmiş genç bir kız ve “Ama ne olursa olsun olanları kendim nasıl anlıyorsam öyle anlatacağım. Benim için bütün bunlardaki en dehşet verici yan her şeyi anlıyor olmam” diyerek söze başlayan, çırpınarak, nefes nefese bu süreci bize anlatacak olan tefeci koca.
“Uysal bir Ruh”, kendi esrarını bünyesinde barındıran bir olayın, nasıl bir öyküye çevrileceği sorusuna cevap veren bir atölye çalışması adeta. Dosto, alışılmadık bir hızla karakterlerini oluşturuyor öyküde. Genelde kullandığı üçüncü tekil şahsın yerine birinci tekil şahıs kullanmayı seçmiş olması bu hızın sebeplerinden biri sayılabilir. Yeraltından Notlar ve Delikanlı’nın, yazarın birinci tekil şahısta yazılmış diğer eserleri olduğunu düşünürsek, elimizdeki öykünün ne yoğunlukta bir metin olduğu da ortaya çıkar sanırım. Anlatımın Yeraltından Notlar’a benzeyen bir diğer yanının da kahramanın sayıklamayı andıran üslubu olduğunu ekleyelim.
Karakterlerin en önemli ve güçlüsü, biz zavallı Dostoyevski okurlarına hiç de yabancı değil. Sefalet! Dostoyevski, insanların maddeten yaşadığı sefaleti ustalıkla anlattığı gibi ruhun sefaletini de aynı ustalıkla dolaysız ve derinden anlatır. O birçok yönüyle sefaletin yazarıdır. Hatta adeta bu sefaleti yazmak için eline kalem almış gibidir. İntihar eden genç kız, düşkünlüğüne rağmen tüm güzelliği ve gururuyla maddi sefaleti temsil ederken, rahatlıkla söyleyebiliriz ki tefeci, ruhi sefaleti temsil etmektedir.
Dostoyevski’nin eserlerinde güzel, gururlu, kültürlü ve fakat fakir genç bir kız varsa her zaman onun düşkünlüğünden faydalanacak, genç kızı “sefaletten kurtararak” bir yandan “iyi bir seçim yapmış olmakla” övünüp diğer yandan onun minnetiyle tatmin olacak bir küçük burjuva da olacaktır: Maddi ve manevi sefaletin göz alıcı çarpışması.
Kız, uzun bir süre kendisine yapılan düşkünce teklifi reddetse de Dostoyevski evreninde ruhsal sefalet başlangıçta hep kazanır: Trajedinin yeniden doğuşu! Eserde önce bu karakter, iki dükkân sahibi şişko komşu gibi görünmektedir. Ama aslında tefeci kahramanımız da rahatlıkla bu sınıfın içinde sayılabilir ki bu yüzden şişko dükkân sahibi birkaç cümle dışında pek fazla anılmamıştır. Genç kız aynı zamanda aldığı iki evlilik teklifinden birini seçmek zorunda kalmış ve seçim yaparken her iki seçimin de kendisini felakete sürükleyeceğini biliyor gibi davranmıştır. Durum tefeci açısından bakınca daha da acıklıdır; sırf utangaç ve hayata diğerlerinden azıcık daha eğreti bakan bir adam olduğu için bir kez toplumdan dışlanmış ve özgüvenini kaybettikten sonra (ruhen sefalete bulaştıktan sonra da diyebiliriz) bir daha da kazanamamıştır. Sırf özgüven yoksunluğundan ve ruhunda esen çapraşık rüzgârların etkisinden dolayı hem kendinin hem genç bir kızın hayatını mahvetmiştir. Bu yönüyle hikâyenin hem zalimi hem mağdurudur. Genç kızı da hem hayallerinin kadını hem intikam aracı yapmıştır. Son sözü bu yüzden şaşkınlıkla ağızdan çıkıveren son bir çığlık gibidir;
Hayır ciddi söylüyorum, yarın onu alıp götürdüklerinde ben ne olacağım?
Freud’un bile kendisinden insan ruhunun inceliklerini öğrendiğini itiraf ettiği Dostoyevski, bu öyküde olduğu gibi diğer romanlarında da tek bir konuda gözle görülür bir şekilde taraftır -hayatı tefecilere olan borçlarını ödemekle geçtiğinden belki de- ve taraf olmanın verdiği körlük içersindedir. İş alacaklının ruhuna geldiğinde Dostoyevski bariz tiksintisi yüzünden neredeyse çuvallar. İlk defa kötü yalnızca kötüdür.
“Dünyadan intikam alıyorsunuz galiba değil mi?” diyerek küçümser tefeciyi daha ilk tanışmalarında 16 yaşındaki genç kız. O tefeciyle evlenmesi, ona borçlu olması, tefecinin entelektüel görünmek için Faust’tan alıntılar yapıyor olması bu durumu değiştirmez üstelik. Evlilikleri dahi tefecinin farkında bile olmadan bir alacaklı gibi genç kızın etrafında kâh sessizliğiyle, kâh gururuyla, kâh şirretliğiyle, kâh sızlanmalarıyla gittikçe daralan çemberler çizmesinden ibarettir. Bir şeyler isteyen, öykü boyunca adamdır hep. Genç kız ise en savunmasız olduğu bir anda ağzından kaçırıverir tüm dileğini: “Beni kendi halimde yaşayıp gitmeye bırakacağını sanmıştım.”
Dostoyevski’nin tefeci nefretinin bir yansıması daha: Adam, genç kızın trajik ölümüyle acı çekip ilenirken bile kızın ardından yalnızca(!) evlilik sözünü yerine getirmesini dilediğini söyler. Alacağını alamamış olan bir tüccarın tiksinç inlemeleridir duyduğumuz. Minnet avcısı tefeci, Dostoyevski usulü trajedinin masum kurbanını ölümünün ardından bile suçlamaya devam eder:
“O kördü, evet kördü. Şimdi öldü, beni duymuyor. Seni nasıl bir cennetle kuşatacaktım bilmiyorsun. Cennet benim ruhumdaydı, ona senin çevrende çiçek açtıracaktım!” (Bu ölümcül derecede hazin anda bile kuşatmaktan bahsediyor.)
İyi ile kötünün, günahla sevabın, karanlıkla aydınlığın, inançla inançsızlığın birbirinden ayırt edilemeyecek kadar yakın oluşunu tüm eserlerinde ustaca gösteren Dostoyevski sıra tefeciye geldiğinde öykünün kahramanının dilinden “Bir tefeci yine de bir tefeci olarak kalır” diye itiraf eder tiksintisini.
Garip Bir Mağlubiyet
“Uysal bir Ruh”, Dostoyevski’nin eserlerindeki posadan şikâyet edenlerin derdine derman olabilir. Her yazarın, özellikle kurmaca yazarlarının hep aynı şeyi, hep o bir şeyi yazdığını kim söylemişti? Dostyevski’nin bu öyküsünde de Suç ve Ceza’nın, Budala’nın, Kumarbaz’ın, Yeraltından Notlar’ın güçlü yankıları duyulmaktadır. Fakat bir farkla, Dostoyevski, “Uysal Bir Ruh”ta Nabokov’a göre zaten yetersiz olan romancı soğukkanlılığından, kurgu başarısından feragat eder ve ruhunun dalgalanmalarına karşı koyamaz. Belki de bu defa, bir kereliğine de olsa kurmaca değil hayat kazanmıştır. Bütün tutarsızlığı, içinde taşıdığı sürpriz unsurları, büyüsü ve tuhaflığıyla. Büyük Dostoyevski, o borçlarından bir türlü kurtulamayan adama, zavallı Fyodor’a; kurmaca, hayata ama nihayet tefeci de uysal ruhlu kahramanımıza karşı yenilmiştir. Romancı, insana yenilmiştir. Ama durun; belki de Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan tam da bu garip mağlubiyetlerdir.