Yankı
Kapının kapanmasına bırakın cevap verip geçmeyi, seviniyordum bile. Kapı kapandıysa bir süre o taraftan ses gelmeyecek demekti. Belki uzunca bir süre. Sevinir miydim etrafımdaki bütün kapılar kapansa?
Arkamdan geldi bu sefer. Yutkunmam bir oldu. Nefesimi koyuverdim. Zararsız tıkırtıların, belli belirsiz uğultunun arasından, bir sefer fakat kuvvetli. Hazırlanmaya müsaade etmeden ansızın ve soğuk. Ya bir dolabın kapağı ya bir çekmece. Günde belki onlarca kez duyulup geçilen özünde doğal, merak uyandırmayı bırakın, farkında bile olunmayacak bir küçük ahşap çarpışması. Fakat beynime sorsanız, sığınmış masumların kapısı kırıldı der balyozla. Yahut gülen bir çocuğun ağzının ortasına bir tokat atıldı. Babanın vurduğu yerde gül biteceğine, çocuğun güldüğü yerde el bitti. Babalar türlü türlüdür ama hepsinin eli aynı ağırlıktadır der.
Çoktan bitti. Geldiği gibi gitti. Ama akıldan çıkması kolay mıdır? Kapağın arkasında hapsolmuş, çekmecenin köşesinde kısılmış gibi olursun. Tam diğerinin tesiri azalıyorken, kötü bir haber daha almış gibi olursun. Oturuyordum. Odanın kıyısındaki tek koltuğun göçmüş ortasına sinmiş öylece duruyordum. Akıldan çıkması zordur dedim ya. Çıkmadı. Çekmece miydi, kapak mı? Kadın mıydı adam mı? Döndüm gıcık gıcık. Belki aynısından tekrar gelir de anlarım diye döndüm. Anlayınca öfkem geçiyordu. Sebebini bilince en azından alıştıklarım oluyordu. Alıştıklarıma cevap verip geçebiliyordum.
Koltuk mu gıcırdadı?
— Olur, insanlık hali.
Çakmak mı çaktı?
— Dur ben de yakayım.
Poşet mi hışırdadı?
— Poşet bu hışırdar. Poşet bu, evet.
Kapı mı kapandı?
Kapının kapanmasına bırakın cevap verip geçmeyi, seviniyordum bile. Kapı kapandıysa bir süre o taraftan ses gelmeyecek demekti. Belki uzunca bir süre. Sevinir miydim etrafımdaki bütün kapılar kapansa?
Alışamadıklarım da vardı. Bildiğim, tanıdığım halde göz yumamadıklarım. Yukarıdakinin topuklu ev terlikleri mesela. Sanki her adımını beynime basıyor. Kafamın içini eze eze gezinip duruyor. Bir başkasının canhıraş inlemeleri... Ne oluyorsa, durup dururken, hiç görmediğim şüphesiz şişman vücuduyla, bir ambulans sireni gibi uzun uzun ahlar, oflar çekiyor. Çektiği acıyı bulaştırmak istercesine, ızdırabını zorla elime tutuştururcasına, kulağıma kulağıma, abartıyla bağırıyor. Başladı mı durmayan öksürükler, sonra ve nedense katlanan kahkahalar… Hele ki bu alışamadıklarımın ikisi üçü aynı sırada geldi mi işte o zaman, engel olamadığım, uzun zaman dindiremediğim bir titreme hasıl oluyor ki anlatamam.
Döndüğüm yerde, arkamda, duvarda bir çatlak. Uzun, kıvrımlı, bir metreye yakın var. Yanaşınca, onlarca çatlak... Gözümü kısınca çoğalan çatlaklar... Çatlakların bittiği yerden az yukarıda sökülmüş bir çivinin izi. Fildişi boyanın üstünde nokta nokta, sarı kahverengi lekeler. Sileyim bahara lekeleri. Karşı duvarda bi koltuk gıcırdadı. Çatlaklar kalsın, uğraşamam. Ben çatlatmadım ya. Zaman kayayı parçalıyor, sıvaya mı dokunmasın? Günahını almayayım, yandaki kadına bazı akşamlar misafir gelen, yaz kış öksüren -ki ne öksürük- adamın yumruğundan da şüphelendim. Öylesine adam da denmez ya. Uzandım, cigaramı yaktım. Dumanını, döndüm duvara, çatlaklara üfürdüm. Güneş de görmüyor orası, oturduğu yerden vurmuş olacak. Neyse ne. Bakmayıveririm olur biter. Bakasım gelecek hep, anlaşıldı. İyisi mi sinemadan film afişi isteyeyim. Şöyle eskilerden derim, veriver bir şey... Hiç derim lazım. Varsa.
Bir kuş uçtu yakınlardan. Ötmek denemez buna. Uzunca, tatlı tatlı masmavi bir çığlık... Sanırsın şarkı söylüyor. Her gelen bunun gibi gitse insan şikayet eder mi haline? Kırlangıç diyeceğim ama zamanı değil. Martı olacak. Belki görmüşlüğüm bile vardır. Belki anasını çocuklar ıskalamış da ona seviniyordur. Hayırdır akşam akşam? İçime içime sokuldum. Bir akşamüstü, pencerenin önünde, eteğine sokulduğum gibi. Martı anası... Anası, çocuğu, martı...
— Yavrularını öyle çağırır onlar, korkma sen?
— Sen beni neden böyle çağırmıyorsun?
— Sana ad verdik. İnsanların adı olur ki karışmasınlar.
— Senin de adın var ama anne deyince anlıyorsun. Karışmıyorsun.
— Anneler anlar.
— Babama da anlatsana.
— Anneler anlatmaz...
Sustu çocuk. Sustu anası. Gitti martılar... Anasının o zaman anlatmadığını, anladı çocuk şimdi. Orada ve burada...
Kapı gıcırdadı duvarın ardında. Kesildim. Bi defa daha... Kapıya baktım. Arkama, duvara baktım. Kıpırtı yok... Afişi gişedeki gençten isterim, aramız iyi. Parlak karadır gişedeki çocuğun gözleri. Kirli sakalları vardır. Kaşları az daha uzun olsa şakaklarına dayanır. Yüzü etsiz, kemikli... Geniş alnının sağ tarafında, çapraz bi kesik izi… Siyah hırkası var, onu giyer üstüne. Düğmeler baştan aşağı ilikli. Dikkat edilirse görülür ki düğmelerin biri öbürlerinden değişik. Bazen de v yaka kırmızı kazak. İçine de ütüsüz bi gömlek, tamam işte. Çarşambaları izinli. Tanır beni gişedeki çocuk. Tanır da adımı bilmez. Bana, ayrı gülümsediğini hissederim. Oturup dertleşmişiz gibi, aynı köpekten beraber kaçmışız gibi... Belki de bana öyle gelir. İçini bilemem.
Hayırmış ya martı sesi, üşümem de somurtmam da geçiverdi. Hatta canım uçup gidivermek çekti. Benimki de laf. Kimin çekmez ki? Kuşların duvarları olmazdı. Bütün duvarlar onların olurdu. Bi martı olsaydın, duvarın arkasından bir ses gelince bağırıp kaçardın. Kanatlı bir vücutta özgürlük sürmek ne keyifli, ne şerefli işti.
Tavanda biri masaya bardak koydu. Bir böcek sebepli sebepsiz dolandı durdu. Lambanın feri gözümü aldı. Örümcek ipliği ölgün sallanışına devam etti. Bardağın içinde bir kaşık şıngırdamaya başladı. Kaşığın önünde, o yandan bu yana savrulan şeker parçaları toz oldu.
Nihayet durdu kaşık. Kafamın içinde enseme yakın vınlayarak dönmeye devam etti. Oradan gövdeme indi. İçin için öğürdüm. Göğsüme bir anlamsız ağırlık oturdu kaldı.
Benliğime, sıkıştığı çekmece köşesinde bile huzur yoktu. Hapis içinde hapis, duvar ardında duvar, tavan üstünde tavan, zemin altında zemin. Ne en dışına çıkmak, ne en içine girmek, ne en dibine inmek mümkün.
Her gün biraz daha çıldırıyorum. Tanımadığım onlarca insan, görmediğim yüzlerce eşya ve onların buz gibi sesleri… Onlar birbirlerininkini duymuyorlar belki. Ama ben duydukça duyuyorum. Kafamda bağrış çağrış yığınlanıyorlar.
Uğultu, tıkırtı, zırıltı, şırıltı, gümbürtü, inilti, hışırtı, çatırtı, hırıltı...
Paçalarımı çoraplarımdan çıkardım. "Kalk gidelim." dedim. Bir yatak duvara duvara vurdu tavanda. Adamlar, kadınlar… Altlarında yataklar.... Tümünün birden altında bedenim. Bütün yatakların, bütün dolapların, bütün tuğlaların, bütün seslerin gerisinde bir inilti… İniltiyi okşayan hayvanımsı bir homurtu… Üç defada yanan manyetolu çakmak... Koridorda başka birinin sifonu... Foşurtu... Üzerime hücum eden sular... Bıraksam defalarca boğulacak, yine de ölemeyeceğim.
Dört adımda ancak çıkabildim. Ayaklarımın altında nemli yapraklar geziniyor. Yanaklarımda rüzgar... Üşümüyorum, üşüsem de dert değil. Başımın üzerinde bulutlar... Şifa kokan bulutlar. Ve sesler... Öbürlerini tüketen, insana duymayı sevdiren sesler. Başımı çatlatmış hemcinsleri adına af dilercesine pırıl pırıl sesler. Masum, titrek sesler... Bir çocuk eğilmiş, anasının ayakkabılarını bağlıyor. Ötede bir dilenci, birazdan üzerine başını koyacağı kartonuna ertesi günün utancını yazıyor. Bahçe duvarlarına tünemiş kediler etrafı dinliyor. Yavru kediler, yaşlı kediler; renk renk, mırıl mırıl kediler... Sokak ortalarında başıboş köpekler… Müsaade edenlerini sevdim. Etmeyenlerine hak verdim. Yürüdük durduk. Yürümek adamı dinliyor, olacak iş değil ya neredeyse anlıyordu. Yürümek havadan da bedavaydı. Yürümek, uyanınca aranan huzuru; her gece karanlıkta yeniden solumaktı. Ben varasıya sesleri susturan, içim geçesiye bekleyip orasında bitiveren masaldı. Işıklar kapanıncaya kadar, analar çocuklarını öpene kadar yürüdüm.
Kaç zaman geçti bilmiyorum üzerinden. Çıkamaz oldum. Alamadım afişi. Çatlaklar duruyor ve artıyorlar. Gişedeki uzaktan ahbabımı bekledim gelsin diye. Gelen giden olmadı. Hava nasıl bilmiyorum, üşümem yok. Ne zamandır martılar da yok. Varsalar da duymadım. Halının ortasında dikilmiş bekliyorum. Cebimdeki pamukçukları yuvarlıyor parmaklarım. Yeni bir ses peydah oldu. Her yandan birden. Atmış biri ağzına bir avuç camdan leblebiyi, demirden dişleriyle çiğnedikçe çiğniyor. Kırıyor, parçalıyor, sarsıyor, savuruyor, yakaladığı gibi bir daha vuruyor. Birileri ruhuma dünyanın dayağını atıyor. Çarkların arasında, dişlilerin ortasında eziliyorum. Halının ortasında dikilmiş can çekişiyorum. Unutsam oturacağım. Susuyorum, ağzımı açsam tutamayacağım. Burnumdan alıp, burnumdan veriyorum. Usul usul alıyorum, tek seferde veriyorum. Dört yana öfkemi kussam, duvarları dalga dalga iç karasına boyasam yine de gelecek anladım. Durup durup gelecek. Dele dele gelecek. Bir yerden, bir ağızdan, bir elden, kurtulup kurtulup gelecek. Bekledikçe gelecek, kaçtıkça gelecek, yürüdükçe gelecek. Kalmıyor. Ansızın dokunuyor, varlığını hissettirip, zehrini akıtıp yok oluyor. Fakat bu; erimek gibi, dağılmak gibi bir yok olmak değil. Bir yağmurun dinmesi gibi değil. Bir kadının gitmesi gibi değil. Bu çoğalarak, bu artarak yok olmak. Unutsam göçüğüme oturup bir de cigara yakacağım. Gözlerimi kapamışım, kulaklarım tetikte. Sadece kulaklarım mı? Bütün vücudum, bütün varlığım. Peşi peşine mermisini yediğim ama cismini bir türlü göremediğim düşmanı bekler gibi. İnadına ölmüyorum. Bi yakalasam, bi tutsam, ilmiği boynuna geçirdiğim gibi itivereceğim boşluğa. Şuursuzca sallanan bedeninden ruhuyla bir yükselecek, en derinlere gömülüşünü duygusuz seyredeceğim. Toprağının üzerine kocaman taşlar koyacağım. Kulaklarıma bağımsızlıklarını üfleyeceğim, sakin ama gururlu. Taşların üzerine çıkacak ve ellerimi kaldırıp bağıracağım da bağıracağım:
Kazandım ulan.
Kazandın, bitti!
Korkma vurmayacak.
Bitti, duymayacağım.
Bittin. İttin. Bitti!..
- Öykü Ne Değildir Vol.2:
- Öykü bir aforizma heybesi değildir. Mütevazı bir formdur. Öyle ki gereksiz her artislik hemen göze batar. Aslında her sanat dalı böyledir. Güzel söz etme telaşı, gösteriş, doğal olmayan çalım bir sanatçı için tuzaktır. Öykü sıradan ilmeklerle örülen hasır sepetler gibidir. Her bir ilmek bütüne hizmet ettiği sürece anlamlıdır. (A.E.)