Ve okurlar
Öykünün sonunda ne anlattığından çok ne hissettirdiğiyle yüz yüze geliyor okur. Bunları yaparken iyi işler ortaya çıkartıyor. Yazının başındaki alıntıyı bu gözle bir kez daha okumak gerek “Bir kelimeyi temâşâ etmenin ne demek olduğunu hiçbir kelimeye yaklaşamadığınızda anlarsınız.”
“Bir kelimeyi temâşâ etmenin ne demek olduğunu hiçbir kelimeye yaklaşamadığınızda anlarsınız.” cümlesiyle başlıyor anlatmaya Sinem Torun. Dergâh Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı Kamburlar, Kaçaklar ve Kurbağalar’da. Katiller / Absürdizm / Deliler / Masallar, Meseller / Yazanlar, Çizenler başlıklarıyla beş bölümde toplanmış on dokuz kısa öyküden oluşuyor.
Türkçe öykü geleneğinde, türe eser kazandırmış şairlerin de etkisiyle, düz yazının şiire yaklaşmasını amaçlayan bir ekolden söz edilebilir. Ses uyumunun öne çıkması, sembolik kullanımların temel enstrümana dönüşmesi, anlatmaktan çok his aktarımının amaçlanması gibi olgular bu tarz öykülerin özellikleri arasında sayılabilir. Bu biçimde vurgu sürekli olarak işçiliğe, çalışmaya ve estetiğe yapılır. Bunların tamamının iyi bir öyküde bulunması gerekir ama yine de iyi bir öyküyü sadece bunlarla kuramazsınız. Dilin plastik yanlarının çağdaş metinler için göz ardı edilemez olduğunu kabul etmemiz gerek. Bu bir değer tartışmasından ziyade teknik bir zorunluluk.
Peki kısaca değinmeye çalıştığım ayrımın Sinem Torun’la bağlantısı nedir? Bir öykü dergisindeki kitap yazısında türe ait bu kadar genel açıklamalarla varacağımız yer tartışmaya detay kazandırır mı? Deneyelim: Kamburlar, Kaçaklar ve Kurbağalar tam olarak bu ayrımın ortasında duran bir kitap. İki taraftan da önemli özelliklerini yetkin kullanıyor ama birinin safında yer almıyor.
Torun’un öyküleri ilk tarafın doğasına uygun olarak iyi çalışılmış, eksiltilmiş hikayelerle ve kesikli bir anlatımla ilerliyor.
Torun’un öyküleri ilk tarafın doğasına uygun olarak iyi çalışılmış, eksiltilmiş hikayelerle ve kesikli bir anlatımla ilerliyor. Metinlerden örnek vermek güç çünkü hacimli bölümlerle ortaya çıkan bir durum bu. İçsesin kendine fazlasıyla alan bulduğu cümlelerle örüyor anlatıyı. Öykünün sonunda ne anlattığından çok ne hissettirdiğiyle yüz yüze geliyor okur. Bunları yaparken iyi işler ortaya çıkartıyor. Yazının başındaki alıntıyı bu gözle bir kez daha okumak gerek “Bir kelimeyi temâşâ etmenin ne demek olduğunu hiçbir kelimeye yaklaşamadığınızda anlarsınız.” Metinlerin temel özelliği tam olarak bu cümlede gizli. Temaşa yani izlemek, keyifle takip etmek kelimeleri. Sinem Torun sayfalar boyunca birincil olarak bunu hedefliyor.
İkinci tarafa, yani metnin plastik kısımlarının alanına, nasıl dahil oluyor peki Kamburlar, Kaçaklar ve Kurbağalar? Aslında bu da ilk cümleyi takip eden kitabın ikinci cümlesiyle izlenebilir: “Bir kelimeye yaklaşmanın ne demek olduğunu bu cümleyi anlayınca anlarsınız.” Kitabın çoğu yerinde yazarın metne dahil olması, öyküler arası atıflar, paradoks ve totolojilere dek varan numaraların ipucunu bu cümle veriyor. Öykülerin çoğunda bu izleği yakalamak mümkün: “A! Üzülme şimdi ama bir kötülük gelecek bu adamın başına. Kaza yapacak olabilir. Belki de gaddar bir yazarın eline düşecektir.” ya da “Ha, siz kahramanınızı arıyorsunuz. Bu kötü öyküden sonra onu biraz zor bulursunuz. Artık sizinle çalışmak isteyeceğini sanmıyorum bayan.” gibi. Bu özellikleriyle de ikinci taraf dediğim nitelikleri kullanıyor. Gerçekliği yazarla kırıyor.
Öyküler yapıları itibariyle de bu çelişkiyi keskinleştiriyor. İçses ya da konuşmayla başlayan metinler, üçüncü bir kişinin tanımları ve yargılarıyla kesiliyor. Ardından anlatmak istediğine değinip çoğunlukla farklı ve eksiltilmiş bir finalle sonlanıyor. Belki yazar kitabın adı olan Kamburlar, Kaçaklar ve Kurbağalar ile en başta okuru bu çok sesliliğe hazırlıyordur.
Tüm bunların toplamında ortaya çıkan ilginç öyküler Torun’un yazarlık yolculuğunun nasıl gelişeceğini merak ettiriyor. Ben, daha net ve iyi olduğu yeteneklerin üzerine oynayarak yeni öyküler kuracağını düşünüyorum. Kitap sırlarıyla okuru beklerken şimdi belki de bu çizgide kalma durumunu açıklamak için birinci ve ikincinin hemen ardından gelen kitabın üçüncü cümlesine bakalım ve yeniden yazara söz verelim: “Bir cümleyi anlamanın ne demek olduğunu hiç kimse sizi anlamadığında anlarsınız.”