Ukde ortaklığı

MERVE CAN
Abone Ol

Demek ukde ortaklığı ha? Demek boş bir rastlantıdan ibaret değilmiş hayat. Demek insanın hayatına her şey dokunabilir tesir edebilirmiş. Eşi inşaat çalışanıymış. Kavurucu bir yaz gününde Ferdane’den ertesi gün işe götürmek için soğuk su hazırlamasını istemiş. Ferdane unutmuş. Adam pek ses etmeden işe gitmiş. İskeleden düşmüş çok geçmeden de ölmüş. O zamandan beri Ferdane her Allah’ın günü mezarlığa soğuk su götürürmüş.

Belini doğrulttu, öne, sağa, sola meyletti, gözlerini kıstı. İleride, sokağın sonundaki siluete odaklanmıştı. Sokak lambalarının çoğu kırıktı, hava sisli. İlerideki, kadın mı erkek mi belli olmayan şey, kendine mi bakıyordu yoksa arkası mı dönüktü? Dudaklarının kenetlenmiş olduğunu fark etti, biraz gevşemeye zorladı kendini. Ona doğru bir adım atmak istedi, yapamadı. Ayakları mı, kolları mı beli mi bir yerlerinden bağlıydı sımsıkı ama neresinden bilemiyordu. Kaldırım kenarındaki rögar kapağından sular dışarı fışkırıyordu. Kapkara, kokuşmuş sular kendini sokağa kusuyordu. Bir süre öylece kaldı. Öylece kalıvermek hiçbir zaman bu kadar kasvete bulanmamıştı. Rögardan gelen kokunun ağırlaşmasıyla irkildi. Trafonun karşısındaki ufak mıknatıs dükkanının ışıkları yanıyordu. İrili ufaklı, renk renk, şekil şekil bir dünya mıknatıs doluydu burada. Gecenin kömürsülüğüne inat ışıklar saçan dükkana döndü yüzünü. Anlamaya çalışıyordu.

Başını hafifçe yana eğdi. İçeride küçük utangaç bir çocuk, mahzun. Saçları kendininkiler gibi dalgalı ve koyu, gözleri kendininkiler gibi çakır, teni kendininki gibi esmer, üstündeki ucuz askılıdan dışarı taşmış, insanların kendilerini doğum haberine alıştırdığı ama bir de ölüm haberi aldıkları, o günden geriye kalan, köprücüğündeki zeytin izi kendininki gibi. Göğsünün inip kalkışlarını fark etmiyordu. Etseydi... Gitgide ağırlaşan kokuyu dağıtmak istercesine kafasını sallayıp gözlerini kapadı. Geri geri gitti. Damarları derisini yırtıp aşacakmış gibi atmaya başladı. Sırtında birinin gövdesini hissetti. Hızla arkasını döndü. Göz göze geldiler. Siluetin sahibi burnunun dibindeydi. Bu bayat kokulu eski elbise ve bu elindeki şişe; oydu. Cesaret edip yüzüne baktı, damarları çılgınca gümlemeye başladı. Şapkanın altında, kendi dalgalı saçlarını ve çerçevesiz gözlüklerini gördü. Kan ter içinde gözlerini açtı. Yatağında doğruldu. Yatağın yanındaki, yerdeki prizden telefonunu çıkarıp saate baktı.

Bu saate kadar zıbarmakla iyi halt etmişim dedi kendisine sitem ederek. Yastığına dokundu, ıpıslaktı. Betona dönmüş boynunu tutarak lavaboya gitti. Elini yüzünü yıkadı. Sürekli damlatan çeşmeyi sıkmak için artık eskisi kadar uğraş göstermiyordu. Periyodik olarak damlamasına ve sinir bozucu bir ses çıkarmasına izin verdi. Üst kattaki bunağın köpeği artık çok olmaya başlamıştı, pıt pıt pıt oraya buraya gezinip duran, susmayan pati sesleri, gece gündüz yankılanan boğuk havlamalar artık sabrını taşıracaktı. Sırf babasına yalan söylememiş olmak için ayaküstü bir şeyler atıştırdı ve üstünü giyindi. Çantasını da aldıktan sonra evden çıktı. Uykuda ona dehşet veren rüyasını sanki unutmuş gibiydi. Rutubet kokulu apartmanın merdivenlerinden hızla indi. Apartman kapısına vardığında birinci kattaki dairenin kapısı açıldı, yaşlı adamın kel kafası cilalanmış gibi parıldıyordu. “Oooo, hayırlı sabahlar, nereye böyle, iyi iyi okuyun, okuyun da biz gibi olmayın” muhabbeti yine uzayıp gitti. İhtiyar elini uzattığı sırada genç, apartman kapısına yönelmiş olduğundan görmemiş gibi yaparak paçayı zor sıyırdı.

Onun elini asla tutmaz ona asla sarılamazdı, çünkü bir kez apartman boşluğunda bir kere de sokak konteynerinin yanındaki sığ aralıkta apış arasını kaşırken görmüştü. Acelesi olduğunu söyleyip arkasını dönmeden apartmandan çıktı. Etraftaki insanların görme ihtimalini hesaba katmadan elini apış arasına götürebilen bir morukla el sıkışmadığı için kendini çok büyük bir şey yapmış ya da bugün çok şanslıymış gibi hissetti. Eski Yunanca dersini kaçırmamak için acele acele yürümeye koyuldu. Okulda yine bakışmaktan ileri gidemediler. Dört beş ay boyunca bir insan başka bir insana her fırsatta bakıyorsa bunun adı da ne yapılması gerektiği de bellidir. Ama beyin denilen icat ya gerçeği çarpıtmaya çalışıyorsa? Ya birbirinden farklı yüzlerce senaryo yazıp çiziyorsa durduğu daracık yerde? İşte o zaman yapılması ve söylenmesi gerekenler, hayal etmesi zor bir şekilde imkânsızlaşır. Böylesine güzel hissettiren hatta bir tür esriklik yayan duygular dışarı akıtılamadığı zaman kişiyi zehirlemeye ve içten içe kemirmeye başlar. İnsan, dilinin ucunda kırıp öğüttüklerinin maktulü olur.

Hava kararmaya başlamıştı. Eve dönüşte kafa dağıtmak için ağır ağır yürüdü. Gündüz giyindiği, öğlen elinde taşıdığı montunun içine pısmış, ceplerinden ellerini hiç çıkarmıyordu. Mahallelerinin girişindeki hayratın önünden geçti. Çocuklar bu sert havaya ve insanın derisini kurutan rüzgâra aldırış etmeden koşuşturuyor, çığlıklar atıyorlardı. Erkekler futbol oynuyorlar zaman zaman hırpani bir şekilde aniden kavganın eşiğine geliyor, o sırada babacan tavırlar ve yürüyüşler sergiliyor iki üç dakika sonra eski yeni yetme havalarına dönüp bir topun etrafında boğaz damarları çıkana kadar bağırarak zıplıyorlardı. Kız çocukları ise bazıları evlerinden getirdikleri, hiç gerçekçi olmayan bebekleriyle oynuyor, onların saçlarını tarayıp elini kolunu hareket ettirerek evcilik oynuyorlar, kimileri de örme kaldırıma diz çökmüş, taşlarla ufak hareketler yaparak müsabakaları takip ediyordu. Köşede ise bir iki ufaklık, ÖÖTD. Ötekileştirilmiş, örselenmiş, titrek dudak, dolu göz tayfası.

Bunların oyunlarda ne istedikleri belli olmaz, her hâlükârda mızmızlanıp ağlamaya meyillidirler, dertlerini ağlamadan asla anlatamaz her yarım saatte bir, evde yemek yapan ya da komşuya gidip dedikodu yaparak vakit değerlendiren annelerine gidip bacağı kopmuşçasına zırlamadan yaşayamazlar. Kendi hallerine bırakıldıklarında, oyuna kaldıkları yerden yavaş yavaş sızarlar. Bu curcunanın içinde birden bir alana girdiğini hissetti. Özel bir alan ya da özel bir his. Etrafına bakındı. İşte, oradaydı. Elinde şişesiyle yine gidiyordu. Çocukların taşkın çığırtıları yavaş yavaş azalıp kesildi. Rüzgâr, binalara sürtünerek bıçakla kesilmiş gibi durdu. Ferdane. Her gün iki kez buradan geçer, aksayarak, sol ayağını kendinin gerisinden sürüyerek. Elbiseleri mevsim değişikliklerine rağmen pek değişmez. Evi nerde bilinmez. Etrafına zararı dokunmayan kendi halinde bir deli. Ferdane şimdi ona doğru yürüyordu, sanki her an yere kapaklanacak gibi öne meylederek yürürken gözlerinin tam olarak nereye baktığı belli olmuyordu.

Nedense, bir yay gibi gerildiğini hissetti. Bu kadının manyetik bir alanı vardı ve etrafındaki her şeyi etkisi altına alıyordu. Heyecanla karışık gerginlik, kadın yaklaştıkça arttı. Artık kendisi yürümeyi bırakmış sadece kadına bakıyordu, ama şu an bunun ayırdında değildi, sonradan fark edecekti. Kendini çekip kurtarmak, hızla yürümek istese de bunu yapamadı. Kalakalmıştı. Bir senedir bazı öyle anlar olmuştu ki, kadının varlığına bile tahammülü olmadığını hissetmişti. Her yerde karşısına çıkıyordu, o sinir bozucu yürüyüşü ve buyurgan havasıyla yürüyerek yanından, önünden, ileriden, sokak aralarından geçiyordu. Çevresini etkileyen bir virüs gibi ortalıkta sürünüp duruyordu. Ferdane yanına kadar geldiğinde bir an duraksadı, sonra kafasını kaldırıp ona baktı, yoluna devam etti. Tüm dengesi altüst oldu. Kimdi bu? O gözler neydi? O yüzün ifadesiz ifadesi, o hareketsizlik neydi? Dışardan fazlaca durağan görünen ama çırpınan duyguları vardı sanki. Mahalledeki kadınların bölük pörçük konuşmalarından topladığı kadarıyla talihsiz bir yaşam hikayesi vardı.

Bir insan hiç konuşmadan nasıl başka bir insanın adını bilmediği duygularını kabartırdı? Nasıl zihnini darmadağın edebilirdi, aklı almıyordu. Demek bu ismini bilmediği duyguları aynı anda yaşamak bir çeşit tepkimeye yol açıyordu. Sersemlemiş şekilde eve yürümeye devam etti. Gece olduğunda hâlâ kadının etkisindeydi. Babası erken yattı, ertesi gün nöbeti vardı. Düşünmeden edemiyordu. Bu sinir ve itici kadında bir şey vardı dikkatini çeken, kendine yakın hissettiği. Ama zihninin çeperlerini zorlayarak düşündüğünde bu kadınla hiçbir ortak yanı olamayacağından da emin oldu. O bir düşkündü, sahipsiz fakir evsiz kimsesiz biriydi. Kitap okumaya daldıkça bunların hepsini unuttu, gevşedi ve sadece okuduğu sayfaya odaklandı. On birden sonra yukarıdaki köpeğin de sesi kesilmişti mahalledeki köpeklerin sesi de. Gece saat iki civarında alıntılar defterine bir alıntı ekleyip garip duygular içinde yatağına geçti. Kaydettiği kısım şöyleydi; evren, birbirine benzeyen kaderlerin yollarını birbirine kırar. Hayat hikayelerini, birbirlerinin gözyaşında yıkar.

Sabah babasını uyandırmadan evden çıktı. Çarşamba, okuldaki en yoğun günüydü ve bu sınıf ortamı bu bilgi tomarları en son isteyeceği şeydi. Derslere girip çıkarak günü bitirdi. Okul çıkışı eve döndü. Üstünü değiştirip oyalanmadan apartmanlarının karşısındaki eski gecekondunun kapısını çaldı. Dul kadın kapıyı güler yüzlülükle açtı, içeri davet etti. Merak ettiği bir şey olduğunu, öğrenip gitmesi gerektiğini söylese de kahve içmek zorunda bırakıldı. Kahvenin gelmesini beklerken yaşlı evi olduğunu belli eden halı kokusu ve soğuk fayanslar dikkatini çekti. Konsoldaki eski düğün fotoğraflarına baktı, kadının şimdiki haline hiç mi hiç benzemeyişine şaşırmadı. Vitrindeki yemek ve bardak takımlarını inceledi. Yaşlı kadının evde yalnız yaşadığı hesaba katılırsa fazlaca temiz ve tertipli olduğu gerçekti. Kahveler geldiğinde direkt konuya daldı. On on beş dakikalık sohbetten ve acı kahveden sonra allak bullak olmuş halde evine dönüp kendini yatağa gömdü. Demek ukde ortaklığı ha? Demek boş bir rastlantıdan ibaret değilmiş hayat. Demek insanın hayatına her şey dokunabilir tesir edebilirmiş. Eşi inşaat çalışanıymış.

Kavurucu bir yaz gününde Ferdane’den ertesi gün işe götürmek için soğuk su hazırlamasını istemiş. Ferdane unutmuş. Adam pek ses etmeden işe gitmiş. İskeleden düşmüş çok geçmeden de ölmüş. O zamandan beri Ferdane her Allah’ın günü mezarlığa soğuk su götürürmüş. Kendisini suçladığı muhakkak. Bir hayatı söndürüp kendi hayatının titrek ışığının yanmaya devam etmesi. Kaderlerinin nerede kesiştiği ortaya çıkmıştı. Yorulmuş beyni kendini uykuya bıraktı. Güneşin turuncusunu akıttığı duvarları gördü gözleri. Seri şekilde bir şişeye su doldurdu. Kıyafetlerini değiştirip pencerenin önüne dikildi. Ferdane’yi görür görmez şişesini alacak o da mezarlığa gidecekti. Anlam veremediği halde kaderini kendisine yakın bulduğu bu kadınla konuşup tanışmak istiyordu. Hava kararmaya başladı, gök buğulandı. Artık gitmekten vazgeçmeye karar verdiği anda sokak dönüşünde bir gölge gördü. Cama yapışıp gelene dikti gözlerini. Gelen Ferdane’ydi!

Hızla montunu giydi, şişesini kaptığı gibi merdivenlere yöneldi, koşarak indi. Apartman kapısını açarken bir an duraksadı. Sanki böyle olmaması gerektiği gibi saçma bir his beliriverdi içinde. Aniden hantallaşmış hareketleriyle apartmandan dışarı çıktı, Ferdane’nin yolunun üstünde durdu. Kadın sol ayağını sürüyerek yaklaştı. Boğazındaki demirden yumağı zor bastırarak biliyorum dedi. Hayat hikayeni, ukdeni, derdini. Kadın başını kaldırıp ona baktı. Bakıştılar. Söylediğinin gereksiz olduğunu anladı ve kendini aptal gibi hissetti. Kadına bakmak tiksinç bir nefret uyandırmasına rağmen gözlerini ondan ayıramıyordu. Kadının gözlükleri yoktu diye geçirdi içinden. Kafasını biraz eğdi, kendi doğum lekesini gördü. Gerçeklik o anda bölündü. Kulaklarında bir ses uğursuz bir uğultu gibi dolaşıyordu: “Hâlâ anlamıyorsun değil mi? Ben sen ayrımı yok. Şu haline bak! Zavallı.” Yırtıcı bir kahkaha atarak yoluna devam etti. Genç dehşete kapılarak geriye sıçradı. Bu solgun ten, morarmış bacaklar, kuru dudaklar, rengi kaçmış gözler... bu kadın.. bu kadın!

Dehşet yayan uğursuz bir kaltak! Gerçek değildi. Olamazdı. Etrafına hastalık yayan bir sürtük! Mıknatıs dükkanının tüm ışıkları yanıp sönmeye başladı. Aynı anda kulak tırmalayan bir müzik son sesle... . Zonklayan başını tuttu. Şişe yere düşüp yuvarlandı. Aksayarak giden kadının arkasından baktı. Rögar kapağı fokurduyordu. Hemen eve koştu. Birinci kattaki kel onu görüp sırtına dokundu ve iyi akşamlar diledi.