Turgut Uyar ve Akçaburgazlı Yekta
Akçaburgazlı Yekta’nın hikayesi, Turgut Uyar’ın üçüncü şiir kitabı olan Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda yer alır. Modern zamanların ve büyük kentlerin insanı yalnızlaştıran, yutan veya bozup yozlaştıran tarafları, İkinci Yeni şairlerinin çoğunda görüldüğü gibi Uyar şiirinde de bu kitapla birlikte ağırlıklı bir yer tutmaya başlar.
1
Sıkılgan, mutsuz ve fazlasıyla “ağır” bir şairdir Turgut Uyar. Zaman zaman mekanikleşen şiirinin en önemli kaynakları da bu çok yönlü ve içten içe uğuldayıp duran “sıkıntı” ve ona daima komşu olan “çıkışsızlık”tır adeta. Kendisine sırnaşan kasveti bir parça da olsa dağıtmak, ufalamak amacıyla insana değin her şeyi kurcalamasına rağmen dünyaya alışamamış; varoluşunu, kendi yerini, yeryüzünde bulunuyor oluşunu bile sürekli yadırgamıştır.
Başka bir alemden bu dünyaya düşmüş, fırlatılmış yabancı bir cisim gibidir. “Yabancılaşma”dan çok, köklü, doğal ve adeta a priori bir “yabancılık”ı içkindir onun şiirinin kütlesine yayılan negatif enerji. Ne geçmişte huzur bulmuş, ne gelecek tasarımında mutluluk görmüştür, şiirini kuran zihin ve ruh dünyası. Ne kapısında onca zaman eğleşip durduğu dinlerin, kutsal kabul edilen metinlerin, büyük anlatıların içinde bir neşve ve sükûn ile kendinden geçmiş ne de içine kendi biyografisini damlatıp durduğu sübjektif toplumculuğu derdine deva olmuştur.
Ne gençlik yıllarında betimlediği pastoral, natural manzaralar süreğen bir ışık düşürmüştür içine ne de eleştirmekten bıkmadığı ve fakat kendisinin de kopamadığı şehir hayatı. Her şeyin sınırlarına kadar sokulsa da bıkkınlığının, mutsuzluğunun ve hüznünün asla eksilmediği, azalmadığı görülür. Üzerinde duracağımız “Akçaburgazlı Yekta”nın hikayesi de bu söylediklerimizden vareste değildir. Bir “yasak aşk”ı, daha doğrusu birden fazla örneklikle resmedilen cinsellik, zina ve acı yumağını, kent yaşamının daha bir alevlendirdiği yalnızlık, sevgisizlik, ayartıcılık durumlarıyla çoklu bağlantılar da kurarak büyük, çapraşık ve nerdeyse felsefî bir metin haline getirmeyi başarmıştır.
Akçaburgazlı Yekta’nın hikayesi, Turgut Uyar’ın üçüncü şiir kitabı olan Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda yer alır. Modern zamanların ve büyük kentlerin insanı yalnızlaştıran, yutan veya bozup yozlaştıran tarafları, İkinci Yeni şairlerinin çoğunda görüldüğü gibi Uyar şiirinde de bu kitapla birlikte ağırlıklı bir yer tutmaya başlar. Oldukça zayıf ilk iki kitaptan sonra, Dünyanın En Güzel Arabistanı ile şiirde kabuğunu kıran ve kendi çizgisinde mancınıkla fırlatılmış gibi çok ileri bir evreye ulaşan bir şairdir Turgut Uyar. Askerlik ve subaylık günlerinden, memleketçilik ve pastorallikten, sağcılıktan ve resmî ideolojiden kaçıştır aynı zamanda bu. Arada bazı kör noktalar, gizemli karanlıklar, tedirgin edici boşluklar olsa da Dünyanın En Güzel Arabistanı’na gelinceye kadar epeyce okuyup yazdığı, hummalı bir şekilde düşünüp didiştiği ve şiir çalıştığı bellidir.
Zamanla geniş bir sözlüğe ve tematik ilmekler bütününe ulaşacak; inançsız bir mistik edasıyla başlangıçtan kendi dönemine kadar yeryüzünde olup biten her şeyi anlatma isteğini şiirinin merkezine koyacaktır. İkinci Yeni ile irtibatlandırılan birçok şairde görüldüğü gibi o da bunalmış ve kaybetmiş erkekleri, yanlış ve incinmiş kadınları, hüzünlü fakat berbat, derinliksiz ilişkileri görmekte, bulmakta zorlanmayacak; yeri geldiğinde toplumculuğa ve epiğe göz kırpacak, yeri geldiğinde -yararlanıyormuş gibi göründüğü- geleneği eskitmeye, küçümsemeye, boşa çıkarmaya yönelecektir.
Akçaburgazlı Yekta’nın yapıp ettikleri, tek bir şiirde ve bütüncül, yekpare bir anlatımla karşımıza çıkmaz. Kitaptaki çok sayıda şiire dağıtılmıştır söz konusu hikaye. Bu noktada, anlatımda şiire özgü eksiltme ve çoğaltmalara, yanıltma ve abartmalara, uzaklaşma ve örtmelere, çoklu bağlantılara ve türetmelere yer verildiğini de belirtmek gerekiyor. Hem aydınlatmaya, açıklamaya dönük pasajlar hem de dolambaçlı yollarla tıkanıklık ve kopuklukları örtmeye yönelik serbest okuma parçacıkları, alt metinler vardır şiirde. Anlatının merkezine bir “aşk-ı memnû” dairesi yerleştirilmişse de Yekta’nın farklı görünümleri, farklı yerlerde ve zaman dilimlerinde karşımıza çıkan ruh halleri ya da birbirinin içinden çıkıp duran değişik Yekta profilleri söz konusudur.
Özellikle “Akçaburgazlı Yekta’nın Mahkeme Kararını Aldığında Söylediği Mezmurdur”, “Bir Kantar Memuru için İncil” ve “Toprak Çömlek Hikayesi”nde üzerinde durulan ve başka şiir parçalarında da değinilen kesitler bir araya getirildiğinde şöyle bir özet verilebilir: Otuz yaşındaki Yekta, kendi kasabasından ayrılıp büyük kente gelir. Gülbeyaz ile kocası Sinan’ın “gürültülü şehirden iki bin ayak uzak”taki evine misafir olur. Burası, onun “ekmeğini edindiği ocak” olacaktır aynı zamanda. “Çocuksuz” ev sahipleri kendisine iyi davranır ve ikramda bulunurlar. Sonra “yanılgan insanlığı” başlar.
Kandırma ve baştan çıkarma olmadığını söyleseler de Gülbeyaz ile aralarındaki ilişki şirazesini kaybeder ve yasak aşka dönüşür. Sinan uzaktayken zinaya bulaşırlar. Kendileri bunu utanç verici bulmaktan çok; bir tamamlanma, bir bütünlenme olarak görürler. Sinan bu durumu öğrendiğinde Yekta, ondan kendilerini kovmasını ister. Bunu anlayacak, buna katlanacaklardır. Fakat olay duyulur ve Sinan’ın da şikayetiyle mahkemeye intikal eder. Orada sorgulanır ve aşağılanırlar. Şair, bu ana hikayeye, başka boyutlar, ayrıntılar da ekler. Dipnotlarla ilerleyen ikinci bir metin de içeren (Bir Kantar Memuru İçin) İncil şiirinde biz Yekta’nın Akçaburgaz’da iken Hümeyra ile evlendiğini öğreniriz.
Burada önce mutlu ve yanılgıdan uzak bir şekilde yaşarken, Hümeyra’nın kızkardeşi Azra gelir. Yekta, Azra ile ilişkilerinde de bir bocalama yaşar fakat arzularına teslim olmaz, “sevgi” ile yetinir. Kışkırtılmasına rağmen Azra’ya yönelmez, onunla yatmaz, karısını aldatmaz. Toprak Çömlek Hikayesi başlığını taşıyan başka bir şiirde ise Yekta bu kez Adile adlı bir kadının evine sığınır. Adile’nin evi, Gülbeyaz’ın evine göre daha gizli, daha koyu, daha kozmopolit bir kent ortamındadır. Yekta ile yaşamasına rağmen, bu kez de Adile, Erhan adlı bir gençle gizli bir aşk yaşamaktadır. Şimdi aldatılan Yekta’dır. Bu şiirde Faliha, Rüksan, Necla, Şermin adlı kent kadınları aşk, sevgi, cinsellik, aldatma gibi konularda konuşturulur.
Hikayenin kendi iç kronolojisini dikkate alarak parçaları bir araya getirdiğimizde, Yekta baston kullanacak kadar yaşlanacak ve eski memleketi olan Akçaburgaz’da belediye başkanı seçilecektir. Bu kasaba da zamanla büyümüş, değişmiş, yozlaşmış, gökyüzünü göstermeyen çirkin binalarla dolmuştur. Adamların, kadınları alıp “Dünyanın en güzel Arabistanı”na götürdüğü eski günleri hatırlayan ve yaşadığı yerden yakınan Yekta, Akçaburgaz’ın çirkin ve üst üste evlerini, sokaklarını, kışlalarını, dükkanlarını, duvarlarını yıktırmaya başlar. Hemşehrileri de bunu büyük bir şevkle yaparlar. Yıkım, fazlasıyla büyük ve görkemlidir. Toplum tarafından bir zamanlar kınanan, horlanan Yekta; şimdi takdir ve taklit edilmiş, övülmüş ve yüceltilmiştir.
Uyar’ın şiiri, her anlamda “mutlak geçmiş”te konumlanan “gösterişli kahramanlaştırma biçimleri”ne, “dar ve gündelik yaşamla ilgisi olmayan şiirsellikler”e, “kahramanların ambalajlanmış ve değişmeyen mahiyeti”ne de uzaktır.
Evet, hikaye kabaca böyle. İşin içine felsefe, sosyoloji, psikoloji hatta edebiyat sokulmadığında -saikleri ne olursa olsun- son derece pespaye, iğrenç, rezil bir ilişkiler tomarı bu. Sosyal değişme, çarpık kentleşme ve modern zamanlara özgü bir yalnızlık girdabı içinde bunalan, değerler bağı çözülüp gevşeyen insan(lar)ın fısk ve fücura yuvarlanışının, kirlenişinin, tatminsizliğinin resmi. Benzerlerini, Batı’dan etkilenmelerle birlikte Tanzimat sonrası öykü ve romanlarda da sıklıkla görmeye başladığımız, daha sonra sinema ve televizyon dizilerinden nerdeyse hiç eksik olmayan düşkünlük, alçalma ve kıvranma durumları bunlar. Fakat şair, bütün bunları, dönemin koşulları ölçeğinde çoksesliliğe uygun bir formda ve zaman zaman soğukkanlılığını koruyarak, dışarıdan bir bakışla aktarır bize.
Bu şiirler; çoksesliliğin yapı taşlarından olan “mikro-deneyim, bitmemişlik ve kişilerin ayrıksı kanallar talep etmeleri” gibi özelliklerin izini sürmede ilginç ve çok yönlü ipuçlarıyla doludur. Şiir, bütün mümkünlerin kıyısında bir duruş sergilediği için, kişilerinde ortak bir yasaya bağlılık da görülmez. Yazgıları, şairin dünya görüşüne ve yazgısına bire bir bağlı değildir. Biz beğenelim yahut beğenmeyelim, Uyar’ın şiire soktuğu en orijinal tiplerden biri olan Yekta, herhangi bir değeri temsil etmez. İçinde yaşadığı toplum, onun eylemlerini kutsayıp doğrulamaz; ama o kendi yanılgısına sahip çıkacak denli yaşantısaldır. Kendi yanılgı sürecini, tökezlemelerini neredeyse onun dengiymişçesine yasanın karşısına koyar. Böylelikle herhangi bir hiyerarşik değerler manzumesine teslim olmadığı gibi, ayrıksı ve çarpıcı tek kişilik kanalının kendi yasasını oluşturur.
Şiirde işleyen ve zaman zaman freudyen özellikler de taşıyan mantık, her olay ve her olgu için ayrı bir seçeneği bünyesinde barındırır. Kişileri, herhangi bir modelin mükemmelen tamamlanmış dünyasına yönelme arzusunda değildir. Her şeyle karşılaşabilecek bu kişiler, içinde dönendikleri farklı koşullar ekseninde, kendi var oluşlarını birtakım verili fikirlere uydurmaya çalışmazlar. Oluşum nedeni bize bazen ayrıksı hatta itici ve iğrenç gelse de acı eşiği yüksek bireyler olarak kurgulanmışlardır ve acıyı başka biçimde dönüştürüp çoğullaştırarak (mesela utanç, eziklik, hicran) duyumsama konusunda hipnotik bir beceriye sahiptirler.
Uyar’ın şiiri, her anlamda “mutlak geçmiş”te konumlanan “gösterişli kahramanlaştırma biçimleri”ne, “dar ve gündelik yaşamla ilgisi olmayan şiirsellikler”e, “kahramanların ambalajlanmış ve değişmeyen mahiyeti”ne de uzaktır. Uyar, işte bu tutumuyla çoksesli şiire adım atar. Bu şiir, çoklu bakış ve anlatıma izin vermeyen kuşatıcı ve biçimlendirici bir hiyerarşiye de uzak durarak, karşı çıkarak açılım gösterir. Bilakis bu şiirde, her şeyi bir arada, yan yana ve karşılıklı etkileşim halinde görebilme konusunda, çoksesliliğin ipuçlarını taşıyan bir sanatsal yaklaşım söz konusudur. Uyar şiirinde önemli olan; kişinin dünyaya nasıl göründüğü değil, öncelikle dünyanın kişiye nasıl göründüğü ve kişinin kendi kendisini nasıl algılayıp aktardığıdır. Akçaburgazlı Yekta, bu düzlemde konuşur:
- Sevdiğimden değil sevindiğimden
- Uzun geceleri durup bölüyorum
- Uyanık sesleri geliyor utanmıyorum
- Herkeslerin kaçıştığı bu yağmur
- Beni arı duru yıkıyor ıslanıyorum
- Hep bir hikayeye girmek insan yönümüz mü
- Islanıyorum
- Bu yanım ıslanıyor daha çok
- Akçaburgaz bir küçük kentti
- Küçük evleri olan bir kentti
- Yalnızdım inceydim kendi kendimeydim
- Kalktım bu büyük kente geldim
- - Şimdi kimi acıyor kimi kınıyor beni hangileri
- haklı hangileri iyi ama iyiyi haklıyı aramak her
- zaman gerekli mi, ya benim yaşamam
- Kalktım bu büyük kente geldim
Turgut Uyar; çoksesli şiirin vazgeçilmez mekanı olan “eşikler”i kullanmasıyla da ilgimizi çeker. Şiirde merdiven basamakları, balkonlar, duraklar, deniz kıyıları, izbe yerler gibi mekanlar tercih edilir. Söz konusu mekanlar gibi şiirin kendisi de geçişliliğe, sürekli değişime tabidir ve kişilerin kendi bilincine, kadersizliğe, belirsizliğe bağlıdır:
- ‘beni bir gün bir yerde bulurlar’
- diyor birisi
- sağında gazetesi solunda bir ağustos bahçesi
- göğsünde dünyayla ilişkisi
- darmadağınık saçma sapan toz gibi
- ‘saçların kapkara gözlerin korku irisi’
- herkes kendi elini tutuyor
- öbürlerini bırakıp
- kopkoyu bir çığlık bekleniyor karşıki evden
- herkes geceyle yüz yüze şimdi
Temel izleklerinden bütünüyle vazgeçmemekle birlikte, bu tür yöntemler ve biçimler yaratma konusunda Uyar’ın özellikle 1970 sonrası dönemde (kişisel tarihinde “Divan” adlı kitabı ile başlayan dönem) farklı bir tutuma sahip olduğunu, başka mecralara yöneldiğini söylemek mümkündür.
2
Retrospektif bir yaklaşımla baktığımızda çoksesliliğe ilişkin kimi zenginlikler içermekle birlikte bünyesinde bazı çıkmazlar, çelişkiler ve birbirini eskiten geçişler taşıyan bir şiir sözünü ettiğimiz. Zaten bizzat şair özne, kafası karışık biri olarak görünür şiirin bütününe bakıldığında. Çözümlemeleri yarımdır, eksiktir. Çoğu konuda çıkış görememektedir. Kendisinden öncekilerin, Garipçilerin basit bir “çapkınlık” olarak anlatıp geçebilecekleri bir konuya eğilmiş ve ona büyük bir metin şahsiyeti kazandırmaya çalışmıştır. Kente gelmiş sıradan bir insanın yaptığı adi bir eylemi ve bunun uzantısı olan bir süreci, büyük sözler ve yorumlamalar içinde aktarırken çoklu ilgilerini, arayışlarını, birikimini de şiire giydirmiştir.
Sanki başka düzlemde, başka amaç ve etkilenmelerle yazdığı bazı şiirleri de bu hikayeye uydurmuş, katmış, eklemiş gibi bir algı da oluşmaktadır insanda. Bir ayrıntı düzeyinde kalsa da söz konusu şiirle ilgili bazı sorular ister istemez zihnimizi kurcalamaktadır. Neden “Yunanistan” değil de “Arabistan” mesela? “Dünyanın en güzel Arabistanı” bir çağrışımın eseri midir sadece; hoş ve tesadüfî bir buluş mudur? Şiirlerde “mezmur” ve “İncil” kelimelerinin -hem de başlıkta- yer alması neye bağlanmalıdır? Şair, 50’li yılların sonlarına doğru dinî metinler mi okumaktadır, dinlerle mi ilgilenmektedir?
Bunu şiirini zenginleştirmek için mi yapmakta, yoksa başka bir amaç mı gütmektedir? Şiirde Akçaburgaz’ın önce övülürken, kısmi bir değişim bahane edilerek, sonra birden kötülenmesi ve yıkıma uğratılması bir çelişki değil midir? Kentli ve aldatmaya meyilli kadınların bile sosyal konumlarına ve düşünce dünyalarına hiç uymayacak şekilde “töreler”e vurgu yapılarak konuşturulması bir dikkatsizlik sonucu mudur? Diğer taraftan Yekta’nın konumu, bilinci ile arkasında durduğu tavır arasında bir uçurum, ciddi bir makas farkı olduğu söylenebilir. Yekta, hikayeye dağılan onca rolü kaldırabilecek, taşıyabilecek adam mıdır?
Şiirde dikkat çeken noktalardan biri de “çoğalma”ya ve “çocuk / çocuksuzluk” durumuna birden fazla yerde işaret edilmesidir. Bu kitaptaki cinsel ilişki, bir zamparalık ilişkisi değildir kuşkusuz. İlhan Berk, Cemal Süreya ve hatta Ece Ayhan gibi yaklaşmaz bu konulara Turgut Uyar.Yusuf peygamber kıssasını okuduğu belli olan şair, Adem kıssasını da kasıtlı olarak yanlış okuyup yorumlar ve insanı tabiattaki yerine bu bağlamda indirmeye çalışır. “Çoğalma” vurgusuyla da insanı gelişmiş uygarlığın baskısından kurtarmaya çalıştığını iddia eder. Bu görüşlerdeki zorlamalar, çelişkiler, tutarsızlıklar üzerinde durmayacağız.
Fakat şiirde dolaylı da olsa aile kurumunun da eleştirildiği söylenebilir. Cinselliği, cinsel deneyimi evliliğe, evlilik kurumuna bağlayan inanç ve anlayışlara bir eleştiri, bir karşı çıkış içermektedir şiir. Bununla birlikte çocuk üzerinden yapılan vurgunun; yenilik, devamlılık, farklı başlangıçlar arama, ölüm korkusunu aşma, yok olma saplantısının üstünü örtme gibi gerekçeleri olabilir. Yeri gelmişken belirtelim. Bu yıllarda evlidir Turgut Uyar. Babadır. Kitabın yayımlanmasından sonra, 60’ların başında üç çocuğunun annesi olan Yezdan Hanım’dan ayrılır şair. Daha sonra Tomris Uyar’la evlenir ve ondan da kendi adını (Hayri Turgut) verdiği bir oğlu olur.
Orhan Veli ve arkadaşları şiire “küçük insan”ı getirmişlerdi hani, II. Yeni şairleri o insanı kimi zaman biraz daha eğlenceli, zeki ve muzip kimi zaman da daha entelektüel, daha derinlikli göstermeye çalıştılar. Dinî değerler ve yaşayış biçimleri budanmış, dünya savaşlarının getirdiği çökkünlük ve bunalım her türlü ahlaki düşkünlüğe de bir kapı aralamış, laik ve seküler bir hayat biçimi her vesileyle dayatılmaya ve yaygınlaştırılmaya çalışılmış, Batı’dan yapılan çevirilerden edinilen bilgi ve yorumlar parça pinçik edilerek edebiyatın üstüne boca edilmiş, zaten içi boşalmış olan gelenekle bağlar büsbütün koparılmış, boşlukta sallanan tipler arz-ı endam etmeye başlamıştır bu dönemde zaten. Maddecilik ve hazcılık derece derece aydınların çoğunu kuşatmaktadır.
Daha önce gelen cinsellik, erotizm anlatıları birden büyük bir yekûna ulaşmıştır bu arada. Bu yöneliş, bu saplantı, edebiyatta büyük bir bataklık oluşturmuştur hatta. Son derece süfli yaklaşım ve anlatımların yanı sıra “kent patolojisi”ni, modern çıkmazları aşmada bir çare olarak görülmüştür üstelik. Ece Ayhan, İlhan Berk, Edip Cansever, Cemal Süreya gibi şairler; yeni bir şiire ve bu arada zaman zaman çoksesliliğe adım attıklarında hep sıkıntılı, hastalıklı, yalnız, bungun yahut uçarı tipler üzerinde dururlar. Halbuki iyiler de, düzgün yaşamaya ve temiz kalmaya çalışanlar da yaşamaktadır bu kentlerde. Onlar da itilip kakılırlar, görmezden gelinirler, bazen eşik mekanlarda yaşarlar. Fakat onları gören, anlayan, anlatan pek yoktur. Cinsellik, yenilmişlik, umutsuzluk, intihar eğilimi ve kirlenmişlik sürekli öne çıkar.
Bunları anlatmaya yönelmek, bir saplantı haline gelir neredeyse. Şiirdeki kamera hareketlidir fakat belli yerlere, kişilere, enstantanelere saplanıp kalma konusunda yeterince korunaklı değildir. Batılı algı ve akımların etkisinden kurtulamayan, gerçekçiliği ve nesnelliği bile sürekli kötü, çirkin, olumsuz ve huzursuz olana yoğunlaşarak anlatan bir eğilim söz konusudur bu yıllarda. Kötülüğün, karanlığın, kirlenmenin, umutsuzluğun ve çürümenin her yere, herkese bir şekilde bulaştığı kabulüyle yola çıkar II. Yeniciler. Kendileri de ona dalmakta, abanmakta beis görmez ve hatta onun bir parçası, onun gönüllü anlatıcısı olurlar. Bir tek Sezai Karakoç kurtarır kendini bu yaklaşımdan; sesini ve çizgisini kısa zamanda bularak, kanona boyun eğmeyerek bambaşka vadilere yönelir.